Sıtkı FIRAT | Söyleşi (16. Sayı)

Objektifiyle Resim Yapan Fotoğrafçı: SITKI FIRAT

Sıtkı Fırat… 60 yıldır fotoğrafa yüreğini koydu, kendini Anadolu’nun yollarına vurdu. 1980’lere kadar takvim yaprakları onun fotoğraflarını taşıdı. O yapraklar ki kimi zaman evlerin duvarlarına çerçevelendi kimi zaman da okul defterlerinin kaplarını süsledi. O, objektifiyle resim yapan adam. Resimlerinin tılsımını fotoğraflarına aktardı. Resim yaparken paletini bir kenara bıraktı sanat yapmak için fotoğrafı seçti. Öğretmen olduğu okula, türlü mercekle agrandizör yaptı. Bir yandan dijital teknolojinin neferi olurken, öte yandan filmin, banyonun, o kimyasalların kokusu hep burnunda tüttü.

Gelin hâlâ istediği fotoğrafı çekemediğini söyleyen mükemmeliyetçi yapısını, fotoğraf çekmek için karşısına çıkan her şeyin üzerine nasıl inat ve cesaretle gittiğini Sıtkı Fırat’tan dinleyelim.

Şinasi Barutçu ile tanıştığınız ve resim yerine fotoğrafı tercih ettiğiniz o andan bahseder misiniz? Neydi 60 yıl boyunca sönmeyen bu ateşi körükleyen?

Ben meslek olarak öğretmenliği seçtikten sonra, yatılı olarak İstanbul Öğretmen Okulu’na girdim. Son sınıfı da Edirne’de okudum. Edirne’de, arkadaşlarımdan birinin babası fotoğrafçıydı. Eğitsel kol faaliyetleri için ona bir oda verdiler ve o da bir karanlık oda meydana getirdi. Fotoğraf tabetmeye başladı. Benim de ilgimi çekti. Fotoğrafla orada tanıştım diyebilirim. Fotoğrafın tabedilmesi, kâğıtların banyo içine atıldıktan sonra siyah lekeler hâlinde ortaya çıkmaya başlaması, beni çok etkiledi. Daha sonra, Gazi Eğitim Enstitüsü’nde resim derslerinin yanında fotoğraf derslerinin de olduğunu gördüm ve fotoğraf tabetme işini öğreneceğim için çok sevindim. Fotoğraf hocamız Şinasi Barutçu’ydu. Barutçu, fotoğrafı, Türkiye’ye sanat anlayışında getiren ilk insanlardan birisidir. Bizim grafik derslerimize de giriyordu. Çok güzel fotoğrafları vardı; bize gösterdiğinde çok etkilenirdik. O dönem, bir taraftan resim öğreniyorduk, estetik, sanat tarihi okuyorduk ve diğer taraftan da okulun birkaç makinesinden faydalanıp fotoğraf çekmeye uğraşıyorduk. Fotoğrafın temel bilgilerini ve karanlık odayı ilk yılda öğrendik. Fakat benim bu arada harçlık sorunum vardı; çünkü babamdan bana para gelmiyordu. Harçlığımı kendim çıkarmam gerekiyordu ve daha önce fotoğraf makinesiyle fotoğraf çekip arkadaşlara satanları görmüştüm. Ben de bir makine alıp böyle yapabilir miyim, diye düşündüm. Karar verince de arkadaşlarımdan borç alarak 90 liraya basit bir makine aldım. 6x 6 roll film çeken 12 pozluk körüklü Agfa marka bir makineydi. Bununla okulda, gezilerde arkadaşlarımın fotoğraflarını çektim; sattım ve harçlığımı çıkarmaya başladım. Böylece fotoğraftan para da kazandım ve fotoğrafın bu yönünü de gördüm. Resim okuduğumuz için fotoğrafın artistik yanının da farkındaydık. Şinasi Bey’inkiler gibi fotoğraflar çekmeye çalışıyorduk. Gündüz – gece fotoğrafları, kar fotoğrafları, bitki, çiçek arkadaşlarımın portre fotoğraflarını çekmeye başladım.

Öğretmenlik yaptığınız dönemde öğrencilerinize fotoğraftan bahseder miydiniz?

Tabii… Diyarbakır’da öğretmenlik yaptığım öğretmen okulunda fotoğrafçılık eğitsel kolu kurarak fotoğraf kursları açtım. Ancak orada sıkıntılar vardı. Okula sadece bir makine aldırabildim. Agrandizör yoktu. Kompakt tab yapardık. Film ve kâğıdı üst üste koyarsınız. Şimdiki gençler bunu pek bilmiyor. Gerçek bire bir baskı yapardık. O da küçük olurdu. Ancak 6×6 ya da 6×9 fotoğrafları elde ederdik. Zaten 35mm makineyle çekilen filmlerle bu tabı yapmak ancak arşiv ve seçmek için olurdu. Ankara’ya geldikten sonrada kurslara devam ettim.

Bir dönem yaptığınız resim öğretmenliği ve resim çalışmalarınız tablo gibi fotoğraflarınızın sırrı olabilir mi?

Plastik sanatlarda bazı ortak özellikler vardır ki bunlardan birisi de kompozisyondur. Kompozisyon, resimde, bir düzlem içine çalışacağımız konunun bazı kurallar çerçevesinde yerleştirilmesi, düzenlenmesidir. Buna fotoğrafçılıkta terim olarak “kadrajlama” diyorlar. O da nedir? Fotoğrafı çekilecek konuyu çerçeve içine almaktır. Bunlar, resmin temel eğitiminde vardır. Resmin temel eğitiminde ayrıca; ışık – gölge, leke düzeni, denge, yatay- dikey kesişen hatlar, açık – koyu gibi konular öğrenilir. Bir fotoğrafçı bunları bildikten sonra iş, fotoğraf makinesi ile konuyu kadrajlamaya yani kompozisyonunu kurmaya kalır. Benim fotoğraflarıma resim eğitimi görmemin katkısı büyük olmuştur. Bence fotoğrafa başlayanların önce bir resim temel eğitimi alması da gerekir. Ben önce her şeye estetik yönden bakarım; “Nasıl güzel fotoğraf olur; neresinden bakarsan bu güzel görünür?” diye sorarım hep kendime. Fikret Otyam, “Güneşin Doğduğu Yer: TÜRKİYE” albümümü gördükten sonra, “Sorsalar Kemaliyeli Sıtkı Fırat necidir? O objektifiyle resim yapan has bir ressamdır. ”derim diye bir yazı yazmıştı. Otyam da bir ressam ve fotoğrafçıdır; beni iyi tahlil etmiştir. Unutmamalı ki fotoğrafın icadından sonra fotoğrafa ilk başlayanlar da ressamlardı.

Fotoğraf çekerek ve öğretmenlik yaparak, Anadolu’yu yıllarca karış karış gezdiniz. Çektiğiniz fotoğraflar üzerinden, Türkiye’deki görebildiğiniz büyük toplumsal değişimler nelerdir?

1983 yılında, Hayat dergisi için Lütfü Özgünaydın benimle bir röportaj yapmıştı. “Anadolu’da 600 bin km” diye başlık attı. Ondan sonra milyon kilometreyi aştım ve Anadolu’yu defalarca karış karış gezdim. Anadolu’da doğru dürüst yol yoktu ve seyahat etmek çok sıkıntılıydı. Önceleri arabam yoktu, otobüslerle gidiyordum ve çok zor oluyordu. Şehirlerde, kasabalarda doğru dürüst kalacak otel yoktu. Türkiye tanınmıyordu; Türkiye’nin fotoğrafa ihtiyacı vardı. Kültürel değerlerimiz, doğal güzellilerimiz bizim kuşağımız döneminde fotoğraflandı. Nüfusun %70’i köylerde yaşıyordu ve Anadolu köyleri fotoğrafçılar için ilginç konular içeriyordu. Hiç kimse kendi bölgesinden başka yerleri tanımıyordu.

Turizm hareketi yoktu ve karayolları da yok denecek kadar azdı. Fotoğraf çeken kimselere o zamanlar Anadolu’da şüpheyle bakılırdı. Fotoğrafı, insanların zevk için ya da sanat için çektiğini kabullenmezler; gazeteci, defineci, haritacı derlerdi. Televizyon yaygınlaştıktan sonra da “Televizyoncu musunuz?” soruları ile karşılaşırdık. Birçok yere de bu yüzden gidemezdik ve çok sıkıntı yaşadık. Askeri alanların olduğu yerlerde ya da gece fotoğrafı çekeceğim yerlerde çok sorgulandım; karakollara götürüldüğüm oldu. Günümüzde bu tip sıkıntıların çoğu aşıldı artık.

Halen hayatta olan ve faal olarak fotoğraf üretmeye devam eden Türk fotoğrafının en kıdemli ustası durumundasınız yanlış bilmiyorsam. Bunca yıl, Türk fotoğrafını gözleme fırsatınız oldu. Başladığınız yıllarla bugünleri karşılaştırdığınızda bize neler anlatabilirsiniz?

En kıdemli benim herhalde. Sanat eğitimimle birlikte 1949’da başladım; yaşayan kuşak içerisinde zannedersem en kıdemlisi benim. Ben, 1950- 1960 yıllarında amatörce fotoğraf çektim, zaten o yıllarda fotoğrafları değerlendirecek yayın da yoktu. Tek kaynak, bankaların yaptığı duvar takvimleri ve Turizm Bakanlığı’nın yaptığı yayınlardı. Bende Ankara’ya geldikten sonra, Bakanlık ve takvimler için fotoğraf çekmeye başladım. Fotoğraf çeken çok az kişi vardı ama bunların arasında da rekabet vardı; çünkü fotoğraf alanında yayın çok kısıtlıydı. Banka takvimlerinde fotoğrafım yayımlansın diye herkes birbiriyle yarışırdı.

Şahsen birbirimizi tanımazdık; takvimlerdeki imzalardan birbirimizi tanımaya başladık. Zamanla Sıtkı Fırat fotoğrafları, takvimlerde daha çok yer almaya başladı. Güzel Sanatlar Müdürü Mehmet Özel, 1977’de açtığım “Memleketim” sergisinin açış konuşmasının sonunu şöyle bağladı, “Takvim yapraklarındaki en güzel fotoğrafların altındaki imza: Sıtkı Fırat.” İşte 1960–1970 yılları arasında, bir elin parmakları kadar olan fotoğrafçı sayısı, Türkiye’yi fotoğrafladı; hem de fotoğrafçılığın horlandığı, meraklılarının az olduğu, sanat kabul edilmediği dönemde. Bugün gelinen nokta tabii ki çok iyi… Fotoğrafın üniversitelerde ana bilim dalları açıldı ve birçok dernek kuruldu. Ben, fotoğraf dersleri gören ve Türkiye’de tek fotoğraf derslerinin olduğu G.E.E’de fotoğraf hocalığı yapmış tek kişi iken şimdi üniversitelerden ve derneklerden gençler yetişiyor; takip ediyorum, çok güzel fotoğraflar var. Tabii ki her şeyde bir ilerleme, bir gelişme olacak. Fotoğrafın teknolojisi de süratle değişiyor. Yalnız şunu gözlemliyorum, dijital teknolojinin fotoğrafa girmesi ile birlikte hem fotoğraf yalan söylemeye başladı, hem de fotoğrafı meslek edinenlerin iş olanakları daraldı.

Hem fotoğrafçı olarak hem de fotoğraf dışındaki yaşamınız açısından, geldiğiniz noktadan memnun musunuz, hedeflerinize ulaştığınızı düşünüyor musunuz; yapmak isteyip de yapamadığınız şeyler oldu mu?

Ben fotoğrafla uğraşmamış olsaydım, ya şimdi köşesine çekilmiş bir emekli öğretmen olacaktım ya da resim yaparak, fotoğrafçı değil de ressam olarak bir imza olacaktım. Diyarbakır’da çalıştığım yıllarda, resim de yapıyor ve devlet sergilerine katılıyordum. İki resmim de satın alındı; bugün Ankara Devlet Resim ve Heykel Müzesi koleksiyonunda bulunuyor. Geçim sıkıntısı çekmem, o yıllarda resmin alıcısı olmaması gibi sebepler yanında fotoğrafın iletişim gücü, paylaşımı, bendeki doğa sevgisi, fotoğraf alanını seçmemdeki etkenler arasındaydı.

Bugün itibariyle fırsat buldukça resim de yapıyorum.

Fotoğrafçılıkta sürekli gelir kazanmaya, bir arkadaşımla ortaklık kurup, düğün ve toplantı fotoğrafları çekerek başladım. Dersten çıkıp, fotoğraf çekmeye gidiyordum. O da çekiyor, ben de çekiyorum ama bir yandan da yaptığımız iş hoşumuza gitmedi ve yapamayacağımızı anlayınca başka fotoğrafçılar tuttuk. Bu sefer karanlık odada fotoğrafları tabedip elemanlara veriyorduk ve onlar satıp geri geliyorlardı. Bu işlerden, maaşımdan çok para kazanıyordum.
Ortaklık kurduğum arkadaşımla ayrılınca, Kent Fotoğraf Ajansı adında firma kurdum ve aynı işi tek başıma sürdürdüm 1970’lere kadar. Sonra tanıtım fotoğrafları çekerek broşür, grafik, matbaa takvim işleri yaptım. Turizm Bakanlığı’na diyalar verdim. Bugünkü kavuştuğum olanaklara sahip olmam ise laboratuvar kurmamla oldu. Fotoğrafla uğraştığım için Türkiye’deki bu boşluğu gördüm. Fotoğraf çekim sonrası hizmetleri veren laboratuvarlar Türkiye’de yeni yeni faaliyete giriyordu; renkli film çekimleri artmıştı ama banyo ve baskı yapan yerler çok azdı. Ankara’da Refo Color, İstanbul’da Serengil Laboratuvarları faaliyete başlamıştı.
Öğretmenken ben de filmleri yıkatmaya oralara verirdim. Yoğun işten dolayı, 15-20 gün ertelerlerdi. Hem çektiğiniz filmin banyosu ve baskılar da kimi zaman istediğiniz gibi olmuyordu. Zaten renkli baskı yapmak için daha önceleri evde denemelerim olmuş ama vazgeçmiştim. Emekliliğimde dolmuştu ve1977 yılında emekli olarak, emekli paramın üzerine bir miktarda borçlanıp oğullarımı da ikna ederek Fıratcolor Laboratuvarını kurdum.
Sonuçtan, geldiğim noktadan tabii ki memnunum. Bu mesleği seçmekle isabetli bir karar verdiğimi düşünüyorum. Ne yazık ki halen sanatla ilgili çalışmalar ülkemizde karın doyurmuyor. Ben laboratuvar kurmakla, hem belli bir kazanç elde ettim hem de sanatsal çalışmalarımı finanse ettim; çocuklarımın da işini kurmuş oldum. Onlar da bu işi en iyi şekilde götürerek örnek bir laboratuvar oluşturdular. Ben de gerek açtığım sergilerimle ve bazen de fotoğraf firmalarının katkıları ile dünyayı gezdim, fotoğraflar çektim; işimi yaparak keyif aldım. Bugün arşivimdeki on binlerce fotoğrafın içinden çıkamıyor, bu kadar fotoğrafı nasıl çektiğime, yılların nasıl geçtiğine inanamıyorum. Zannımca, hedeflerimin çoğuna ulaştım; fakat sanatla uğraşıyorsanız, hedefleriniz bitmiyor ve hedeflediğim daha birçok şey var.

Aklınızda kalan, yapamadığınız bir şey oldu mu?

Henüz, istediğim fotoğrafı çekemedim sanki. Hep böyle aklımın köşesinde bir şeyler kalıyor. Mesela çok sevdiğim bir fotoğrafa baktığımda, “Ah! Tüh! Keşke şurada bir çiçek olsaydı; şurası da çıksaydı; ışık şuradan gelseydi veyahut şurada bulut olsaydı, bir insan olsaydı…” demişimdir. Bir de birkaç deneme de yapmama rağmen, isteyip de yapamadığım belgesel film çekimlerim vardı; onlar da aklımın bir köşesinde duruyor.

Sizce manzara fotoğrafının olmazsa olmazları nedir?

Manzara fotoğrafının, insana, “Ah keşke ben de şurada olsaydım, yaşasaydım” dedirtmesi lazım. Fotoğraf alıp sizi alıp götürmeli.

Dünyanın ve Türkiye’nin birçok yerini gezdiniz, fotoğrafladınız. Dünyanın en güzel şehri ya da yeri şurasıdır diyebileceğiniz bir yer var mı?

Birkaç yer birden var. Mesela, adalar ülkesi Havai hakikaten güzel. Fotojenik şehir olarak da Rio de Jenero’yu söyleyebilirim. Üç beş tepe var ve nereye çıksanız çıkın şahane bir görüntü sizi karşılar. Çin’de çok güzel, dünya mirasına dâhil yerler gördüm. Ülke olarak güzellik diyorsanız Norveç var; çok güzel ve çok değişik bir ülke. Çok güzel, bozulmamış, biblo gibi kentler görüyorsunuz.

Fotoğrafçı kimliğiniz yanı sıra Fırat Color’ın kurucusu ve baş aktörüsünüz. Kuruluş sürecinizden bahsettiniz ama biraz da Fırat Color’ın geçirdiği değişim sürecinden bahseder misiniz?

Dediğim gibi dükkânı açmak için emekli param vardı ve bir miktar borç aldım. Köln’de açılan fotoğraf fuarı Foto Kino’ya gittim. Bütün dünya fotoğraf sektörü oraya gelirdi. Makine, laboratuvar malzemeleri gibi pek çok şeyi bulurdunuz. Bu arada o dönemlerde ithalatta kotalar vardı ve işçi permisiyle geliyordu çoğu makine. Ben alacağım makineleri tespit ettim ve bir işçi permisine ihtiyacım vardı. 1966’da Almanya’ya Türkiye’den gitmiş bir aileyle tanışmıştım. Ailenin oğlu, “Ben sana bunları temin ederim; sen bana parayı yolla,” dedi. Ona inandım ve yirmi altı bin markı bir işçiyle gönderdim. Makinelerin siparişini verdim ama ne makine ne de adam geliyor. Telefon ediyorum, cevap yok. Parasız kaldım, sıfırı tükettim ve dolandırıldığımı anladım. Emekli ikramiyem, aldığım borçlar, hepsi gitti.

Sonra bin bir güçlükle zaman içinde paranın bir kısmını geri alabildim. Makineleri kendim ithal ederek laboratuvarı kurduk. Bu benim iki yılıma mal oldu. Oğlum Aykut da askerden dönmüştü. Önce fotoğrafçılara duyuru yaptık, biz de bu işi yapıyoruz diye. Film yağmaya başladı. Günde 20 tane film yapabiliyorduk; 30 geldi mi yok, zaman yetmiyor. Cihazlar o kadar süratli değil. Diğer oğlum Artuk’u da çağırdım. O da resim öğretmeni olmuştu ama bizle çalışmaya başladı. İki sene sonra tekrar Foto Kino’ya gittim ve daha süratli cihazlarla döndüm. İş, rayına oturmaya başladı. Yirmi sene boyunca laboratuvarlar iyi iş yaptı.

Fotoğrafta, beş yılda bir teknoloji değişti ve her defasında ona ayak uydurduk. En son dijital teknoloji çıkınca da baştan benimsemedik; ancak bu iş çok çabuk gelişti. Borçlanarak aldığımız makineler elimizde kaldı ve onları elimizden zor çıkardık. Küçülmeye başladık; çünkü dijital fotoğrafçılık, filmi ve filmin banyosunu ortadan kaldırdı. Fotoğraf, görme olayıdır. Evvelden film çekip, banyo olup görünceye kadar bir heyecanla beklenirdi; şimdi fotoğraf çeken o heyecanı ânında yeniyor. Hemen bakıyor ve hevesi geçiyor; baskıyı düşünmüyor. Fotoğraf bir yerlere saklanıyor ve kendi içerisinde sanal alemde geziniyor.

Dijital teknolojideki hızlı gelişmelerin laboratuvarlara büyük zarar verdiğini söyleyebilir miyiz?

Bir kere fotoğrafın bir iş sahası vardı. Milyonlarca insan bundan ekmek yiyordu.
İşin bu tarafını bitirdi. Dev firma Kodak Film fabrikalarını kapattı. Akfa Film ve Konika battı. Fuji, artık film ve kâğıt işinde değil. Kodak sadece kâğıt üretiyor. Baskı işi çok azaldı; insanlar dijital makinelerde neticeyi gördüğü için baskı yaptırmıyor ve dolayısıyla laboratuvarların işi bitti. Birçok laboratuvar kapandı; birçoğu da kapanma aşamasında. Bunun yanında, dijital fotoğraf, fotoğraf kâğıdının yanında başka tür materyallere baskıya izin verdi. Bu da baskı işlerinin kırtasiyecilere, tabelacılara kadar düşmesine, dolayısıyla kalite kaybına sebep oldu.

Yerli ya da yabancı, fotoğraf yolculuğunuzda kendinize örnek aldığınız, fotoğraf dünyasından beğendiğiniz belirli isimler oldu mu?

Fotoğrafa başladığım zamanlarda, dış dünyaya kapalıydık. İçeride de etkileneceğim kimse henüz yoktu; kimseyi örnek almadım. Sonraları beni örnek alan olmuştur. Gördüğüm fotoğraflar karşısında hep, ben daha iyisini çekerim, demişimdir. Sadece İstanbul Öğretmen Okulu’ndayken Otmar’ın fotoğraflarını gördüm. O yıllarda etkilendim. Resimle de uğraştığım için onun kartpostal fotoğraflarını satın almıştım; hâlâ arşivimde durur. Bir de tabii ki ilk derslerimi aldığım hocam Şinasi Barutçu yolumu çizmiştir.

Genç fotoğrafçılara tavsiyeniz nedir?

Düğmeye basınca sanat olmuyor; bunu bilsinler. Üç tane fotoğraf çekince, “oldum” demesinler. Fotoğrafçılık çok uzun bir yoldur. Kalıcı olmak istiyorlarsa, bunu meslek edinsinler. Kalıcı olmak için kitap yayımlamalarını da tavsiye ederim ama hobi olarak fotoğrafla uğraşmak da güzel bir şey. Yani insanların boş zamanlarını değerlendirme bakımından, çevresini inceleme araştırma görme bakımından fotoğraf çekmek çok önemli.

Fotoğrafta ilerlemek için neler gereklidir sizce?

Herkes fotoğraf çeker; öncelikle de gezen insanın fotoğraf çekmesi lazım. Ancak fotoğrafta ilerlemek, sanatsallığa erişmek için; nasıl bir müzisyen, şair, ressam, yazar olmak için yetenek gerekli ise fotoğraf sanatı içinde tabii ki görsel ve düşünsel yetenek gerekir. Herkes fotoğraf çeker ama her fotoğraf, sanat değildir. Eğer farklı bir fotoğraf çekebiliyorsanız, herkesten farklı düşünüyor ve farklı görüyorsunuz demektir. Fotoğrafın sanatsallığı, onu çeken kişinin gönlünü koyması ve yaratıcı üslubu ile belirlenir. Mesela enstantane fotoğrafları vardır; tesadüftür. O, bir belge olarak değerlidir. Fotoğrafla mesaj vermek istiyorsanız, fotoğrafı kullanırsınız. Bu tip çalışmalar, belge niteliklidir. Sıradan olanların yanında, ustaca çekilenler vardır; gerçi doğrudan çekilen her fotoğraf belgedir ama iyi bir fotoğraf kendine baktırır.
Benim bir lafım vardır: Bir fotoğraf, bir romana bedeldir; anlayabilen için derim. Gerçekten de hiçbir söz, gözün gördüğünü anlatmaya yetmez. Fotoğrafa başlayanların, çok fotoğraf izlemeleri, çok fotoğraf çekmeleri, her çektikleri fotoğrafı kendi içlerinde iyi irdeleyip “Ben daha iyisini çekebilirim” demeleri, fotoğraf sergilerini ve hatta resim sergilerini gözlemeleri lazım. Plastik sanatlar bir bütündür ve birbirinden etkilenirler. En önemlisi, tutku lazım; tutku olmazsa fotoğraf olmaz. Bir şeyler görmenin, çekmenin heyecanını devamlı içinizde hissedeceksiniz.


Röportaj: Nergis AKINCI
Fotoğraflar: Sıtkı FIRAT

Kontrast Sayı 16, Mart 2010

Bizi paylaşın..