Tuğrul ÇAKAR | Söyleşi (21. Sayı)

Ülkemizde fotoğraf sanatçılarının parmakla sayılabileceği yıllarda fotoğrafa başlamış ve yıllar boyunca da hayatını sanatıyla kazanmış, pek çok ödül sahibi, aynı zamanda usta bir öykücü olan Tuğrul Çakar, çalışmalarını kendi atölyesinde sürdürürken bir yandan da yılların deneyimini hem Başkent Üniversitesi’nde hem de iki dönemdir AFSAD’da öğrencilerine aktarıyor. Sizin için onunla görüştük.

Uzun yıllardır fotoğrafla uğraşıyorsunuz, fotoğrafçılık hayatinizin hep bir parçası olageldi sanırım. Meslek olarak da yaptınız. Hayatını fotoğraf ile kazanmanın zorlukları neler?

32 yılı geçti sanırım. Fotoğrafla iç içe bir yaşam. Fotoğrafçılık değil de fotoğraf hayatımın bir parçası hâline geldi demek daha doğru olur. Meslek olarak da yaptım. Ama ısmarlanan fotoğrafı çekip onu satarak değil. İngiliz Arkeoloji Enstitüsü’nde 16 yıl aylık ücret karşılığı fotoğrafçı olarak çalıştım. İyi sayılabilecek bir aylık ücret, iyi bir karanlık oda, eksiksiz malzeme sağladılar bana. Zamana karşı yapılan kurtarma kazılarında, iyi fotoğraf için iyi ışık koşullarını beklemek gibi bir lüksünüz yoktur. Onların istediği anda istedikleri fotoğrafı çekmek ve hata yapmamak zorundasınız. Siz deklanşöre bastıktan sonra kazmalar, malalar ve bazen de diş fırçaları devreye girecek ve kazı, toprağın derinliklerine doğru devam edecektir. Çektiğiniz görüntü artık yoktur. Belki de az sonra yeni bir fotoğraf isteyecekleri için hep orada, kazı alanında olmanız gerekir. 16 yılın hep aynı üç ayında aynı yerde olmak kolay değildi tabi ki. Kazıların yaz aylarında yapılma zorunluluğu, Güneydoğu Anadolu’nun iklim koşulları, 45 dereceyi bulan sıcaklıkta toprakta çalışmak, gün boyu üzerinizde biriken toz yığınını Fırat Nehri’nin deli sularında yıkanarak gidermek, toprak damların altında veya üstünde akrepleri, yılanları gözleyerek uyumaya çalışmak ve her defasında gün doğmadan uyanıp kazı alanına koşmak hiç kolay değildi.

Yine de mutluydum ben. 1980-1996 yılları arasında Güneydoğu Anadolu’nun o zor günlerini orada yaşamak, bir serüven gibi gelirdi bana. Geceleri sokağa çıkamamanın bile sanki keyif çıkarılabilen bir yanı vardı. Ya da bana öyle gelirdi. Verilen küçük molalarda, bir günlük hafta tatillerinde bana ait fotoğraflar çekebilmek abartılı bir sevinç duymama neden olurdu. Ancak o coşkulu, her an yeni bir heyecanla karşılaşabildiğim o günlerde Ankara’nın Eylül ayını özlerdim yine de. Ankara’da yaşayan biri olarak 16 yıl Ankara’da Eylül ayını yaşamamışsanız ve Eylül ayını seviyorsanız özlem artıyor işte.

Kolay değildi ama ben hiç pişmanlık duymadım. Sevdiğim bir işi yapıyordum ve bu yeterli bir nedendi.

Fotoğraf yarışmalarıyla ilgili düşüncelerinizi alabilir miyiz?

Yarışmaların karşısında olmadım hiç. Kaldı ki ben bir dönemin hızlı yarışmacılarından biriydim. Düşününüz ki çok sayıda fotoğraf amatörü severek, isteyerek fotoğraf üretiyor ve elbette paylaşmak istiyor. İşlerini bir yarışma katalogunda görmek onları mutlu ediyor. Şimdi oturup, ölçüp biçip burun kıvırıp bu küçük paylaşma isteğini onlara çok mu görmeliyiz? Ünlü film yapımcıları milyonlarca izleyiciye ulaşmış filmlerini her yıl birbiri ile yarıştırırken, bir fotoğraf amatörü işlerini yarışmaya gönderdi diye kulağını mı çekmeliyiz?

Olayın bir başka yönü daha var ki gözden kaçırmamak gerek. Arkadaşlarımız yarışma kazandıklarında iyi fotoğraf yaptıklarını zannediyorlar. Düşülebilecek en büyük açmaz bu olsa gerek. Örneğin ben 1996 yılından beri, (çok özel bir yarışma değilse) yarışmalara katılmıyorum. Bu dönem öncesi yarışmalarda bana verilen ödül sayısı yüz civarındadır. Ne var ki benim “işte oldu” diyebileceğim, savunabileceğim, değerini koruyabilir nitelikte yüz tane fotoğrafım yoktur.

Sadece yarışmak için değil de fotoğrafı sevdiğiniz için, değer verdiğiniz için yapıyorsanız, yaptıklarınızla barışık olabiliyorsanız, ilkelerinizin dışına çıkan yarışma biçimlerine uzak durabiliyorsanız, yarışmalara katılmanın ne gibi bir sakıncası olabilir? Yarışmaları yaptığımız işin tadı tuzu olmaktan çıkaran fotoğrafçılarımızı da görüyor ve izliyoruz. Ancak böyle bir ortamda yarışma formlarında, önce verilecek ödül miktarını okuyan fotoğrafçılar da olacaktır. Bunu engelleyemezsiniz. Fotoğraf sanatı tarihine bakınız. Sadece yarışmalarla adını oraya yazdırmış bir fotoğrafçı yoktur. Yarışmalarla adınızı bir zaman dilimi içinde duyurabilmiş olsanız bile, sanat gerçeği sizi yaşadığınız o kısa sürenin içine öyle bir gömer ki bir daha adınız bile anılmaz.

Ben Raota’yı yarışma katalogları sayesinde tanıdım. Sovyet fotoğrafçıların o eşsiz siyah beyaz baskı tekniklerini o kataloglarla öğrendim. Birçok dostumun ismini daha onları tanımadan önce o ortamda öğrendim.

Yarışmaların yanı sıra son yıllarda fotoğrafçı buluşması başlıklı pek çok etkinlik yapılıyor. Bu etkinliklerin, ülkemize ve fotoğrafçılığa etkileri sizce neler?

Fotoğrafçı buluşmalarından fotoğrafçıları yarış atı gibi koşturdukları ve foto maraton olarak isimlendirilen yarışmaları kastediyorsanız pek olumlu şeyler söyleyemem. Bu tarz organizasyonların düzenleyiciye ve katılımcıya ne gibi bir tatmin sağladığını bilmiyorum. Sık yapıldığına göre bir hikmeti vardır diye düşünüyorum. Ama benim anladığım fotoğraf nefes nefese yapılmaz. Ancak içinde yarışma olmayan buluşmalar da yapılıyor. Geçtiğimiz aylarda Kastamonu’da düzenlenen fotoğrafçılar buluşması gibi. Katılımcılar, üç gün boyunca diledikleri gibi fotoğraf çekebildiler. Akşamları ise çok yararlı olduğuna inandığım sunumlar izlediler, söyleşilere katıldılar. Fotoğrafın düşünsel boyutu ile de ele alınabildiği bir buluşma idi ki bu tür etkinliklerin eksiği de bu zaten.

Bu tür etkinlikler, kim birinci olacak şamatasından arındırıldığı ölçüde başarılı ve yararlı olacaktır diye düşünüyorum. Hele hele içine kısa süreli atölyeler yerleştirildiğinde (bahar aylarında Fethiye’de olduğu gibi) çok daha yararlı olacaktır.

Yine bu etkinliklerin en köklüsü olan DOGAY’in yaratıcısı olan DASK ile AFSAD üyesisiniz. Derneklerin çalışmaları hakkındaki düşüncelerinizi alabilir miyiz?

DASK Dogay diğerlerinden farklı bir etkinlik. Amatör fotoğrafçılar yine nefes nefese yarışıyorlar ama o etkinliği diğerlerinden ayıran özellikleri var. Buluşmanın yapıldığı bölgenin çocukları için, zihinsel engelli çocuklar için düşünülen ve uygulanan bölümler var. Daha önemlisi Dogay, bölge insanını tanıma-kaynaşma olanağı yaratıyor. Kaldı ki Dogay’a katılanlar sadece yarışmacılar değil. Yarışmacı sayısının çok üstünde bir katılımcı grubu sadece doğa ile yakınlaşabileceği, toprağa basabileceği birkaç gün yaşayabiliyor. DASK bir doğa derneğidir. Oysa AFSAD ve FSK, isimlerinin içinde de olduğu gibi, fotoğrafın sanatsal işlevi ile yola çıkmış derneklerdir. Ancak fotoğrafın o sihirli gücü burada da devreye girip bir birleştirici etki yaratıyor ve dernekler birbirlerinden rol çalabiliyorlar. Bir doğa derneği fotoğraf yarışması düzenlerken bir sanat derneği sanatı dağlarda arayabiliyor. Oysa fotoğrafla ulaşılmaya çalışılan sanat, orada olanı alıp buraya getirmek değildir. Fotoğrafı sanata yaklaştırabilmek için fotoğraf makinenizi boynunuza değil beyninize asmak zorundasınız. Sanatı isimlerinin içine almakta sakınca görmeyen derneklerin kolaya kaçmak, günü kurtarma çabaları içine girmek yerine, uzun dönemleri hedefleyen, çalışma programları içeren projelere yönelmesi daha doğru olacaktır. Ancak herkes hayatından memnun görünüyorsa, söylenecek ne olabilir.

Şu anda fotoğraf üzerine eğitim de veriyorsunuz. Bu eğitim üniversitelerde yahut derneklerde olması gerektiği gibi verilebiliyor mu? Sizce sanat/fotoğraf öğretilebilir mi? Eğitim, sizce kişiye ne katıyor ve ondan ne alıyor?

Evet. Başkent Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’nde Grafik Bölümü öğrencilerine fotoğraf dersleri veriyorum. Ayrıca AFSAD’ın atölye etkinlikleri içinde yer alan, portre konulu bir atölyeyi sürdürüyorum. Üniversitede uyguladığımız program, daha ziyade grafik eğitimi alan öğrencilerin mezun olduklarında mesleklerine yardımcı olacak bir fotoğraf eğitimi. Öncelikle temel fotoğraf eğitimi, daha sonraki dönemde ise reklam fotoğrafçılığı gibi ilgili olacakları konular içeren programlar uyguluyoruz. Elbette yaşadığımız güçlükler çıkabiliyor karşımıza ama yaşadığımız hiçbir gerçek, ülkenin diğer gerçeklerinden çok uzakta değil. Fotoğraf, özünde sanat falan değildir aslında, teknolojidir. O yüzden de fotoğraf öğretilebilir. İnsanlar her tür teknolojiyi önce öğrenip sonra kullanabiliyorlar. Fotoğraf makinesi de öyle tabii ki. Oysa bir insan, fotoğrafı sanata taşımak için yola çıkmışsa orada düşünmek gerekir. Fotoğraf, vizörün arkasında bir sanatçının varlığı ile sanata taşınabilir. Aranması gereken fotoğraf sanatçısı değil, sanatçı olmalıdır. Deklanşör şıkırtıları sonrasında yazıcı deliklerinden sanat yapıtları dökülmesini beklemek, olsa olsa komik bir duruma düşmek olur. Sanat olgusu ile yakınlaşamadan (ki o öğretilemiyor) sanata ulaşamazsınız. “Bir öğrencime, galerilere gidiyor musunuz?” diye sorduğumda, “Gidiyorum hocam, gidiyorum ama arabalar çok pahalı.” diye yanıt vermişti.

Fotoğraf gönüllülerinin dernek çatısı altında çeşitli eğitim programlarına katılmaları elbette çok yararlı. Ancak bu yararlılık o eğitim programlarının gücü ile de yakından ilgili. Sanat eğitimi verilemez demek istemiyorum. Sanat tarihinden nasipsiz biri elbette sanata uzaktan bakacaktır. Sonuçta sanat tarihi eğitimi vermiş bile olsanız, sonrası o kişiye kalacaktır. Sanat eğitimi dersleri sonrasında bindiğiniz gezi otobüsünde Ankaralı Turgut dinleniyorsa, o otobüsten inenler olacaktır. İnebilenler, yolun ortasında yalnız kalabilenler kazanır sonuçta. Sanata ulaşabilmek, biraz da o yalnızlığa ulaşabilmek değil midir?

Genç eğitimi ile yetişkin eğitimi arasında büyük fark olsa gerek. Ayrıca derslerinizin katılımcı profili de farklı olmalı. Hangi grup ile çalışmayı veya hangi grubun hangi özelliklerini tercih ediyorsunuz?

Derslerdeki katılımcı profili farklı ve öyle olmak zorunda. Farklı bakmak gibi bir lüksünüz de olmuyor zaten. Yılların birikimini genç insanlara aktarabilmek daha mantıklı görünse de, burada genç kavramından ne anlaşıldığı önemli. Öyle eski ancak aynı anda öyle genç hissedebilen beyinler var ki gıpta etmemek olası değil. Gençlerle birlikte onlara da bir şeyler aktarabilmek önemli ve keyifli. Yeter ki canı sıkılanlardan, sıkılıp da acaba ne yapsam arayışına girenlerden olmasınlar. Bilinçli davranabilsinler. Para kazanma amaçlı resim atölyelerine katılıp üç gün sonra “Soyut çalışıyorum şekerim!” diyenlerden olmasınlar bu yeterli.

Fotoğraf ve yazını birleştiren ender kişilerdensiniz. Bu nasıl başladı? Hangisi hangisini tetikliyor?

Yazma serüveni, Güneydoğu Anadolu’- da arkeolojik kazılara katıldığım günlerde başladı. Hava kararıp fotoğraf çekmek imkânsız hâle geldiğinde, toprak damlı köy odamda gaz lambasının altında, uzaktaki dostlara yöre ağzı ile mizah tadında mektuplar yazardım. Sayıları hayli fazladır. Ama mektup oldukları, okunup atıldıkları için yıllar sonra birçoğuna ulaşamadım. Ulaşabildiğim birkaç mektubu ilk kitabımda (En Uzaktaki Gri) yayımlamıştım. O küçük kitabın değerli arkadaşım Oruç Aruoba’nın eline geçmesi ve onun beni yüreklendirmesi ile başladı yazıya bağımlılık. İkinci kitabım “Akşamüstü Yine Hüzün”ü kafa doktoruna gittiğim yıllarda yazdım. Arkasından “İki Hayat Çek Usta Bir Buçuk Bol Acılı Negatif” isimli kitabım yayımlandı. Son olarak da “Siyah Beyaz Masallar” yayımlandı. Yazar olduğumu söyleyemem ama yazmanın çok keyifli olduğunu söyleyebilirim. Özellikle uzaktakilerden, sizi tanımayanlardan aldığınız övgü sözcükleri, şımarmanıza bile yol açabiliyor. Ama hep yaptığım gibi ben şımarıklığımı da kendimde yaşıyorum. İçe dönük bir yapım var. Özellikle beni yoran çıkışsız zamanlarımda bile, o zamanlarımı paylaşmayı seçmiyorum. Size ne diyeceklerini bile bile başka insanlara sığınmak bana zor gelmiştir hep. Ağıt yakıp sadaka toplamaya benzeyen bu yaşama biçimini hiç seçmedim. İnsanların çoğunluğunun böyle bir yaşam biçimini seçiyor olması, hep verilenlerle yetinmesi, o içe kapanıklığı beraberinde getiriyor. İşte belki de yazmak burada devreye giriyor. Noktayı koyduğunuzda, kendinizle hesaplaşmanız da biter. Üstelik sözünüzü hiç kimsenin kesememesi de ayrı bir keyif sağlar.

Tetikleyen ise elbette fotoğraf… Yazılarımı okuyanlar o yazıların hep fotoğrafın ışığında (karanlığında da denilebilir mi?) oluştuğunu hissedebilirler.

Bu aralar, dijital kamera ile çalışan fotoğrafçılarda analog makineye dönüş, en azından bir de analog kamera kullanma eğilimi var. Eski gelenekten gelen biri olarak bunu neye bağlarsınız?

Böyle bir eğilim var mı gerçekten? Varsa da ben henüz göremiyorum. Ama bir zaman sonra olacaktır sanırım. Yarattıkları görüntü kirliliğinde boğulup gidenlerin sayısı arttıkça, fotoğraf da hatırlanacaktır. Kim bilir? Belki bir başka oyuncak icat edildiğinde, eski oyuncak çöpe atıldığında olacaktır bu. Bu sözlerimle dijital teknolojiyi anlatım çabalarında bir araç olarak kullananları kastetmiyorum tabii ki. Her yeni model, her yeni program çıktığında kendilerini daha yetenekli (!) sananları kastediyorum.

Siz de daha geriye giderek pinhole çalışıyorsunuz. Bu merak nasıl gelişti, çalışmalarınız nasıl gidiyor?

Pinhole fotoğraf çalışmalarım birkaç yıl önce başladı. Değerli arkadaşım Ahmet Selim Sabuncu yapıyordu. Yaptıkları ilgimi çekince, ondan izin alarak ben de başlamıştım. Saniyede 12 kare çekip görüntü yığınları oluşturmak yerine 12 saniyede bir kare çekip onun keyfini yaşamak, pek de geriye gitmek olmamalı. Klasikleri yeniden okumayı hangimiz sevmeyiz?

Üzerinde çalıştığınız veya planladığınız daha başka projeleriniz var mı?

Şu sıralar pinhole çalışmaları yayıma hazırlanıyor. Onunla birlikte 4 Ocak’ta Türk Amerikan Derneği’nde sergisi açılacak. Şu sıralar kitabımın çıkacağı günü ve sergimin açılacağı günü heyecanla bekliyorum. Sonrasında yeni bir heyecan, yeni bir proje gelir nasıl olsa. Geç kalmaz.

Röportaj: Ufuk DURUMAN
Fotoğraflar: Tuğrul ÇAKAR

Kontrast Sayı 21, Ocak-Şubat 2011

Bizi paylaşın..