Orhan Cem ÇETİN | Söyleşi (19. Sayı)

FOTOĞRAFÇI, VS..: ORHAN CEM ÇETİN

“Nasıl? Bunun fotoğrafını mı çekmiş?”… Orhan Cem Çetin’in fotoğraflarını ilk izlediğimde verdiğim tepki buydu sanırım. Herkesin aklına gelecekmiş gibi duran ama tam da öyle olduğu için kimsenin aklına gelmeyen konular; kimsenin çekmediği fotoğraflar… Fotoğrafla derdini anlatabilen en yaratıcı isimlerden biri bana göre. Fotoğrafın peşinde koşmak yerine, peşinde koştuklarının fotoğrafını çekenlerden…
Yine böyle bir özportre fotoğrafının yer aldığı “Kimlikler Lütfen” sergisi için Ankara’daydı Orhan Cem Çetin. Cer Modern’de farklı disiplinlerin buluştuğu sergiyi gezmek de, Orhan Cem Çetin’le söyleşi yapmak da çok keyifliydi.

Kendinizi, kendi dilinizle nasıl tanıtırsınız?

Ben en kısa “fotoğrafçı vs.” diye tanımlıyorum kendimi. Ana işim her zaman fotoğraf olmuştur ama bunun dışına çıktığım da oluyor ve bunlarla fotoğrafı birleştiriyorum. Yazıyorum örneğin. Başka bir mesleğim çevirmenliktir. Benim üniversitede okuduğum yıllarda, Türkiye’de fotoğraf eğitimi veren bir kurum yoktu ve psikoloji eğitimi aldım. Son yıllarda ses ve müzikle uğraşıyorum. Bunların hepsini birleştirmeye çalışıyorum. Ancak dediğim gibi, ana işim fotoğraf olmuştur her zaman. Sadece sanat yönüyle değil ticari yönüyle de uğraştım. Fotoğraf malzemesi ithal eden firmalarda çalıştım yıllarca. 15 yıl reklam fotoğrafçılığı yaptım. Şu anda ise eğitimini veriyorum.

Psikoloji eğitiminin fotoğrafa etkisini gördünüz mü?

Çok büyük etkisi var tabii ki. Sanat mecrası olarak fotoğrafı kullandığımda, psikoloji eğitimi büyük bir fark yaratıyor. Çünkü hem içerikle ilgili, insan doğasına dair, varoluşa dair bakışımı etkiliyor; ayrıca, sunuşta da alıgıyla ilgili, izleyiciye ne geçecek, iş nasıl okunacak, bununla ilgili de az çok fikir sahibi olduğumdan, aldığım eğitimi ve üzerine kendi inşa ettiğim deneyimleri kullandığımı söyleyebilirim. Fotoğrafla uğraşan herkese de sosyal bilimlerle ilgilenmelerini salık veriyorum. Diğer türlü derinlikten yoksun, yalnızca dekoratif çalışmalar ortaya çıkıyor.

Fotoğrafın kavramsal yönüne ağırlık veren çalışmalara imza atıyorsunuz. Sizi kavramsal fotoğrafa yönelten ne oldu?

Ben çocuk yaşlarda başladım fotoğrafa. Çocuk aklıyla ne kadar derinlemesine fotoğraflar üretebilirsin ki? Benim için daha çok bir oyuncağı kırıp içine bakmak gibiydi: Nasıl çalışıyor, nasıl meydana geliyor? O yüzden çok uzun bir süre fotoğraf benim için çok teknik bir konuydu. Sürekli yeni yöntemler deniyordum. Hedefte, teknik konularda ustalaşmak vardı. Karanlık oda deneyleri yapıyordum. Bir filmi daha farklı bir yöntemle banyo edersem, bir maddeyi değiştirirsem nasıl sonuçlar elde ederim, daha iyi fotoğraflara nasıl ulaşabilirim diye kendimce uğraşıyordum. Daha sonra Boğaziçi Üniversitesi’nde, çok aktif bir kulüp ile tanıştım: BÜFOK; çok sonraları Geniş Açı dergisini çıkaran grubun da yetiştiği kulüp. Orada işler değişmeye başladı. İfadenin ne olduğunu görmeye, fotoğrafın içinde ne olduğunu daha fazla önemsemeye başladım. Sahnelenmiş fotoğraf daha çok ilgimi çekmeye başladı. Kafamda oluşturduğum bir görüntüyü fotoğrafa nasıl dönüştürebilirdim? Sokakta gördüğüm bir sahnenin fotoğrafını çekmektense, o durumu yaratıp fotoğrafını çekmek bana daha anlamlı gelmeye başladı. Bunu yaptığımda, sahnelenmiş bir fotoğraf ürettiğimde ya da deneysel bir teknikle bir fotoğraf ürettiğimde, o fotoğraf bütünüyle bana ait oluyordu.

Dijital fotoğrafla birlikte “fotoğraf” ve “fotoğrafçı” tanımları değişmeye başladı; peki sizin için ne ifade ediyor dijital fotoğraf?

Dijital fotoğrafı Türkiye’de ilk kullananlardan biriyim. 1993 yılının sonlarında ürettiğim “Renk’arnasyon” başlıklı bir serim var. Şok ediciydi birçok kişi için. Çünkü dijital fotoğraf daha yeni yeni konuşuluyordu ve hiçbir şekilde ciddiye alınmıyordu. Ne ticari ne de sanatsal bir uygulamada kullanılabileceği düşünülüyordu. Daha çok kimlik sistemlerinde, konferanslardaki sunularda vs. basit şekilde kullanılıyordu. Ben bu teknolojinin ek yaratıcı imkânlar sağlayabileceğini düşünüp denemeye başladım. O seri ortaya çıktı ve müthiş reaksiyon gördü. Birçok kişi arasında, dijital fotoğrafın fotoğraf olmadığı tartışmalarının ortaya çıkmasına yol açan bu seridir. Açıkça bana “fotoğrafı soysuzlaştırdığım”, “fotoğrafı fotoğraf olmaktan çıkardığım” söylendi. Ben de ısrarla dedim ki, “Bu sizi ilgilendirmez, kendi çektiğim bir fotoğrafa canım ne isterse yaparım.” Bunun fotoğraf olup olmadığını sorgulamak da kimsenin haddi değil. Ben kendi çektiğim bir fotoğrafı dönüştürüyorum. Onu yaratan kişi olarak bu benim hakkım. Kimse beğenmeyebilir tabii ki, kimseye hitap etmeyebilir.

Dijital fotoğraftaki en büyük zorluk, eğer manipülasyondan bahsediyorsak, nerede duracağını bilmektir. Hiç durmadan dönüp baştan yapabilirsin çünkü. “Bu fotoğraf burada bitti” demek ve kendini frenlemek olağanüstü güç bir şey. Tam tersine, bu tarz çalışmalarda çok büyük kolaylık olduğu, iki mouse oynatarak yapıldığı zannediliyor. Çok ciddi bir önyargı bu. Fotoğrafa yapabileceğiniz şeylerin sayısı gitgide artıyor. Fotoğraf zaten ilk andan itibaren bir teknoloji ürünü olduğu için, buna kapalı olmayı ben akıl almaz buluyorum. Kısacası, bu çok büyük bir zenginlik.

Gündelik hayatta insanların fotoğrafla kurduğu ilişki de değişiyor sürekli. Bunu da dikkate almalıyız. Fotoğraf üretirken izleyiciye ne geçeceğini önemsiyorsak, gündelik hayatta, Facebook’ta, online gazetelerde, paparazzi haberlerinde neler olup bittiğini takip edip insanların fotoğrafla kurduğu gündelik ilişkiyi biliyor olmamız lazım ki, bugüne özgü bir dil oluşturabilelim. İzleyiciyi yakından izlemeye çalışıyorum bu yüzden, izlemek de zorundayım. İçerik, zaten hayat dönüştüğü için, sürekli dönüşüyor. Benim serilerim pek birbirine benzemez. Tekrarlamaktan da çok korkarım. Günün birinde baktım ki hep aynı şeyleri yapıyorum, bu, ben bir birey olarak değişim geçirmiyorum anlamına gelecektir ki bir faciadır. Teknik becerileri geliştirmekten ziyade hayatla kurduğun ilişkiyi canlı tutmak daha önemli.

Kavramsal fotoğraflar için, yazı olmadan fotoğrafın diliyle bir şeyler anlatmak mümkün mü sizce?

Fotoğraf, kaygan bir zemin. İzleyicinin imge sözlüklerini kullanıyorsunuz. Bu da tarihe ve coğrafyaya bağlı olarak değişen bir şey. Dediğiniz yapılabilir ama ancak çok spesifik bir toplum için ve belli bir dönem için. Sonrasında, bunun da kayıt altına alınması gerekir, bu dönem bu böyle algılanıyordu diye. Ben pek şansa bırakmak istemiyorum. O yüzden belli bir algıyı, belli bir sınır içinde tutmak istiyorum. Tek yapılabilecek şey bir metin yazmak. Bu da bir sergi metni ya da fotoğrafa verilen bir isim şeklinde bile olabilir. Zaten öteden beri yapılan bir şey. Görüntü ve sözün bir arada olduğu sinema gibi, tiyatro gibi, grafik gibi birçok mecra var. Çok da şaşırtıcı değil ama nedense yadırganıyor, genelde de şöyle algılanıyor: “Sen sözcüklere başvuruyorsan, yeterince iyi bir fotoğrafçı değilsin demektir.”. Bunlar maharetle ilgili şeyler. Benim “Bakın ne kadar iyi fotoğrafçıyım!” gibi bir şey gösterme derdim yok. Benim sözümü söylemem önemli. Şunu da söylüyorum: Fotoğrafçılar, kimi zaman benim işlerimi eleştiriyorlar; yöntemlerimi, yaklaşımımı ama ben zaten diğer fotoğrafçılar için iş yapmıyorum ki! Yapmamalıyız da zaten; birbirimizin işine çok tarafsız da bakamayız, hepimiz fotoğrafçı olduğumuz için bir mesleki deformasyon içindeyiz. Ben o yüzden, fotoğrafla daha gündelik ilişkisi olan insanlar nasıl algılıyorlar, buna daha fazla önem veriyorum.

Kendinizi fotoğrafçı vs. diye tanımlıyorsunuz. Bu “vs.”yi açarsak; akademisyen, fotoğraf editörü, yazar, radyo programcısı, çevirmen, müzisyen gibi sıfatları da taşıyorsunuz. Fotoğrafçı’dan sonra ikinci sırayı hangisine verirsiniz?

Şu anda müzik… Bir müzisyen olduğumu asla söyleyemem, amatörüm. Ama fotoğraftan sonra hayatımda en fazla ilgiyi ve zamanı alan ve masrafa yol açan şey şu anda müzik. Bu soruyu 5 sene önce sorsaydınız, yazmak derdim.

Çeşitli yerlerde izleyebildiğimiz projeleriniz var ama 2002 yılından beri kişisel serginiz olmamış, neden bu kadar ara verdiniz?

En son “Bilet” sergisiydi sanırım. Çok uzun bir süre oldu gerçekten. Aslında tamamlanmış projeler var, bir tane henüz yayımlanmış kitap var; arada, 2004 yılında çıkan kitabım “Bedava Gergedan” var. Ona da bir solo denilebilir. Karma sergilere verdiğim çalışmalar var. Son dönem fotoğrafçılarla olmaktan ziyade farklı disiplinlerden gelen sanatçılarla bir araya gelebildiğim sergilerde yer alıyorum. Biraz fotoğrafın dışına kayan işlerim, örneğin kendi bedenimi de bir sanat nesnesi hâline getirmeyi denediğim performanslarım oldu, oluyor. Bir seferinde “Uyku” adını verdiğim bir çalışmada üç gün, daha doğrusu 81 saat uyumadım ve o hâlimi sergiledim insanlara mesela. Performans sanatı, nispeten genç bir disiplin ve biraz deneysel tiyatroyu andırıyor. Ama temel farkı şu: Rol yapmıyorsun, kendini o hâle sokuyorsun.

Yakın zamanda izleyebileceğimiz kişisel bir projeniz var mı?

Üzerinde çalıştığım, tamamlanmak üzere olan bir seri var: “Kusursuzluk Zaman Alır / Bir Gün Çok Güzel Olacağım”. Bu kış sergisini açabileceğimi umuyorum. Bir mikrokozmoz, çürümüş gıdalar ve bakteriler dünyası. Çıkış noktası ve herkese sorduğum soru şuydu: “Besin zincirinin en tepesinde hangi canlı var?” Aldığım cevap genelde “insanlar” oluyor. Bunu, insanın fazlasıyla kibirli olmasıyla açıklıyorum. Bizim alt edemeyeceğimiz, kendimize yem edemeyeceğimiz hiçbir şey yok gibi bir bakış açısı. Oysa sen de bir yemsin ve o minnacık bakteri de sonunda gelip seni yiyecek. Zannettiğimiz kadar güçlü değiliz ama bir yandan çok da kibirliyiz. Bir hayvan olduğumuzu reddediyoruz. Sofrada yemek artıklarından bir an önce kurtulma çabasının temelinde, bize hayvan olduğumuzu hatırlatmaları var bence. Benzer bir alan da cinsellik. Bu iki alanda, hayvan olduğumuz gerçeğini reddetmeye yönelik büyük bir kültür oluşmuş durumda. Her iki alanda da işin bittiği zaman kalan artıklar bu gerçeği inkâr etmeni zorlaştırıyor. Bu inkâr ilgimi çekiyor. Fotoğraflarda da, biraz zaman verirsen senin için çöp olan şeyin bakteriler için müthiş bir ziyafete, süslü bir ziyafet sofrasına, kusursuz bir yapıya dönüştüğünü göstermeye çalışıyorum.

Yıllardır fotoğraf eğitimi alanında da aktif rolünüz var. Fotoğraf öğretilebilir mi? Fotoğraf eğitiminin olmazsa olmazları nedir?

Fotoğraf teknik bir konu olduğu için, hâliyle asgari teknik alt yapısının öğrenilmesi gerekiyor. Birçok kişi der ya “sanat eğitimi verilemez, insanda varsa vardır”. Tamam, bu doğru ama bir yandan da fotoğrafın açıkça insan algısından kaynaklanan ya da fotoğraf makinesinin, baskı malzemelerinin doğasından kaynaklanan öğretilebilen bir takım kuralları, bir çerçevesi de var. Asgari düzeyde öğretilebilir bir şey fotoğraf. Sayısız teknik var. Ben yıllarca denedim denedim, bu teknikleri repertuarıma kattım. Bunun da yaratıcılığıma çok büyük katkısı olduğunu gördüm. Çünkü fotoğrafı teknikle yapıyorsunuz ve bilmediğiniz bir tekniği de hayal edemezsiniz. Sizin fotoğraf yaratıcılığınız teknik becerinizle sınırlı. Yaratıcılığı arttırmak için teknik bilginizi alabildiğine arttırmanız gerekiyor. Onun ötesinde tabii ki gündem oluşturmak, bir konuya yorum getirmek, hayatı yorumlamak, bir kavramı görselleştirmek, öğretilebilir şeyler değil. Belki ilham verilebilir insanlara. O yüzden ben teknik derslerde bile bir yandan fotoğraf tarihini aktarmaya çalışıyorum. Mesela, kamera gövdesini anlatırken, telemetreli bakaçtan söz ederken, Koudelka’nın fotoğraflarını gösteriyorum. Bu tip bir gövde ile başyapıtlar üretiliyor. Niye bu fotoğrafçı gidip SLR kullanmıyor? Veya net alan derinliğinden bahsederken Ansel Adams gösteriyorum. Bu teknik, nasıl bir başyapıta dönüşmüş?

Peki Türkiye’de fotoğraf eğitimi yeterli mi sizce?

Türkiye’de yeterli olamaz hiçbir zaman ne yazık ki. Bu da Türkiye’nin ekonomik durumuyla ilgili. Fotoğraf teknolojisinin ne kadar üretilebildiği ortada, ne kadar üretilemediği daha doğrusu. Bu teknolojiyi üretemeyen bir ülkede, sınırlı imkânlar içinde çalışıyoruz. Mesela bizi çok etkileyen Alman ekolü Rodenstock objektif kullanıyor, Zeiss kullanıyor, yerli malı kullanıyor. Rahatlıkla sponsor bulabiliyor. Türkiye’de ürünün distribütörüne vergilerden dolayı. Yaratıcılığınız da teknikle sınırlı olduğuna göre, sonuç belli.

Buna rağmen son birkaç yıldır Türkiye’de üniversitelerde fotoğrafla ilgili bölümler artmaya başladı hızla. Dernekler ve çeşitli ticari kurumlar da fotoğraf eğitimi veriyor. Fotoğraf çekmeye ve fotoğraf öğrenmeye büyük bir talep var. Siz bu durumu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bu çok iyi, çok hayırlı bir şey. Ne kadar çok kişi fotoğraf çekerse, o sinerjiden mutlaka çok iyi fotoğrafçılar çıkacaktır. İnsanlar bir sergiye gittiği zaman, kendi evlerinde yapabilecekleri şeylerle karşılaşmak istemezler. Herkes fotoğraf çektiği zaman, profesyonel olan bizlere de çok daha iyisini yapma mecburiyeti hasıl oluyor. O yüzden, bu yaygınlaşma kaliteyi yukarı doğru iten, çok olumlu bir gelişme. Bu kadar büyük bir ilgi olması ve bu kadar kişinin fotoğraf çekiyor olması sektörü de güçlendiriyor, yatırımlar yapılmasını sağlıyor. Bunun sonucunda galeriler, müzeler fotoğrafı önemsemeye başladılar. Fotoğrafın piyasası oluşmaya başladı. Baskı teknikleri gelişti, bir kültür oluştu. Türkiye’den fotoğrafçıların işleri uluslararası müzayedelerde satılıyor. Bunlar çok çok güzel gelişmeler. Üniversitelerde bu bölümlerin artması da iyiye işaret, demek ki talep var. Hiçbir özel üniversite gelecek vaadedemeyecekse o bölümü açmaz. Bir talep var ki açılıyor. Öte yandan teknoloji sürekli değişiyor ve ilk yatırımın ne kadar bir süre idare edeceği, donanımın hangi sıklıkta yenilenebileceği gibi bir problem de var. Okullardaki stüdyoların belli periyodlarda yenilenmesi gerekecek. Bunu da göreceğiz. Geçmişte şikâyet ettiğimiz köhne stüdyolara mı dönüşecekler yoksa tekrar tekrar yenilenebilecekler mi?

Türkiye’deki fotoğraf ortamı hakkındaki düşünceleriniz nelerdir? Türkiye fotoğrafı diye bir kavram var mı?

Oluşuyor. Henüz tam anlamıyla yok. Olması da şart değil aslında. Bir ara buna da koşullandık, Çek fotoğrafçılığı, Fransız fotoğrafçılığı gibi, bir ülkenin fotoğrafçılarının bir kimlik oluşturması gerek diye düşündük. Ama belki de gerekmiyor. Bence gereksiz bir çaba. Kendiliğinden olursa olur bu, olmuyorsa da fotoğrafçıların bir araya gelip yapabileceği bir şey değil. Ama Türkiye’de üretilen fotoğraf, dünyada hissedilmeye başlandı. Hatta yakınlarda Amerika’da bir galeriye Türkiye’den bir dizi karma sergi önerisi götüren genç arkadaşlar oldu. Türkiye’den önerdiğimiz fotoğrafçıların iyi durumda olduğunu, dünya standartlarında olduğunu görebiliyoruz ama aynısını resim için söyleyemiyoruz; bunu fark ettik, dediler.

“Kimlikler Lütfen” sergisinde de farklı disiplinler bir araya gelmiş. Bu serginin çıkış noktası nedir?

Bu yılın başlarında, farklı disiplinlerden sanatçıların bir arada olduğu başka bir sergi projesi nedeniyle tanıştığım genç sanat tarihçisi ve küratör Fırat Arapoğlu, Cer Modern’den bir sergi teklifi aldı. Tema, kimlik ve farklılık. Sergide tek fotoğraf kökenli sanatçı benim. Başka disiplinlerden gelen, çok farklı malzemeler kullanan sanatçılar var. Böyle buluşmaları seviyorum. Her sanat disiplininin üstünlükleri ve zaafları var. Fotoğrafla yapabileceğiniz süper şeyler olduğu kadar, asla fotoğrafla yapamayacağınız şeyler de var. Bir sözüm varsa hayata dair, bu fotoğrafla anlatılabilecek bir şey mi acaba, yoksa başka mecralara da taşımak gerekli mi? Ben fotoğrafçıyım diye her şeyi fotoğrafla söylemeye çalışmıyorum. Bir video uygun olabilir o söz için ya da bir obje, ya da bir deneyim yaşatırsınız izleyiciye, bunu öyle anlatırsınız. Bu insanlarla çalışırken, onların malzemelerinin gücünü veya zaaflarını da görme şansım oluyor. Fotoğrafçılarla bir arada olmaktansa başka disiplinlerden gelen insanların arasında olmayı tercih ediyorum. Bu, fotoğrafçılardan hoşlanmadığım anlamına gelmiyor. Yalnızca, fotoğrafçılardan alabileceklerimi sanırım yeteri kadar aldım bugüne kadar.


Röportaj: Şirin AYDIN
Fotoğraflar: Orhan Cem ÇETİN Arşivi

Kontrast Sayı 19, Eylül – Ekim 2010

Bizi paylaşın..