Özcan YURDALAN | Bir Şehri Fotoğraflamak Ya da İki Dilde “MERHABAREV” (36. Sayı)

Adına şehir dediğimiz organizma, her canlı gibi bedeni ve ruhuyla birlikte tezahür eder. İçine aldığı ne varsa biraz kendisine benzetir, biraz da kendisi ona benzer. Bu sayede aralıksız dönüşüm yaşayan şehir dokusu aynı zamanda şehrin suretlerini yaratır.

Bir şehrin kadraja giren parçası her ne kadar görünen yanına ait olsa bile, her suret gibi onun da arkasında yaşanmışlıklara ait derinlikler vardır. O derinliklere bakabilen ve yüzeyde gördükleriyle yetinmeyen fotoğrafçının mahareti, şehrin sinir uçlarını kurcalamaya başladığı zaman ortaya çıkar…

En sonda söyleyeceğim lafı yazının başında söyleyerek okuru zahmetten kurtaracak olursam eğer: “Bir şehri fotoğraflamak, ruhuna nüfuz etmiş suretlerin peşine düşerek o şehrin hakikatini aramak işidir,” derim.

Bu işe kalkışan her fotoğrafçının kendi meşrebine göre tutturduğu bir yol, aklının kestiği bir yordam vardır. Bu fotoğrafçılardan bazıları ruhlarına düşmüş şehir yansımalarını görüntü haline getiren suret ustalarıdır. Bazıları ise gözleme dayalı şahsi tanıklığı yaratıcı bir ifadeyle hikaye eden fotoğrafçılardır. Onlar kameralarını doğrultup meydanlardan bulvarlara, oradan mahallelere, sokaklara, mekanlara gire çıka şehre bakar, algı boyutlarını zorlayarak şehrin bünyesini görmeye çalışırlar. Zihinlerindeki şehri fotoğraflarken aynı zamanda bir merakın peşine düşerek öncelikle şu soruların cevabı ararlar:
Burası nasıl bir yer?
Burada kimler yaşıyor?
Bu insanların nasıl bir hayatları var?… Buldukları her cevap bize fotoğrafçının zihninden süzülmüş o şehrin bir sureti olarak görünür.

  • Hayatın İçindeki Şehir Fotoğrafı

Fotoğraf makinesinin sıradan bir teknik kayıt aracı olduğunu biliyoruz. Ancak “fotoğrafçılık mahareti”nin bu aleti kullanmaktan ibaret olmadığını, çünkü fotoğrafların aynı zamanda “gösterme” ve “sordurma” yetenekleri bulunduğunu, “kanaat yaratma” etkisine sahip olduğunu kabul ediyoruz.

Görüntüler bize bir şeyler anlatırken aynı zamanda fotoğraflarda kurgulanmış anlam dünyası aracılığıyla fotoğrafçının zihni ile bizim zihnimiz arasında bir kanal kuruluyor. Ancak bu ilişki o kadar saf, sade ve masum değil. Her fotografik görüntüyü içselleştirdiğimiz kültürün kodlarıyla ve edindiğimiz ideolojinin saikleriyle çözümlediğimiz kadar bize ulaşmasını sağlayan mecranın kodlamasıyla da okuyoruz.

Fotoğraflar, giderek yaygınlaşan illüstratif görüntüler halinde her geçen gün hayatımızda daha fazla yer tutuyor. Sadece tanımlayan, tasvir eden, gösterip anlatmayan suretlerle kuşatılmış vaziyetteyiz. Kameralar fotokopi makineleriyle yarışarak hayattan kopyalar çıkarıyor. Görünümlerin sıradan kopyaları halinde biteviye üretilen bu fotoğrafların yanı sıra şehirde karşımıza çıkan başka görüntüler de mevcut. Bu bolluk durumu bazı fotoğrafların karmaşa içinde kaybolup gitmesini değil, bereketli bir zeminde daha gür belirmesini sağlıyor.

Manipülatif görüntüler yaygın ve derinlemesine bir etki alanına sahip. Hatta şehre egemen suretler halinde hem tanımlıyor hem yönlendiriyorlar. Mesela reklam imajları. Ticari beklentilere uygun olması kadar ideolojik bir mecra ve düşük yoğunluklu siyaset kanalı olarak kullanılan reklam fotoğraflarındaki çarpıcı anlatımlarla ve stratejik yönlendirmelerle hepimiz her zaman karşı karşıyayız. Özellikle tüketim toplumlarında, fotoğraflarla insanları yönlendiren reklamlar şehirlerde üretilir ve en fazla şehirlerde tüketilir. Şehirde yaşayan birinin doğrudan maruz kaldığı, hatta çoğu zaman yeniden ürettiği bu görüntüler şehrin hikayesini kovalayan fotoğrafçının gördükleri arasında önemli yer tutar. Kimi zaman reklamlardaki fotoğrafların canlı halleriyle karşılaşmak olağan hallerdendir.

Bir vakitler hayatı taklit eden sanat, yerini sanatı taklit eden hayata bırakmıştı. Şimdi ise reklamlardaki suretlerin hayat tarafından taklit edildiği zamanlardayız. Bu gerçeğin görünümleri şehre bakan fotoğrafçıların tam karşısında duruyor. Fotografik görüntülerle tektipleştirilmeye, kategorize edilmeye, kimlik giydirilmeye çalışılan şehir hayatlarını yaşamaya teşvik ediliyoruz. Fotoğraf bu eğilimi beslediği kadar bu kabulü bozacak, bu rızayı itiraz haline getirecek düzenekleri de besliyor.
Ama nasıl?

  • Şehrin Portresini Çıkarmak

Bir şehri fotoğraflamak işi, fotoğrafın hangi türüne daha yakındır diye sorulacak olursa benim cevabım PORTRE fotoğrafçılığı olur.

Portre fotoğrafçıları hepimizin bildiği gibi modellerinin fizyonomisini göstermekle, dış görünüşünü tanımlamakla yetinmezler; asıl peşinde oldukları objektifin karşısındaki öznenin kişiliği, duygu dünyası, iç âlemidir. Onlar fotoğraf çekmeye değil objektiften çıkan görünmez bir zıpkınla birlikte modellerinin gözbebeğinden girerek ruhuna saplanmaya çalışırlar.

Portre fotoğrafını dar anlamıyla ele aldığımız takdirde fotoğrafçının beklentilerini ifade eden durumlar, bir şehri çeken fotoğrafçının arayışlarına çok benzer. Mesela stüdyodaki portre çekimlerinde fotoğrafçının başarısı nasıl ki fotoğrafını çektiği kişinin iç dünyasına göndermeler yapabilmesinden geçiyorsa, bir şehri fotoğraflamak da aynı amaca yöneliktir ve bu nedenle portreci titizliği ister. Aksi takdirde sıradanlık nitelemesi hazır bekler.

Bir şehri sıradan kayıtlar halinde önümüze getiren görüntüler ne kadar yavansa o şehrin güzelliklerini yansıtan dekoratif fotoğraflar, turistik imajlar da o kadar sığ ve sıradandır. Portre fotoğrafı derinlikli bakışın fotoğrafçılıktaki turnusol kağıdı ise eğer, klişelerden oluşan, zaten üretilmiş şehir imajlarının tekrarından ibaret fotoğraflar da aynı mihenk taşında kolayca kıymetini ölçebilir.

Bütün bu nedenlerle bir şehri fotoğraflamanın en az portre fotoğrafı kadar zengin kimlik uzantılarına göndermeler yapması gerektiğini düşünüyorum. Yüzeysel bilgilendirmelerle, sıradan beğenilerle yetinmek yerine o şehrin katmanlarını oluşturan ilişkilere uzanan, anlam zenginlikleri yaratan fotoğrafları tercih ediyorum; bu açılımlara sahip çalışmaların yeterli kapsayıcılığa sahip olabileceğini düşünüyorum. Portre fotoğrafları, dar alanda en az hareketle en ateşli dansların gerçekleştirildiği bir sanat gibi görünür bana. Belki de bu sayede güçlü portrelerde zuhur eden kişilikler kadar fotoğrafçısının zihni de o surete yansır.

Fotoğrafın ince hüner isteyen alanlarından biri olduğunu bildiğimiz portre fotoğrafçılığının sahip olduğu gelenekten istifadeyle bir şehrin ruhuna nüfuz edilebilir kanısındayım…

  • Şehrin Özünü Çıkarmak

Bir şehri fotoğraflamak, geniş fotoğrafçılık yelpazesinde hangi türe daha yakındır diye sorulursa benim cevabım MAKRO fotoğrafçılık olur.

Hatta buna “makronun da ultrası” diyebiliriz, yani mikroskobik algıya yakın, öze yönelik bir bakış keskinliği ister. Çünkü şehrin kılcal damarları, birbirinden farklı bin türlü korelasyonun olup bittiği, nice buluşmaların, kaynaşmaların, ayrılıp bölünmelerin cereyan ettiği derinlikler âlemidir. Şehri fotoğraflamak bu hassas yaklaşımı, bu delip parçalayan, bütünden öze giden bakışı ister.

  • Sokakların Nabzını Tutmak

Bir şehri fotoğraflamak, fotoğrafın onca uygulama alanından hangisine daha yakındır diye sorulacak olursa ben en çok SOKAK fotoğrafçılığına benzer derim.

Çünkü bir şehri fotoğraflamak, sokak fotoğrafçısının sezgilerindeki keskinliği gerektirdiği kadar, onun bakışındaki analizci yaklaşıma, onun anlatımındaki sentezci duyarlılığa ihtiyaç duyar. Sokak fotoğrafçıları, sokağa yakışan yaratıcı, hınzır ve esprili dili kullanarak şehrin görünümlerine hayatiyet katmayı becerirler.

Şehir, dinamikleri itibariyle sürekli değişen bir görünüme sahiptir. Sokak fotoğrafçılarının doğru yerden bakarak kurduğu görsel denklem, bu değişimin karar durumlarını tespit eder. Sokakta gelişen bir sürecin kristalize olduğu an(lar) hikayenin özünü açığa çıkarmaya çalışan sokak fotoğrafçılarının aradıkları görüntülerin kaynağını oluşturur. Olay, karar kıldığı anda, yani doğası gereği kurulan denge durumu içindeyken, hem geçmişine hem de geleceğine dair ipuçları taşır. Sokak fotoğrafçısı tam bu denge durumunu gösteren fotoğrafları arar, kendi sözü olarak fotoğrafın diline tercüme etmeye çalıştığı görüntüyü yaratma peşindedir.

Bir şehrin nabzı sokaklar kadar kapalı alanlarda atar. Özel ya da kamuya açık mekanlar sokak fotoğrafçıları için eşdeğer önem taşır. Bu nedenle bir şehri fotoğraflamak sokak fotoğrafçısının sınır tanımayan girişkenliğiyle birlikte bir adap ve erkan sahibi olmasını gerektirir. Ancak derin bir konsantrasyonla anlatılabilecek yoğun hikayeler sokak fotoğrafçıları gibi bir şehri fotoğraflayanların da aradığı görüntülerdir.

  • Bir Şehir Hikayesi Anlatmak

Bir şehri fotoğraflamak, fotoğrafçılık alemindeki hangi tarza, hangi geleneğe daha uygundur diye sorulursa hiç düşünmeden BELGESEL fotoğraf derim.

Zaten tarihsel kesitte fotoğrafın varlık nedeni olarak kabul edilen “belgeleme” faslından şehirlere bakan pek çok fotoğrafçı biliyoruz. Belgeleyerek kayda geçirmenin ötesinde, fotoğrafla hikaye anlatmayı esas alan belgesel fotoğraf, ele aldığı konuyla değil de izlediği metotla diğer tarzlardan ayrışır. Belgesel fotoğrafın bu özelliğini dikkate alırsak, pekâlâ şehre bakan fotoğrafçı bu metodu esas alarak yola çıkabilir.

Şehir dediğimiz derya deniz birbirinden farklı bileşenlerle ve kâh yan yana duran, kah üst üste yaşayan katmanlarla kaim. Ayrıca bu katmanlardan bazılarının her an kırılmaya hazır fay hatlarının üstünde oturduğunu bildiğimiz gibi, kimilerinin birbiriyle hayli kaynaşmış kenetlenmiş durumda olduğunu da biliriz.

Her rengi ve türlü kokusuyla şehirler bir büyük anlatının konusu olabilir ancak. Belgesel fotoğrafın metodolojisiyle hikayelerine ayrıştırılabilen bu büyük anlatı, bu yöntem sayesinde derin bir ifadeyle yaşanmışlıkların hakikatine ulaşmaya çalışabilir. Fotoğrafın her alanında maharetle deklanşör basan fotoğrafçılar bu metotla bütünlüklü bir anlatı kurma imkanı bulabilirler.

Sanatın dünyasına atılacak adım tam burada, yani özgür ifadenin yaratıcı yaklaşımla buluştuğu, gerek hikayede gerek formda aranacak özgünlüğün eşiğinde başlar. Çünkü bir şehri fotoğraflamak, galiba her şeyden önce o şehrin hikayesini ve o hikaye içinde sanatçının yaratıcı katkısını ister. Lafı başladığımız gibi bağlayacak olursak eğer, “bir şehri fotoğraflamak, ruhuna nüfuz etmiş suretlerin peşine düşerek o şehrin hakikatini aramak işidir,” diyebiliriz.

  • İki Dilde Merhabarev

Sene 2006…

Paragrafa böyle girince sanki tarihin derin geçmişlerinden bir zamanı çekip çıkarıp önünüze koyacağımı düşünmeyin. Hem zaman daha dün kadar yakın, hem de olay gayet taze.

2006’nın Mart ayında beşi İstanbullu beşi Erivanlı on fotoğrafçı bir araya gelerek ortak bir çalışma yapmaya karar vermiştik. Hareket noktamız her iki toplumun, birbirini yeterince tanımıyor olmasıydı. En başta biz fotoğrafçılar birbirimizin şehrini, o şehirlerin neye benzediğini, nasıl hayatlar sürdüğümüzü karşılıklı olarak merak ediyorduk. Yüzlerce yıl birlikte yaşadığımız, aynı coğrafyaları paylaştığımız, bugün de kapı komşusu olduğumuz halde aramızda uçurumlar vardı.

f: Serra Akcan
f: Nelli Şişmanyan

Erivanlı belgesel fotoğrafçıların kuruluşu Patker Photo ile İstanbul’da çalışan Nar Photos kollektifi bu ortak çalışmayı sürdürebilmek için karşılıklı olarak birbirimize güvenmemiz gerektiğini biliyorduk. Fotoğrafçılar yaşadıkları şehirleri birbirlerinin gözlerine emanet ettiler. Erivanlı fotoğrafçılar İstanbul’u, İstanbullular Erivan’ı fotoğrafladılar. Birbirimizin kentlerinde yedişer gün geçirdik bu süre içinde sadece görünenleri değil, görünenlerin arkasındaki gerçekleri de fotoğraflamaya çalıştık. Günlük yaşamın görünümlerini, sokaktaki hayatın tezahürlerini yansıtan binlerce kare çekildi. Bu paralel çalışma iki şehrin fotoğraflanmasıydı. Uzun süren seçme sürecinin ardından ortaya çıkan fotoğraflarla MERHABAREV adlı bir sergi ile kitap hazırlandı. Kitap dört dilde Türkçe, Ermenice, Almanca ve İngilizce basıldı. İki şehrin fotoğraflanması ile ortaya çıkan bu paralel çalışmanın adı daha önce Yunanistanlı ve Türkiyeli fotoğrafçıların ortaklaşa gerçekleştirdiği “KALİMERHABA” çalışmasından mülhem “MERHABAREV” kondu.

f: Anahit Hayrapetyan
f: Kerem Uzel

“MERHABAREV” Türkçe’deki “Merhaba” ile doğu Ermenicesinde aynı anlama gelen “Barev” sözcüklerinin mükemmel uyumu ile ortaya çıktı. Bu çalışma sosyal belgesel tarzda gerçekleşmişti. Fotoğrafçılar sergiyi önce İstanbul’da sonra Erivan’da, ardından yurt içinde ve dışında pek çok yerde tekrarladı. Kitap yaygın biçimde dağıtıldı. Çeşitli konuşmalar ve izlenim paylaşımları yapıldı, röportajlar, radyo ve televizyon konuşmaları yapıldı.

f: Ruben Mangasaryan

On fotoğrafçı, “acıların paylaşıldıkça azaldığını, sevinçlerin paylaşıldıkça çoğaldığını” dile getirerek izlenimlerini ve gözlemlerini anlattılar. Bu süreçte birlikte olduğumuz Arto TUNÇBOYACIYAN sohbetlerimizin birinde şöyle demişti: “Kendine karşı dürüst olursan fotoğrafın gerçek olur.”

Özcan YURDALAN
Fotoğrafçı, Yazar
[email protected]


Kontrast Sayı 36, Temmuz-Ağustos 2013

Bizi paylaşın..