Tuğrul ÇAKAR | Fotoğraf Eğitimi Üzerine Düşünceler (35. Sayı)

Kişinin görüntülerle ne söyleyeceğini düşünmesi, fotoğrafla fotoğraf makinesini birbirinden ayırabilmesi gerekir. Ona verilecek eğitimin “makinenizi boynunuza değil, beyninize takın” cümlesi ile başlatılması doğru olacaktır.

Sözlerimi fotoğraf bölümü olan üniversitelerden uzak tutmam gerekiyor sanırım. Benim bağlı olduğum üniversitede fotoğraf bölümü henüz yok. O nedenle, dört yıl süreli fotoğraf eğitimi veren kuruluşlara ait, olumlu ya da olumsuz görüş bildirmek benim yazımın dışında kalmalı. Bilgilenmeden ahkâm kesmek doğru olmaz diye düşünüyorum.

Üniversitem de, Grafik Fakültesi öğrencilerine birinci dönem temel fotoğraf bilgileri, ikinci dönemde ise “ışık ve fotoğraf” adı altında, ağırlıklı olarak yapay ışığın anlatıldığı ve uygulandığı bir ders veriyorum. Bir de “reklam fotoğrafçılığı” dersim var. O dersi ise, son sınıf öğrencileri alıyorlar.

Ülkemizde uygulanan, çökmüş diyebileceğim eğitim sistemi ile birer test ustası olarak üniversitelere gelen öğrencilerin test dönemini geride bıraktıklarını anlamaları biraz zaman alıyor sanırım. Her öğrencinin fotoğraf dersine aynı ilgiyi göstermesi beklenemeyeceğine göre, her dönem birkaç öğrenciyi kazanmak, onların biraz daha yol alabildiğini gözlemlemek elbette bir eğitimci için keyif veren bir sonuç olabiliyor. Yine de öğrencinin aldığı geçer notu bir başarı ölçüsü olarak görmesi, istenmese de geçerliliğini koruyor. Siz, fotoğraf dersinin bir ders olarak görülmemesini, geçer not almanın ötesinde, fotoğrafın insanı, bilgiye, araştırmaya, gözlemleyebilme gücüne götürmek için bulunmaz bir kaynak olduğunu yineleseniz de, onu öğrencinin gözünde geçilmesi gereken bir ders olmaktan kurtaramıyorsunuz. Elbette bunları tüm öğrencilerim için söylemiyorum. Fotoğrafın farkında olanlar da var. Onları kazanmış olmak da verdiğiniz emeğin karşılığı gibi.

Fotoğrafta sanat orada olanı alıp buraya getirmek değildir. Olmayana ulaşabilmektir. O nedenle de sanat, görüp göstermenin ötesinde olabilmeyi gerektirir. Bu böyle ise, eğitim vermeye soyunmuş kuruluşların ve tabi ki eğitim veren kişilerin, programlarını yaparken öğrencilere, fotoğraf çekmeyi değil, fotoğraf düşünmeyi öğretme gerekliliğini öne almaları gerekir.

Günümüzde, öğrenmek isteyen kişiye temel fotoğraf bilgileri aktarmanın ne kadar kolaylaştığını söylememe gerek yok sanırım. Hatta fotoğraf makinesi edinen bir kişinin, bu bilgileri kendi kendine öğrenmesi, makinesinin özelliklerini çözmesi pek de zor değil. Bu aşamadan sonra kişinin görüntülerle ne söyleyeceğini düşünmesi, fotoğrafla fotoğraf makinesini birbirinden ayırabilmesi gerekir. Ona verilecek eğitimin “makinenizi boynunuza değil, beyninize takın” cümlesi ile başlatılması doğru olacaktır.

Derneklerimizde verilen eğitim seminerlerini katılımcıları yönüyle irdeleyecek olursak, pek de iç açıcı şeyler söylemek mümkün değil. Derneklerin üyelerine ve diğer katılımcılarına sağladığı sosyal ortamın getirdiği hoşça vakit geçirme olanağı, zaman zaman kuruluştaki manifestolarının üstüne çıkabiliyor. Örneğin, Sayın Şule Tüzün’ün yürüttüğü “Okuyoruz” etkinliğine katılan üye sayısı, toplam üye sayısının yüzde üçüne bile ulaşamıyor. Bin bir emekle yazılan, yayınlanan kitaplar bir paket sigara parasına alıcı beklemekte. Fotoğraf sohbetleri yerlerini teknoloji gevezeliklerine bırakmış. Dernek yönetimlerinin programlarına aldığı dışa açık fotoğraf sergileri, özellikle konulu olduğu zaman, sanat izleyicisinden dayak yiyor. Çünkü Ankara hâlâ bir kültür kenti ve Ankaralı hiç de aptal değil.

Susmayan, bir şeyler söyleyebilen fotoğraflar üretmek bireysel bir çaba gerektirir. Bireyin kendisini bir proje ile bağlaması, disipline etmesi, araştırması, bilgiye yürümesi, fotoğrafının içinde hissedilebilir olmayı sağlaması gerekir.

Takdir edersiniz ki fotoğrafla sanat, gezi otobüsünde el çırparak yapılmıyor. İşte o yüzden, sayıları az da olsa, otobüsten inenleri gördükçe seviniyorum.

Konuyu eğitmenler açısından ele alacak olursak, onların da kendilerini yenilemekte biraz tembel davrandıklarını söylemekte fayda var. Öğrenciyi “çekime çıkıyoruz,” diye yollara düşürüp, hep bir alt sosyal sınıfa yönelerek, görüntü yığınları oluşturmalarını, acı postacılığı yapmalarını sağlamak, yirmi kişilik odalarda alkış toplamaya yöneltmek, eğitmenliğe ne kadar yakın olur bilmiyorum. Günü eskide kalmış ve artık güncelliğini yitirmiş başarılı (!) dönemlere sığınıp, bir başka deyişle şöhretlerine (!) sığınıp günümüzdeki fotoğrafın takipçisi olmayı es geçen hocalarımızın da kendilerini sorgulamalarında yarar var elbette. Bir de hep merak ederim, üniversitelerde eğitim vermekte olan hocalarımızdan bazıları, neden fotoğraflarını paylaşmazlar? Örneğin bir sergi ile olsun sanatseverlerle buluşmazlar? Üretmedikleri için olabilir mi?

Yazdıklarımın, bütün bu sıkıntıların farkında olanlar için olmadığını yinelemek isterim. “Bu ortam bana yetiyor, burada çok eğleniyorum,” diyenlere de hak verebilirim. Kimsenin kulağını çekmek gibi niyetim de yok.

Sözlerimi değerli arkadaşım Ahmet Selim Sabuncu’nun bir konuşmasında not ettiğim cümlesi ile bitirmek istiyorum.

Söyleyecek bir şeyiniz yoksa neden fotoğraf yapıyorsunuz?

Tuğrul ÇAKAR
Başkent Üniversitesi
Güzel Sanatlar Fakültesi, Öğretim Görevlisi

Kontrast Sayı 35, Mayıs-Haziran 2013

Bizi paylaşın..