O BİR IŞIKÇİZER: UĞUR OKÇU
O kadar sıradışı ki. Birkaç fotoğraf derneği ve Sınır Tanımaz Fotoğrafçılar Grubu’nun kurucu üyesi. Türkiye’ nin ilk sanal fotoğraf dergisi “Fotografya”nın kurucularından. “Nude-Hall” yine kurucusu olduğu platformlardan biri. “Scanograph” gibi çok ilginç çalışmalara imza atmış, sesin ve müziğin fotoğrafını çekmiş bir mucit o aslında. Pardon, o ürettiklerine “fotoğraf” demiyor, “ışıkçiz” diyor ve yaptığı işe de “ışık çizmek”. Bu yüzden, o bir “fotoğrafçı” değil, bir “ışıkçizer”.
Sizi her daim şaşırtacak bir kişiliğin hikayesini bulacaksınız aşağıdaki söyleşide.
Teşekkürler Uğur Okçu.
Uğur Okçu kimdir? Kısaca kendinizden ve fotoğrafla tanışmanızdan bahseder misiniz?
Öncelikle, “fotoğraf” kelimesinden haz etmediğimi, bu kelimenin bana birşey anlatmadığını söyleyerek başlamak isterim röportaja. Röportaj boyunca “fotoğraf” yerine “ışıkçiz” kullanacağım ama, okumada kolaylık olması açısından, “fotoğraf kelimesi” yerine “ışıkçiz” kelimesini koyarak. “Fotoğraf çekmek” karşılığı, “ışıkçiz çekmek” şeklinde. “Fotoğraf çekmek” yerine, “ışıkla çizme”nin daha doğru görünmesine rağmen…
Günlerden bir gün, bir ışıkçizer geçti elime ve altın kuralı bile bilmeden, uzun bir zaman aralığında Alanya-Antalya kılavuzunu hazırladım. Kitap, bir fonun da yardımı ile dört ayrı dilde yayımlandı. Aldım birini, getirdim AFSAD’a. O dönem AFSAD Başkanı olan İsa Özdemir çıktı karşıma. “Ben bu kitabı yayımladım; ama ışıkla çizmeyi de öğrenmek istiyorum” dedim. İsa kitaba baktı ve “gel arkadaş, sen derneğe üye ol” dedi. Bir dosya hazırladım ve verdim derneğe; eğitim almadan, bir öğretmenim olmadan. Çoğunlukla bir eğitim alarak, hem de ciddi bir eğitim alarak bu işe başlasaydım ne iyi olurdu diye düşünmüşümdür.
Ama olmadı, alaylı olarak yaptım bu işi hep. Aslında zır cahil de sayılmam. Bir zamanlar, ismi New York ile başlayan bir kurumun eğitim kitapçıklarını aldım; gönderdikleri paketin içinden bir de cinsiyetsiz insan büstü çıkmıştı. Bugüne kadar aldığım en ciddi çalışma o olmuştur diyebilirim. Hep çektim acısını bunun. Keşke başlangıcından sonuna kadar alsaydım, ışıkçiz eğitimini. Bir öğretmenim olsaydı keşke.
Işıkçizi, az kitap yayını olan bir dönemde, çoğunlukla okuyarak ve AFSAD lokalindeki sohbetlerde öğrendim. Bilgisinden faydalanacağıma inandığım herkese sordum, aksatmadan gösterileri ve sonrasında tartışmaları can kulağıyla takip ettim. Anladım ki ışıkçiz, ışıkçizden de öte bir şey, dipsiz bir kuyu; belki, daha doğru bir ifadeyle sonsuz ışık evreni.
Neden Işıkçiz, bu kavramın sizdeki yerini biraz daha açabilir misiniz?
“Viyadük” kelimesini, çevresini yeni algılayan bir çocuğa sorduğunuzda çocuk bu kelimeden bir şey anlamayacak; kelimenin anlamı, viyadük kelimesinin anlamını bilen büyükleri tarafından anlatılacak ve belki de anlatımı güçlendirmek için çizim yapmak zorunda kalınacaktır. Oysa aynı çocuğa köprüyolun ne olduğunu sorduğunuzda, çocuk köprü ve yol kelimelerinden yola çıkarak, kelimeye bir karşılık imgeleyebilecektir. “Fotoğraf” kelimesinin de “viyadük” kelimesinden hiçbir farkı yoktur. Kelime herhangi bir kavram veya düşünce çağrıştırmamakta, birçok farklı tanımla anlatılmaktadır. Oysa çok genç yaşlarda fotoğrafın bir “ışıkla çizme” yöntemi olduğunun öğrenilmesi, düşünsel anlamda çok daha geniş bir bakış açısının gelişimine katkıda bulunacaktır. Bu durumda, ışıkla çizerken ara aygıt olarak ışıkçizer (fotoğraf makinesi) kullanmamızın gerekliliği de daha kolay açıklanabilecektir. Çevremizdeki herşeyden yansıyan, renk ve tonları kullanmamıza olanak veren ışık inanılmaz bir hızla, saniyede 300.000 km. ile hareket etmektedir. Böylece, ışıkçizerin (fotoğraf makinesi), ışığın saptanmasında bir tıpkıçekim (fotokopi) makinesi değil de, ışık(la)çizenin (fotoğrafçı) kullanmaya çalıştığı bir fırça olduğu ortaya çıkar.
https://www.fotografya.gen.tr/TR,1260/isik-ciz-photography—fotograf—isikciz—ardisik-isi-.html
Küçük bir çocuk, ilkokulda. (görsel medya yok henüz ama) Çevresinde gördükleri ve dinledikleri ile bir su kütlesinin içinde yaşayan canlıları imgeleyebiliyor. Oysa deniz kenarından uzakta yaşıyor. Bir gün ailesi onu denizin olduğu bir şehre getiriyor, kısa süreli de olsa. Annesinin dikiş diktiği makara ipliklerinden birkaç metre kesiyor. Bir toplu iğneyi zorlukla kıvırıyor ve siyah renkli makara ipliğine bağlıyor. Bir parça da ekmek takıyor iğneye ve başlıyor denizi aramaya.
Sanırım ben ışıkçizi hep bu şekilde (ışıkla çizmeye) çalıştım. Tez canlı olduğum için de hemen olsun, sonuçları hemen göreyim istedim. Sayısal teknolojiye ilk geçenlerden biri olmamın bunda çok etkisi var. Bazıları satranç oynar gibi hazırlık yapıyorlar ışıkla çizmeden önce. Sabırlarına, üretim süreçlerine hayran oluyorum bu tür ışıkçizenlerin.
Türkiye’nin ilk sanal fotoğraf dergisi “Fotografya”nın kurucularındansınız. Nasıl başladı, bugüne kadar nasıl sürdürdünüz, Fotografya ile ilgili deneyimlerinizi bizimle paylaşır mısınız?
“Fotografya”nın kuruluşuna ve bugüne kadar devam etmesine katkıda bulunduğum için gerçekten mutlu sayılırım.
Fotografya; okuma, açılış kokteylleri haricinde sergi görmeye gitme ve güzel sanatların her türlü performansını izleme konusunda özürlü olan toplumumuzda fotoğraf sanatı ve kültürünü tanıtmak, sevdirmek ve yaymak gibi bir düşünce ile yayınlanmaktadır. Bu nedenledir ki, okuyucu hedef kitlesi olarak salt fotoğraf dernekleri üyelerini görmemiş, tam tersine toplumun en geniş kesimlerine ulaşabilecek ve onlara seslenebilecek (hitap edecek) bir yayın politikası izlemiştir. Bu, Rus proletaryasının yayın organı Pravda’nın politikasına benzer. Okuyucusu işçi sınıfı, içerik üst düzey ekonomi-politika ve felsefi tartışmalar… Sonrasında ise, çıkardığı sayıları geniş kapsamlı temalarla işlemiştir, yeri geldiği zaman sınırları zorlayarak…
“Scanograph” bizleri en çok etkileyen çalışmalarınızdan biri. Nedir “scanograph”, nasıl başladı bu macera?
Mesleğim gereği deniz, yaşamımda her zaman önemli bir zaman dilimini kapsamıştır. Yaşam çizgimin önemli bir aralığını geminin fiziksel boyutuyla sınırlandırılmış bir alanda; mesleki kariyerime uygun, değişik büyüklükteki kamaralar içinde geçirdim. Denizci olarak yaşadığım bu süre içinde, gemiden karaya ayak bastığım anlarda, yabancı ama su ile barışık ve onunla bütünleşmiş ve denizcileri seven, canlı ticaret şehirlerini gezdim. Bir ışıkçizeri yanıma yoldaş almaya başladığım ilk seferden sonra, başka türlü bakmaya başladım denizdeki yaşama. Nesnel gerçeklik o yaşamı anlatmaya yetmiyordu bir türlü. Sanırım bunda ışıkçiz eğitimi almamamın da etkisi var. Ama anlatmak istiyordum yaşadığım dünyayı başkalarına da. Sallanan bir gemi, bir sancak, bir iskele. Büyük açılarla sallandığında ne tuvaleti doğru yapabilirsiniz, ne de banyoyu (yani yıkanmayı). Ne düzgün çorba içebilirsiniz ne de güzel bir akşam içkisi…
“Ardışık Işıkçiz” (scanograph) böyle bir dönemde oluşmaya başladı. Hem soyutlama, hem de soyut. Makine mühendisi ve ötesinde deniz yaşamımın –matematik, fizik, metal ve yağdan ibaret olan makine dairesinde geçmesinin verdiği “makine dilinden iyi anlamanın” da avantajıyla- ışıkçizerin mekaniğinde yaptığım değişiklikle başlayan bu teknik üzerinde denizdeki yaşamın, gözlemlerimin etkisi ile uzun süre çalışma fırsatı buldum. Işık ayarlarından, sürece hakim olmaya kadar bir sürü teknik sıkıntı ile karşılaştım. Denemelerle halledebildim çoğunu. Soracak kimsenin olmaması, sürecin çok uzun olmasına neden oldu. Gerçi benim adıma tescilli bu yöntemin teknik olarak benden başka bir akıl hocası da yok gibi görünüyordu. Katkı daha çok estetik kaygılarla ilgili olabilirdi. Çıkan ürünleri ilk önce İsa Özdemir ile paylaştım. Beni destekledi ve yardımcı oldu. İlk sergimi İstanbul Işıkçiz Günlerinde açtım. Daha sonra bu serginin eş ürünleri yurtdışında dört–beş ülkede, Ersin Alok önermesi ile Finlandiyalı ışık(la)çizen Rainer Lampinen yoluyla sergilendi. “Scanograph” ismi “scan” ve “graph”tan meydana geliyor. Bu ismi Tanju Akdeniz ve İsa Özdemir birlikte koydular. Ben de bu ismi “Ardışık Işıkçiz”
Biraz da soyut çalışmalarınızdan bahseder misiniz?
Soyut ışıkçizi nasıl çekmeye çalıştığımı küçük bir öyküyle anlatayım. Birazdan anlatacağım kurgu, sadece bu ışıkçiz için geçerli. Bazen ortada hiçbir neden yokken, makineyi elime alıp hiçbir şey anlatmak istemediğim görüntüler çekmekten de zevk alıyorum artık.
Gemiyle Japonya taraflarında yolalıyoruz ve eşzamanda oynanmakta olan 2004 Dünya Kupası finallerini televizyondan izliyoruz. Maçları izlerken çok önemli bir özellik dikkatimi çekti.
Güney Kore, dünyada sivil toplum örgütlerinin devlete en büyük tepkiyi gösterdiği ülkelerden biridir. Sivil toplum örgütleri Kuzey Kore’yle birleşmek, Kuzey Kore’yle kendilerini bir bütün olarak görmek istiyorlar.
Maçlarda Güney Korelilerin tamamı kırmızı tişört giyiyordu; üzerinde ‘Be the reds’ yazan kırmızı tişört giymiş binlerce insan. Bu insanlar bir bütün olarak, ‘be the reds’ (kızıl ol) olarak geliyorlardı maçlara. Bu inanılmaz bir görüntüydü. Bunun ışıkçizini, oradaki binlerce insanın veya o tişörtün ışıkçizini çeksem bile, bu beni hiç etkilemeyecekti sanırım. ‘Be the reds’in içeriği beni etkiliyordu; ama nesnel gerçek görüntüsü etkilemiyordu bir türlü. ‘be the reds’i nasıl anlatabilirim, gösterebilirim diye düşündüm. ‘Red’i en iyi anlatacak olan kan ve kan insan vücudunun her şeyi, o yoksa yaşam da yok. İnsan vücudundaki kanı elimi şeffaflaştırarak sunabilirdim. Karanlık bir ortamda elimle bazı hareketler yaparak ve arkasından ışık tutarak, kadının cinsel organından başlayıp, erkeğin ereksiyonunu başkaldırı ile özdeşleştirerek parmağımla sembolize etmeye çalıştım. Öyle bir ışıkçiz olmalıydı ki; başkaldırıyı sembolize etmeliydi.
AFSAD duvarında asılı olan, iki ışıkçizden oluşma bir görsel var. Üstteki ‘be the reds’in kırmızı tişörtü, altında da kalkmış bir parmak işareti. Alttaki ışıkçiz tamamen soyut, ne olduğunu anlamak olanaksız. ‘be the reds’ sürecinin tamamını insanlar tek bir çerçevede görebilsinler diye ikisini aynı anda kullandım. Bakıldığında ‘be the reds’in aslında öyle değil de, alttaki gibi soyut görüntüyle sunulabileceğini göstermek istedim. Bu seri, başından sonuna kadar internette var. Son hali beni rahatlattı. ‘Be the reds’in, Güney Kore’deki büyük başkaldırının bir özdeşini kendi kafamda sunmuş olduğumu düşünüyorum. O ışıkçiz için düşüncemin ve oraya gelişimin süreci buydu. Sundum mu, onu bilemem.
Buna grafik tasarım olarak bakmak doğru değil düşüncesindeyim. İki ayrı ışıkçiz ve bu iki ayrı ışıkçizin üstüste yerleştirilmesi. Serginin başlangıcını ve nerden çıktığını anlatan birinci ışıkçiz ve de anlatılmak istenene varan son ışıkçiz.
http://old-site.ugurokcu.com/25thRedFormation/index.html
Aradaki geçiş tüm sergiyi öylesine simgeliyor. Belki bu durumda buna grafik tasarım denebilir; ama benim sunmak istediğim ışıkçiz bu değil. Aslında bu iki ışıkçizi serginin tümünü AFSAD duvarına koymam olanaksız olduğu için, bir araya getirip araya bir geçiş ekledim. Alt kısımdaki serginin son ışıkçizi ve bu ışıkçiz doğada var olan herhangi bir nesneye benzemiyor. Tamamen soyut bir görüntü.
Soyut çalışmalarınızdan bir diğeri de küplerle yaptığınız seri. Bu çalışmaya dair düşüncelerinizi de alabilir miyiz?
“Gökhan Bulut Soyut Işıkçiz Atölyesi” e-posta gurubunda, Gülçin Tellioğlu küpü ışıkla çizme önerisini getirdi. O sıralarda Tacikistan’daydım. Metal bir küp yaptırdım ve paslanmaya bıraktım. Bir müddet sonra çok paslı, lastikli yükleyici kovası içine yerleştirdim metal küpü. Derinlik olması için ışıkçiz açısından görülmeyecek şekilde metal bir demirle az havaya kaldırarak kaynattırdım kova içine.
Ondan sonra güneş ışığının küp üzerindeki etkisini izledim uzunca bir süre. Sonra farklı saatlerde ışıkçizler aldım küpten. Bu süreci tamamlayıp küpü parçaladım ve yeniden bir form oluşturdum, küpün parçalarını kullanarak. Bu küp serisi üzerine Gökhan Bulut da bir yazı yazdı.
Bir makine mühendisi ve gemici olarak denediğiniz başka ilginç örnekler var mı?
Bir başka örnek, dağ sıraları olabilir. Tacikistan’da dağ ışıkçizi çekmek için çok uğraştım. Bir türlü beceremedim çekmeyi. Oysa yükseklere çıktım, çok yükseklere; gene olmadı. Ben de dağ formu olan üçgen görüntüleri doğaya uydurdum, ışıkçizerin açısını değiştirerek ve Khostav’ın Gözleri oluştu bu sürecin sonunda.
http://www.fotografya.gen.tr/yazdir?A5475648A5E6A733D4B7BB92875CA0A5
Bir başkasında sayısal ışıkçizeri buzluğa koydum ışıkla çizmeden önce. Piyasaya ilk çıkan ışıkçizerlerden biriydi. 5.2 Mp’lik Minolta Dimage7. Dışarıda aşırı bir sıcak ve nem olduğu için çabuk çalışmak gerekiyordu. Işıkçizeri buzluktan çıkarıp gemiden dışarı çıktım. 5 dakika içinde 2-3 kez ışıkla çizip, yeni bir çekim için yeniden buzluğa gönderdim ışıkçizeri. Işığın farklı ortamlardaki kırılma indisini kullanıp, aynı karede beyazları patlatarak ışıkçiz çizgilerini oluşturmaktı amaç. Işık su ve havada farklı kırılıyor bildiğiniz gibi. Nem objektifin belirli bir kısmını kapsadığında içinden geçen ışık, aynen sudan geçmiş gibi farklı bir sonuca götürüyor insanı.
http://www.ugurokcu.com/humidigraph/
Aslında soyut ışıkçiz olmuş, nesnel gerçek ışıkçiz olmuş umurumda bile değil. Ben sadece çektiğim ışıkçizin hoşuma gitmesini istediğim için o şekle dönüştürüyorum. Altı oturtulmuş, soyut çerçevesi çizilmiş ya da içi başkaları tarafından doldurulmuş bir kuramı uygulamak için ışıkçiz çekmiyorum.
Belirli bir konu üzerinden yola çıksam da, kafamda oluşan görüntüyü aktarmaya çalışıyorum sanırım çoğunlukla.
Sizinle tanıştığımızda bir müziğin, sesin fotoğrafını oluşturma fikri vardı. Bundan biraz bahsedebilir miyiz?
Buna örnek olarak “In-A-Gadda- Da-Vida” verilebilir diye düşünüyorum.
http://x-hall.ada.net.tr/inagaddadavida/
Sinestezi; ışığın, renklerin ses olarak duyulması ya da seslerin renk olarak görüntülenmesi, görülmesi diye açıklanıyor kısaca. Sinesteziyi ardışık ışıkçizle birlikte kullanmaya yönlendim, “In-A-Gadda-Da-Vida “yı düşünerek “Scanograph” (buna ışıkçiz dilinde ARDIŞIK IŞIKÇİZ demeyi tercih ediyorum) tekniği ile uzun ışıkçizler oluşturmak olanaklı.
https://fotogen.org.tr/f/portfolios/s-ugur-okcu
Biliyorsunuz ışıkçizer üreticileri, ışıkçizerleri kodlayarak üretiyorlar. Işıklaçizenin bu kodlara uyma zorunluluğu var. Leica formatta 24×36 çeker, 1 mm kadar ara verir ve yeni bir 24×36 çekersiniz. “Scanograph”ta böyle bir sorun yok. 24×36 film yaklaşık 1300 mm. Yani 24×1300. Bunun tamamını tek kare yapabilirsiniz ardışık ışıkçizde. Ya da eğer isterseniz ışıkçizerinize bir tambur bağlar, çok daha uzun ışıkçizler oluşturabilirsiniz. Bu durumda düşünce de değişiyor, farklı ufuklar açılıyor önünüzde.
“In-A-Gadda-Da-Vida”yı çekerken tek bir müzik aleti olan iki altolu bir davul kullandım. Aslında ışığın değişimini anlatan birkaç cihaz yaptırmak için bazı firmalarla konuştum. Çok fazla para istiyorlar bu tür yeni cihazlar yapmak için. Amacım daha fazla müzik aletini bir arada kullanıp, çok daha farklı renkleri görmek. Kısa zaman sürecinde ise, başına, memelerine, cinsel organına, boynu ve de el ve ayak parmaklarına bağlı ışıklarla dans eden çıplak bir kadını ardışık ışıkçizle çeşitli dans parçaları eşliğinde görüntülemek. Yöresel danslar, bale, popüler danslar vb gibi. Görselde danslar arasında nasıl farklar var çok merak ediyorum gerçekten. Ama dans edebilecek, hem de çıplak dans edebilecek bir model bulmak zor gibi görünüyor.
Söyleşi: Tuğçe Deniz ÇAKIR
Fotoğraflar: Uğur OKÇU
Kontrast Sayı 23, Mayıs-Haziran 2011