Değerli arkadaşım Koray Olşen, Kontrast için yazı istediğinde “nasıl bir yazı?” diye sormuştum. O da bana son sayıdaki İbrahim Göğer yazısını okumamı önermişti. Söz dinledim, okudum. Okuduktan sonra, “keşke İbrahim’den önce ben yazsaydım,” diye düşündüm. Göğer, o biraz zor, biraz farklı dönemimizi öylesine güzel yorumlamış ki, onun üzerine o dönemleri yeniden dile getirmek zor olacak.
Göğer’in içsel yolculuğunu kurguları ile görüntülediği dönemde, ki bunu o dönemde kabul ettirmek pek de kolay değildi. Fotoğrafın sayısız işlevinden biri olan toplumsal işlevi ön planda tutuluyor, sert söylemler taşıyabilen görüntüler daha çok taraftar topluyor, dahası, örneğin Eren Özerdim’in çekip derneğe getirdiği çiçek fotoğrafları horlanabiliyor, sahibini zor durumda bırakabiliyordu. 1978 yılında üyesi olduğum AFSAD’da, sabahın ilk ışıkları ile uyanıp, Merter Oral’la birlikte Ulus’a işçi pazarına, yoksul işçi fotoğrafları çekmeye gittiğim günleri hatırlıyorum. Korkardım. Bu yazıyı okuyacak olanların büyük bir çoğunluğu o günleri yaşamadığı için bu korkuyu onlara anlatmam güç olabilir.
Ne zaman gerçekleşeceği bilinmeyen rastlantılar, insan hayatını daha önce hiç düşünmediği yaşama biçimlerine yönlendirebilir. 1979 yılında çalışmakta olduğum Türkiye Elektrik Kurumu’nu, İngiliz Arkeoloji Enstitüsü’nden aldığım fotoğrafçılık teklifi ile terk edip, 1980 Türkiye’sini üstelik Güneydoğu Anadolu’da karşılayacağımı nereden bilebilirdim. Arkeolojik kazı yaptığımız küçücük bir köyün toprak evinin bir odasında, tavana bakarak sabahı bekleyeceğimi, geceleri sokağa çıkamayacağımı, her an bozulmasını beklediğim kahrolası bir sessizliğin içinde daha çok korkacağımı nereden bilebilirdim. Sonraları o korkularımın giderek azalacağını, yerlerini artık neredeyse keyif veren heyecanlara bırakacağını, bir yandan fotoğrafı görev olarak yapmaya başlamanın güçlüklerini yaşarken, bir yandan çevremdeki o hiç tanışmadığım yaşama biçimlerini artık görerek, konuşarak, fotoğraflayarak yaşamaya başlayacağımı ve yıllar sonra böyle yaptığım için hiç pişmanlık duymayacağımı nereden bilebilirdim.
Her yıl kazı sonrası negatif yığınların verdiği gururla döndüğüm Ankara’da pek de öyle merasimle karşılandığım söylenemese de, hep fotoğraflarımın bir gün değerlendirileceğini umut ederdim. Bu umudumu yitireli hayli zaman oldu. O tarihlerde fotoğraflarımı paylaşmayı kendi ülkemde gerçekleştiremedim ama, bağlı bulunduğum İngiliz Arkeoloji Enstitüsü’nün girişimi ile ilk kişisel sergimi Londra’da açabilme şansına eriştim. Yurt dışına ilk çıkışımdı. Fotoğraflarımı, hiç tanımadığım bu ülkenin, hiç tanımadığım bir sergi salonuna asarken, oraya giderken duyduğum heyecan, yerini adlandıramadığım bir korkuya bırakmış, dizlerimin titremesine engel olamamıştım.
Salon çok kalabalık. Sergimin açılış konuşmasını Sir Peter Laurence yapıyor. Beni yanına çağırdığında salondan alkış sesleri yükseliyor. Yıkılıp kalmadan şu iş bitse diye dualar ediyorum. Neyse ki orada açılış kokteylleri bizdeki gibi garson evine gidinceye kadar sürmüyor. Bildirilen saatte salon boşalıyor. Kazasız belasız bitti derken beni başka bir salona alıyorlar. Basın mensuplarının çokluğu şaşırtıyor beni. Soruları bana, yanıtlarım onlara tercüme ediliyor. “The Photographer” dergisinin editörü Alison Reid, benimle yaptığı söyleşiyi iki ay sonra yayınlayacağını söylüyor. Yayınlıyor da. Ve sergim, çeşitli üniversiteleri dolaşmak suretiyle, ikibuçuk yıl açık kalıyor. Bir hafta sonra, dönüş için uçaktaki yerimi aldığımda, sakinleşmeye, yaşadıklarımı beynimden atmaya çalışıyorum. Esenboğa’ya indiğimizde aklımda yalnızca Alison’un yeşil gözleri var.
O yıllarda, biraz da kolayca belgesel fotoğraf diye adlandırdığımız fotoğraflarım bana sayısını burada yazmaktan utandığım çok sayıda ödül getirmişti. Bunlar arasında “Abdi İpekçi Barış ve Dostluk” ödülünün bende apayrı bir yeri vardır. Ancak yine o yıllarda –fotoğraf orada olanı buraya getirmek değildir- diye özetleyebileceğim yeni çalışma biçimleri ağırlık kazanmaya başlamıştı. FIAP destekli yarışmalar bu konuda hayli etkili olmuş, apartılmış fotoğraflarla yaratılmaya çalışılmış fotoğraflar ilgi toplar, daha çok uygulanır olmuştu. Etkilenmiştim sanırım. 1988 yılında vücut kesitlerinden oluşan ikinci kişisel sergimi, Mavi Ev Sanat Galerisi’nde açmıştım. O sergimi hâlâ çok severim.
1990 yılında Atatürk Barajı Urfa tünellerini inşa eden Akpınar şirketi, Güneydoğu fotoğraflarımı sergilemek istemişti. Üstelik bir katalog basmayı ve ayrıca bana 3 milyon TL. telif ücreti ödemeyi önermişti. O sergi sonunda aldığım paranın yettiği ölçülerde “Fırat’ı Beklerken” isimli ilk albümümü yayınlamıştım.
1994 yılında, yıllarca çalıştığımız toprakların Atatürk Barajı’nın suları altında kalması ile 15 yıl süren görevim de sona ermişti. Bir şaşkınlık sonrası, ticari fotoğrafı denemek gibi bir yanlışlığın içinde buldum kendimi. Neyse ki uzun sürmedi. Benim yapabileceğim bir iş değildi. Gazi, Hacettepe, Bilkent ve halen sürdürdüğüm Başkent Üniversitesi öğretim görevliliği, yeni hayatımın bana keyif veren biçimi oldu.
Çok kez yazmış ve anlatmış olmama rağmen, fotoğraf yarışmalarına veda edişimin öyküsünü burada da yazmak isterim. 1995 yılında bir iş görüşmesi için atölyeme bir hanım uğramıştı. Kısa bir sohbet sonrası kendisine kahve ikram edebilmek için mutfağa yöneldiğimde o, ayağa kalkmış, camlı dolaplarımın içindeki plaketleri, atölyemin duvarlarına asılı aferin kâğıtlarını incelemeye başlamıştı. Plaketlerin üstünü okumaya vakit bulamamış olacak ki, elimde kahve fincanları ile odaya döndüğümde bana, “siz plaket de mi yapıyorsunuz?” diye sormuştu. Fotoğraf yarışmalarına veda edişim o güne rastlar. Bu küçük anının yarışmaların peşinde koşan, fotoğrafın uzun yoluna yeni çıkmış arkadaşlarımın kulağında kalmasını isterim.
“Akşamüstü Yine Hüzün” adı ile yayınladığım öykülerimi, 1996 yılında kafa doktoruna gittiğim aylarda yazmıştım. Aynı kitabın içinde, Güneydoğu Anadolu’da yazdığım mektuplarım da vardı. Sonra yine aynı düzen içinde “İki Hayat Çek Usta, Bir buçuk Bol Acılı Negatif” isimli öykü kitabım yayınlandı. Üçüncü kitabımı, “Siyah Beyaz Masallar”, bizim dünyamızı, hiç art niyet gözetmeden yazdığım, matrak diyebileceğim öyküler oluşturdu. Şu sıralarda “Siyah Beyaz Masallar”ın ikinci cildini yazıyorum. Özellikle yorumcular, editörler, edebiyatçılar yaratan, “beğen” düğmesi ile komik tatminler sağlayan şu feyzbuk yaşadıkça, yazacak çok miktarda malzeme bulunabiliyor ve yazmak bana keyif veriyor.
“Siyah Beyaz Masallar” isimli kitabımın AFSAD’da düzenlediğimiz imza gününde, kitabımı tanıtırken beni dinleyen 40 kişilik kalabalık içinde, yalnızca dokuz kişinin beşer TL. vererek kitabı satın almış olması, içime garip bir hüzün serpmişti. Öykü kitaplarımın ikinci basımları bugünlerde dört cilt halinde yapıldı. “Cam Evlerin Kadınları” ve “İğne Deliği Fotoğrafları” isimli fotoğraf albümlerim şimdilerde Aydan’ın odasında bir dolabın içinde diğer yayınlar ile birlikte olmayan alıcılarını bekliyorlar. Okuma özürlü bir ülkede yaşadığımı elbette biliyor ve çok satsın diye yazmıyorum ama bu manzarayı, üstelik AFSAD’da gördükçe aklıma yayın bulmak için yırtındığımız yıllar geliyor. Hüzün serpintisi devam ediyor.
Geçtiğimiz günlerde Sn. Gültekin Çizgen, kurulmakta olan İstanbul Fotoğraf Müzesinin açılış sergisi için fotoğraflarımı istedi. Telefonda, “nasıl fotoğraflar göndermeliyim?” diye sesli düşünmüşüm sanırım. Çizgen, “Miras bırakacağın fotoğraflar olsun” diye yanıt verdi. Telefonu kapattığımda bu esprili yanıtın içini masama döküp karıştırdım. Bir yığın soru geldi aklıma. İnsanın çok fotoğraf yaparak kendi çöplüğünde boğulması yerine, akılda kalacak, belirgin bir anlatımı olan, az sayıda fotoğrafın üreticisi olması daha mı doğru olurdu? Dijital teknolojinin yaygınlaşması, kullanılacak ekipmanın neredeyse işportaya düştüğü günümüzde, teknoloji tutsağı olarak yaşamamız, düşünce-fotoğraf ilişkisini giderek artan bir biçimde unutuyor oluşumuz, işlerimizi iki kapağın arasına koymak çabası yerine geleceği meçhul bilgisayar hücreleri ile yetinebilmemiz, başka bir deyişle yaşadığımız zaman parçasına gömülmeyi bu kadar kolay kabul edebilmemiz, ne kadar doğru olabilirdi? Üretilmiş ve bize satılmış program efektlerinin üzerine, iç dünyamızdan sesler koymayı düşünemeyişimiz ne kadar doğru olabilirdi? Hevesle başlanmış, onlarcası yarım bırakılmış ayağı yere basmayan, koşturulan uygulamalar yerine, başlanmış, direnilmiş, öğrenilmiş, sonlandırılmış proje tabanlı çalışanlarımız neden çok az? Fotoğraf derneklerimiz bu konularda kendilerini eleştirebiliyorlar mı? Yıllardır yaptığımız gibi makineleri boyunlara takıp, o mahalle senin, bu mahalle benim, şu dağ senin şu ova benim diye dolaşarak, yazıcı deliklerinden sanat (!) yapıtları dökülmeyeceğini anlayabilmemiz ne zaman mümkün olacak? Neden hep kendi sesimizi duyuyoruz? Neden başkaları bizi duyamıyor?
Yine de bu kadar karamsar olmamalıyım. Fotoğrafları ile kurulacak müzenin içinde kendilerine bir çekmece edinebilecek fotoğrafçılarımızın sayısı hiç de az değil. Dileğim daha da çoğalması elbette.
1978 ile1995 arasında belgesel sözcüğünün arkasına saklanarak yaptığım fotoğraflarım için şimdilerde o sözcüğü kullanmak istemiyorum. Belgesel çalışmak, dolaşıp görüneni vizöre hapsetmekle olmuyor. Çalışma programı, ön araştırma ve metin gerektiriyor. Oysa benim o çalışmalarım gereği gibi yapılmış çalışmalar değil. İçlerinde iyi fotoğraflar var diyebilirim. Ancak hepsi o kadar işte.
“Cam Evlerin Kadınları” iki yıl boyunca aralıklarla sürdürdüğüm, sergilediğim, kitaplaştırdığım bir çalışma oldu. Özellikle, siyah beyaz baskılar üzerinde yaptığım elle renklendirme çalışması hayli zaman gerektirmişti. Sergide fotoğraflara burun kıvırıp, sadece paspartuların iyi olduğunu söyleyen eleştirmenler(!) de oldu ama, ne yaparsın? Bizim dünyamızda hazımsızlık diz boyu.
1990 ile 2000 yılları arasında sandviç tekniği ile yaptığım fotoğraflar en çok tutulan ve satılan fotoğraflarım oldu. Sanırım bunun nedeni; o fotoğrafların duvara asılır, seyredilir nitelikte oluşlarıdır. Ülkemizin götürüldüğü yeri görüp, umutsuz debelenmeler içinde çırpınan insanlarımız, hiç değilse evlerinin duvarlarına, az da olsa dinlendirebilecek, masalsı fotoğraflar asmak istiyorlar.
Teknolojinin karşısında olmak gibi bir niyetim olmasa da, fotoğrafın büyüsünü yeniden yaşayabildiğim “pinhole” fotoğrafları, uzun zamanımı alan bir çalışma oldu. İğne deliği fotoğrafı yapmak meşakkatli bir iş. Karanlık kutuları taşıyan kocaman çantalar, ağır bir tripod, karanlık torbalar, film yığınları ve seyahat zorunluluğu gerektiren bir çalışma. Arabanız yoksa bu işe kalkışmayın derim. Benim hiç arabam olmadı. Arabasını yalnızca işe gidip gelirken kullananları anlamakta güçlük çekmem o yüzden sanırım. İğne deliği fotoğraflarımı sergileyeceğim gün hastaneden çıkamayacak durumda oluşum, sergimin bensiz açılması, ilk kez yaşadığım bir olay oldu. Sergimin açılışı sırasında telefonla görüşebildiğim davetliler, “burası çok kalabalık,“ dediklerinde, bir iki damla gözyaşı iyi gelmişti.
Fotoğraf paylaşımlarının sadece açılıp kapanan bir sergi ile sonlandırılmış olması bence pek doğru olmuyor. Verilen emeğin kalıcı bir yayınla, kitaplıklarda yerini alması gerekiyor. Bizlerden yıllarca sonra, örneğin yüz yıl sonra, bir fotoğraf tarihçisi, günümüz Türk fotoğrafını araştırma konusu yaptığında bir şeyler bulabilmeli. Sorumluluğumuz bu olmalı. Bu sorumluluk, fotoğrafları peşpeşe perdeye yansıtıp alkış toplamanın ötesinde bir şey. İşte belki bu yüzden, çalışmalarımı hep iki kapak arasına koymaya çalıştım. “Fırat’ı Beklerken”, “Cam Evlerin Kadınları”, “İğne Deliği Fotoğrafları” isimli albümlerim, bugüne kadar dört ciltte toplanan öykülerim, kitaplıklarda yerlerini alabildiler.
Bütün bu yazdıklarıma, fotoğrafla geçen uzun yılların hafif müzik özeti diyebilirim. Tabii bir de hüzzam bölümü var ki, o, hep olduğu gibi yine bende kalacak. Şimdi yazdıklarımı yeniden okudum. Göğer kadar lügat paralayamamışım ama olsun. Şimdi onunki kadar mücerret bir başlık bulmaya geldi sıra. Bu da zor bir iş.
Sevgilerimle.
Tuğrul ÇAKAR
Kontrast Sayı 26, Kasım-Aralık 2011