Bizde adet olduğu üzere ve biraz da, her şeyi tek şeyle açıklamak kolayımıza geldiği için, fotoğraf makinesini işletmeyi öğrenince her yolun önümüzde açıldığını, her tür fotoğrafı çekebileceğimizi düşünüyoruz. Tamamen kültürel bir mesele. Ama durum öyle değil…
“Fotoğraf” kelimesi dil haznemizin geçmişine göndermeleri bulunmayan, kolektif hafızamızda çağrışımlar yaratmayan bambaşka bir bütünlüğe işaret ediyor. Hayatımıza yeni girmiş bu kelimenin kültür dünyamızın derinliklerinde herhangi bir karşılığı yok. Çok değil, yüz yıldır falan hem fotoğraf çekiyoruz, hem de kavramlar dünyamızda fotoğrafa bir yer bulabilmek için deneyimler biriktiriyoruz. Bu da zaman alıyor haliyle. Birçok şeyi kendi meşrebimizce yeniden keşfetmek zorundayız.
Türkiye gibi titizlikle kapalı tutulmuş bir toplumda yaşayınca, üstüne üstlük hiç tanımadığımız kocaman bir âlemin merkezinde durduğumuzu sanınca, ister istemez ortaya tuhaflıklar çıkıyor. Kendimiz sandığımız kişi, biz değiliz aslında.
Kılık kıyafeti batılılara benzetmek yetmiyor. Dış görünüş değişince zihniyet değişmiyor. Taklit allamelerinin sandığı gibi kendiliğinden parçası olduğumuz batılı bir kültür dünyasının rüzgarları esmiyor buralarda.
Fotoğraf teknik bir buluş, eyvallah. Avrupa’da ortaya çıkmasından çok önce katettiği aşamaların bir kısmı Mezopotamya coğrafyasında gerçekleşti; bunu da biliyoruz. Hatta fotoğraftan önce bazı ressamlar optik gerçekliği görebilmiş ve fırça-boya marifetiyle tuval üstüne yansıtabilmişti. Bizim kültürel geçmişimizde herhangi bir etkisi bulunmasa bile dünyanın bir yerlerinde bunlar olmuştu. Böylesi iyidir ya da kötüdür diye söylemiyorum, bir durum tespiti yapıyorum. Bunu yaparken “fotoğrafçılık” denilen şeyin kavramlar dünyamızdaki karşılığını merak etmeden duramıyorum.
Ortak hafızamızda, estetik birikimimizin derinliklerinde, kavramlar toplamımızda “ışık” ve “gölge” denilen şeyler nasıl bir yer tutuyor sahi, edebiyatımızda ne kadar ve nasıl var mesela? Fotoğrafta görünen bir nesnenin çevresini kuşatan atmosferle ilişkisini hangi zihinsel kodlarla yorumluyoruz? İki boyutlu düzlemdeki bir yanılsamadan ibaret olan perspektif, görme deneyimimizde neye tekabül ediyor? Bütün bunların kültürel göndermeleri neler?.. Mevzuyu safsataya boğmadan söylemek isterim ki, gerçekten merak ediyorum bunları.
Görme ve dış dünyada gördüklerini iki boyutlu düzlemde yeniden varetme tekniği olarak resmin iki ayrı felsefe ve iki ayrı kültür dünyasına ait farklı tezahürleri olduğunu biliyorum. Yani perspektif resmi ile minyatür resminin iki ayrı gösterme biçimi olduğunun farkındayım. Peki bunlardan ikisine de sahip olmayan kültürlerde fotoğraf algısı nasıl tezahür ediyor? Velhasıl “görmek” kültürel bir edim midir yoksa varoluşa ait kültürler üstü doğal bir durum mudur?
Bütün bunları merak etmek, araştırıp kurcalamak bize ne katar, fotoğrafımıza ne faydası vardır… Hiç. Hiç bir işe yaramaz. Boşuna rahat bozar, huzur kaçırır…
Bu mevzulara dair derdi bulunmayan bir fotoğraf dünyasına sahip olmak, haliyle fotoğrafçılığı teknik bir kayda ve salt yüzey bilgisiyle yetinen bir marifet sergileme alanına dönüştürmüşken, çarka çomak sokmanın alemi yoktur. Şükürler olsun ki fotoğraf araştıranı, düşüneni, tartışanı, yazanı, çizeni, eleştireni hemen hiç olmayan bir ortamda yaşıyoruz. Akademiya deseniz YÖKlü MÖKlü ortamlarda bilim yaptığını sandığı için, zaten tanımlanmış alanlarda gezindiği için gözünü açıp merakını harlayamıyor bile.
Bu nedenle fotoğraf makinesinin gerek dış, gerek iç dünyaya ait tanıklıkları kendiliğinden görüntüye yansıtabildiğini varsayıyoruz. Bunun için aleti kullanmayı öğrenmek, resimsi estetiğin bilgisini ezberlemek ve az bir şey genel kültür, mebzul miktarda sanatsal yeteneğe sahip olmak yetiyor. Herhangi bir metot sorunumuz yok. Bu sayede yarışmalarda tokuşturmak için bolca yumurta üretiyor, jüri olup racon bile kesmeyi beceremeden iş bitiriyoruz. Bu gidişle “maratonlar”, “avlanmalar”, “kupalamalar” sayesinde yepyeni spor dalları icat edip uluslararası olimpiyat oyunları düzenlemeye kalkışacağız. Fotoğrafçı olmanın bu memlekette aranan koşulları bunlar. Vasatın iktidarı yani. Azımsadığımdan söylemiyorum, bu da bir şey.
Fotoğraf tarihi dediğimiz zaman, nasıl ki mecburen tekniğin tarihini ve batılı referanslardan ibaret bir ekoller tarihini önümüze koyuyorsak, fotoğraf düşüncesi dediğimiz zaman da karşımıza çıkan kaynak metinler günlük hayatımızda karşılığı olmayan referanslarla dolu. Doğaldır, teknolojiyi yaratan felsefesini de terminolojisini de kaynaklarını da yaratır. Lakin bunun farkında olmak gerekir. O nedenle fotoğrafı teknik bir kayıt ve yüzey bilgisiyle sınırlı estetik bir form yaratmanın aracı olarak görmek yerine içinde ne var merakıyla ele alsak daha iyi olur diye düşünüyorum.
Mesela, belgesel fotoğraf fotoğrafçılığın alanlarından sadece biri ve kendine özgü işleyişi metodolojisi olan bir alan. Fotoğrafın tek bir dili, tek bir yöntemi, metodu olmadığı gibi varolan çoklu dillerin hiçbiri bir diğerinden daha üstün, daha değerli, daha önemli değil. Sadece başka.
Herhangi bir konuda belgesel çalışma yapmak için izlenecek yol mesela gezi fotoğrafı, doğa fotoğrafı ya da sokak fotoğrafı çekmek için izlenecek yola benzemez.
Fotoğraf makinesinin temel işleyişini öğrendikten sonra objektifi hangi yöne çevirirsek teknik ve estetik olarak yeterli bir görüntü ortaya çıkarabiliriz. Ama fotoğrafımızın tarzı seçtiğimiz konuyla ilişkili değildir. Yani çiçekleri böcekleri çekince doğa fotoğrafçılığı, yolculuk sırasında fotoğraf çekince gezi fotoğrafçılığı, toplumsal konuların fotoğrafını çekince de belgeselcilik yapmış olmayız. Her birinin yolu ayrı, yordamı başkadır.
Belgesel fotoğraf, fotoğrafçının toplumsal mevzulara merak sararak başka hayatları fotoğraflamasının adı değil, konudan tamamen bağımsız olan bir fotoğraflama metodunun adıdır. Kaldı ki, her konu belgesel çalışma tarzıyla ele alınabilir.
Bu tarzda çalışan fotoğrafçıların genellikle toplumsal meselelere ilgi duyduklarını biliyoruz. Yaşadıkları hayata dair bir dizi soruları bulunur; sözleri, yorumları, itirazları vardır; sosyal ve politik bir kimlik taşımayı önemserler… Belgeselciler bu nedenlerden ötürü gösterilmeyen hayatlarla ilgilenirler. Yine bu nedenlerle, belgesel bir çalışmada fotoğrafçının sahip olması gereken etik değerlerden başlayarak konusuna hasredeceği zamana kadar ve fotoğrafladığı insanlara dair taşıyacağı sorumluluklara kadar bir dizi başlık açılır.
Ancak her şeyden önce belgesel fotoğraf bir anlama yöntemidir. Devamını sonra konuşsak da olur. Dil denilen şeyin sadece bir ifade aracı değil; aynı zamanda zihniyet inşasının bir aracı olduğunu hatırlayarak…
Özcan YURDALAN
Kontrast Sayı 23, Mayıs-Haziran 2011