Tunç FINDIK | Söyleşi (16. Sayı)

Zirvelerin Fotoğrafçısı: Tunç FINDIK

1990 yılından bu yana aktif olarak dağcılık yapan Tunç Fındık, aynı zamanda, 40.000 dia ve dijital fotoğraftan oluşan arşive sahip bir fotoğrafçıdır. Hayatın gülümsediği insanlardan birisi olarak, bugüne kadar hep sevdiği işleri yapmış. Tabii ki bu ona altın kâse içinde sunulmamış; ne istediğini bilen bir insanın çabası, emeği ile gelinen bugünde dönüp arkasına baktığında, hep sevdiği işlerin peşinden koşan, çok çalışan ama hep mutlu olan bir adam görüyor. Kitapları, söyleşileri, tırmanışları, AKUT üyeliği, projeleri ve fotoğraflarıyla son derece üretken bir insan olan Tunç Fındık, fotoğraf camiasında zirvelerden getirdiği tadına doyum olmayan fotoğraflarıyla tanınıyor…

Dağcılık, fotoğrafçılık ve yazarlık yapıyorsunuz. Çok yönlü kişiliğinizin en belirgin unsuru olan dağcılık nasıl
başladı?

Çocukken de ormana ve araziye gitmeyi çok severdim; ortaokul ve lisede kampçılık, yürüyüşçülük ve izcilik yaptım. Bu arayışım üniversite yıllarıma doğru beni dağcılıkla buluşturdu. Aradığım ve bana fiziki ve manevi tatmin veren buydu işte- tırmanış ve dağın heyecanı… Bilkent Üniversitesi’ndeki Dağcılık Kulübü’nde ve daha sonra Hacettepe Dağcılık Kulübü’nde birçok dağ tırmanışı yaptık arkadaşlarımla. Bu esnada Türkiye Dağcılık Federasyonu bünyesindeki Milli Yüksek İrtifa Takımı’nda da sporcuydum. Profesyonel işim, 2000 yılına kadar Başkent Üniversitesi’nde turizm uzmanlığı idi ama 2001 Everest tırmanışımı takiben sadece profesyonel dağcılığa yöneldim. Böylece dağcılığı yaşamımda ön koltuğa oturtmuş oldum.

Benim için bir tür meditasyondur dağcılık ve tırmanış. Bu sayede o kadar çok gezdim, o kadar yoğun ve güçlü hayat deneyimleri yaşadım ki bilemezsiniz… Bugün de benim ayrılmaz bir parçamdır bu gezgin ruh. Macera ve bilinmeyenin çekiciliği, sınırları devamlı ilerletmeye çalışmak, güzellikleri doyasıya yaşamak; tam manasıyla dağ ve tırmanışla oluyor.

Dağcılıkla fotoğrafçılığı nasıl kaynaştırdınız?

Ben bir dağcıyım. Bu, hayatımı yönlendiren ve dolduran bir uğraşı. Fotoğrafa gelince, o, yaptıklarımı ifade etmenin bir yolu. Fotoğraf çekmeyi tam manası ile seviyorum. Yaptıklarımı, gittiğim yerleri bu yolla belgelemeye çalışıyorum ki benim yazarlığım için de önemli bir unsurdur bu. Bizim toplumumuzda pek olmayan bir çaba, belgelemek ve yazılı eser bırakmak; çok Avrupai ve medeni bir yol. Biz pek çok şeyi hep “daha sonra yaparız” diye erteliyoruz ve unutuyor, zahmete girmek istemiyoruz bir türlü. Sonra da her şey zamanın tozu içinde yitip gidiyor. Bir çaba gösteriyorsunuz, zahmet altına giriyorsunuz, bunu belgelemek şarttır. Çalışmak, yaptığınız işe gönül vermek çok güzel bir şey. Disiplinli olmak gerek, yaptığınız işe değer vermeniz gerek. Fotoğraf benim için bu açıdan önemli; çünkü tüm bunlar onda beden buluyor genellikle. Tabii bir de zevkli bir iş bu; renkler, detaylar, dokular, şekiller… Bunları yakalamak, görmek! Çok şahane. Görsellik, insan için en önemli olay bence; fotoğraf da bunu yakalıyor işte.

Hayatımı, dağda-tırmanışta ve dağ dışında geçen günler diye ikiye ayırabiliriz. Tırmanış yapacağımız her yere (dağlara, uzak diyarlara, ücra köşelere, garip zaman ve mevsimlerde) gidiyorum, tırmanış haricinde oralarda gezme tozma takılma imkânım da oluyor. Böylece farklı ortamlar, kültürler ve insanlar tanıma fırsatı da buluyorum. Fotoğraf da bu tanıma işinin bir parçası hâline geliyor tabii. Karşılaştığım kültür ve insanları da söyleşi ve gösterimlerde başkaları ile paylaşıyorum.

Fotoğrafa olan ilginiz nasıl başladı?

Herhangi bir fotoğraf eğitimi almadım. Zaten “fotoğrafçı olmak” gibi bir kaygım yoktu; ama deneye yanıla kendim öğrendim ışığı, pozlamayı, her şeyi…

Dağa bayıra gitmeye başladığım yıllardı. İlk başlarda, ortaokul yıllarında bas-çek kötü, kalitesiz makinelerle kampları, ormanları çekiyordum; ateş başı hatıra resimleri filan. O arada külüstür bir Rus Zenith’i edindim, Samsun Rus pazarından. Bu tank gibi aletin hep netleme sorunu olurdu, yayı deklanşörü bozulurdu, makine çalışmazdı, filmi sarmazdı, tamirciler benden nefret ederlerdi çünkü aleti tamir etmeye değmiyordu! Yine de fotoğraf çekmekten vazgeçmedim ve hatta güzel kareler de çekebildim külüstürle. Dedim ya, önceleri anı ve manzara fotoğrafları çekiyordum, sonra o makineyle uğraşmaktan tat almaya başladım artık. İlkel Zenith bozulunca ve kullanılmaz hâle gelince, ona dağda bir mezar yapıp gömdüm! Artık gerçek bir makine edinme zamanıydı.

İlk düzgün makinem, annemin hediye aldığı ikinci el ama çok sağlam, mekanik bir Nikon FE2 oldu, bundan evvel de dayımın makinesi olan bir Nikon F3 kullanıyordum. Bu emektarları uzun yıllar arazide taşıdım. Ağır olmasına rağmen dağa giderken hep taşırdım ve sonuçları da tatmin ediciydi F serisi Nikon’larımın. Ancak dağda sırtta ağır çanta ile birlikte makine taşımak ekstra bir yüktü ve aksiyon sırasında SLR makine kullanmak adeta imkânsızdı; kaya tırmanmak ve teknik çıkışlar sırasında fotoğrafımız hiç olmazdı mesela.

Şimdi yeni makineleri taşımak ve aksiyon sırasında çıkarıp kullanmak, inanılmaz kolay ve hızlı; soğuk-sıcak-yüksek demeden çalışabiliyorum etkin tarzda. 2006 yılında ilk dijital fotoğraf makinemi edinmiştim. Canon D350 kullanıyordum ve çok memnundum. Sonra baktım ki sonuçlar fark etmiyor, G serisi Canon kompaktlara abone oldum!

Eskiden dia çekilirdi biliyorsunuz. Rulo rulo filmleri yanınızda taşırdınız. Uzun sürelerle dağda olduğunuz zaman, makine ile birlikte pek çok film taşımak gerekirdi. Makine ıslanıp nemlendi mi, su aldı mı, film yandı mı, soğuktan kırıldı mı gibi kaygılarım vardı daima. Soğukta filmi değiştirmek de başka bir sorundu; makine donar, buzlanır, odaklayamazsınız. Bunlar, dağda SLR makine ve dia ile fotoğraf çekmenin zorluklarıydı; dertli bir işti ama sonuçlarına değen bir başka çabaydı. Dianın kalitesini hâlâ dijitale değişmem desem doğru olur. İyi çekilmiş bir diaya verilen emek hiçbir dijital resimde yoktur bence. Ama çaba ve rahatlık olarak, artık bir yüzyıl daha öndeyiz. Dijitalle çalışmak, imajı işlemek, yayımlamak, basmak, paylaşmak çok rahat ve kullanıcı dostu… Uzun süre dağda olunca, güneş paneli de ayrılmaz bir parçam oluyor, elektronik ve foto donanımımı şarj etmek için. Aslında dijital teknoloji dağ için daha uygun, sadece sıcak tutmak, çok üşütmemek gerek makineleri.

Günümüzde, ilerleyen teknoloji ile daha sağlam makineler, daha dayanıklı piller gibi avantajlar var. Bunları da takip ediyor musunuz? Teknik ilerlemelerin çektiğiniz fotoğrafa katkıları neler, bunları kullanıyor musunuz?

Evet, tabii ki teknolojik gelişmeleri takip ediyorum ama çok yakından değil. Dağdaki ihtiyaçlarıma göre fotoğraf gereçleri araştırıyor ve ediniyorum; mesela daha geniş lens açısı, daha kaliteli ve kolay işletim, hafiflik, taşınabilirlik gibi. Sağlamlık da çok önemli ama biz dağcılar-tırmanıcılar olarak zaten makineleri modifiye ederek sağlamlaştırıyoruz. Mesela sağına soluna destekli sünger, yumuşak pedler ve kaymaz patch’ler yapıştırarak, taşıma sistemlerini değiştiriyoruz. Teknik ilerlemelerin fotoğrafa kattığı şeyler var ama sonuçta zor koşullarda (dağda ve tırmanışta) kadrajı yapan, ışığı değerlendiren, zahmeti çekmek zorunda olan ve en önemlisi o makineyi taşıyıp koruyup kollayan, o gerekli anda ne olursa olsun makineyi çıkarıp fotoğrafı çeken, fotoğrafçının sadece kendisidir. Yani en önemli unsur, insan… Teknoloji ne kadar ilerlese de insansız hiçbir şey olmaz bence. Kısaca her şey insan tarafından ve insan için.
Fotoğrafları biriktirme ve arşivlemede teknoloji çok güzel ilerledi ve faydası büyük. Eski tozlu dialara bakın, bir de bilgisayardaki dijital resimlere. Fark inanılmaz bence! Her boyuta kayıpsız ebat değiştirebiliyor ve istediğinizde tüm resimleri bir hard disk veya bellekte taşıyabiliyorsunuz, yollayabiliyorsunuz. Şu an evde yatan ve tozlanan on binlerce diayı düşünüyorum da…

Fotoğrafın hayatınıza kattıkları nelerdir?

Dedim ya, hem gezip gördüklerimi, yaptıklarımı belgelemek için fotoğrafı zevkimce kullanıyorum, hem de bir yandan hayatımı kazanıyorum fotoğrafla. Yazdığım kitaplarda ve rehberlerde, hazırladığım posterlerde yer alıyorlar. Seminerler veriyorum, gösteriler, sunumlar yapıyorum. O yüzden imajlar, olmazsa olmaz bir parçası yaptığım işin.

Çekim konularınızı nasıl belirliyorsunuz?

Benim konularım aslında belli; dağ ve tırmanışa dair her şey. Gördüklerimi, mümkün olduğunca canlı ve anlaşılır tarzda yakalamayı seviyorum. Bu, hissetmekle alakalı; yoksa herhangi bir makine ile zaten her şeyi çekebilirsiniz. Makine hep el altında olmalı ki gördüğün güzellikleri o anda, o hissiyat içindeyken yakalayabilesin. Ben her şeyden önce sevdiğim şeyleri yapıyorum; gerisi önemli değil. İnsan sevdiği zaman konuyu iyi yansıtabiliyor. Severek yapılmayan iş ruhsuz oluyor; ama severseniz hayat yolu ona dönüyor, fırsatlar önünüze çıkmaya başlıyor; siz fırsatı, fırsat sizi çekiyor.

Biraz da AKUT’tan bahsetsek?

AKUT’a 1995 yılından beri üyeyim. Zaten başlangıç olarak dağcılık ve doğa sporlarıyla ilgili insanların kurduğu bir sivil toplum örgütüdür. Benim faaliyet alanım, dağ kurtarmaları. Dernek 1999 Adapazarı depremindeki çalışmalarıyla ülkemizde duyuldu ve tanındı. Zaten dağcılara has olan disiplin, beceri, güç ve ekip çalışması, örgütlülük ilkeleri açıkta olduğu için de dikkat çekti. Sonrasında devletin de kendi kurumlarını benzer bir biçimde örgütlemesi için örnek teşkil etmiştir. Bugün ben de AKUT Ankara biriminde gönüllüyüm. Akut son aylarda benim yazdığım ‘Kış Dağcılığı- Teknikler ve Taktikler’ kitabımı basarak kitaplığına bir eser daha ekledi, ne mutlu bana.

Yazarlık da sizin bir başka yönünüz. Bize biraz da bu yönünüzü anlatır mısınız?

Kendime ait beş özgün kitabım ve yaptığım beş adet de çeviri var. Yazmayı seviyorum ve bu şekilde kendimi – kendime – ifade edebiliyorum. Kendim için düzenli olarak günlük tutuyorum ve yazarken çok işime yarıyor bu notlar. Kitap olan güncelerim var mesela. Everest ve Karakurum anılarımı kitaplaştırdım: “Everest – Tanrıların Tahtına Yolculuk” ve “Karakurum’da 80 Gün” adlı eserlerim var. Bugünlerde “İrtifa 8000/Himalaya Günlükleri” adlı kitabım da şekilleniyor; yakınlarda basarım belki.
Ülkemiz çok güzel bir ülke, çok yeri gezdiğim için bunu rahatlıkla ifade edebilirim; ama maalesef yeteri kadar iyi tanıtılmıyor ve kendi insanımızca da tanınmıyor. Dağlarımızı ve doğal değerlerimizi anlamamız, tanımamız gerek. Ben de bu bağlamda bir dağcı olarak üstüme düşeni yaptım ve şu anda kendime ait iki rehber kitabım var: “Aladağlar’da 50 Rota” tırmanış rehberi ve “Kaçkar Dağları” dağcılık rehberi. “Aladağlar’da 50 Rota” kitabımın İngilizcesi de bugünlerde çıkmak üzere. Önümüzdeki dönemde çıkmasına uğraştığım “Türkiye Dağları Büyük Rehber Kitabı” üzerine çalışıyorum. Bu çok önemli ve geniş kapsamlı bir çalışma olacak diye umuyorum.
Tırmanış teknikleriyle ilgili yeni çıkan kitabım “Kış Dağcılığı – Teknikler ve Taktikler” de çıktı. Kar-buz ve kış dağcılığını anlatan teknik bir eser oldu bu.

Şu andaki ve ilerideki projeleriniz neler?

Şu anda sürmekte olan 14×8000 dağcılık projem var. Yani yeryüzünde 8000 metre üzerindeki 14 dağın tümünün zirvesine tırmanışı kapsayan bir dağ maratonu. Dünyada bu projeyi bitirmiş, hepsinin zirvesine çıkmış olan 16 kişi var ve henüz hiçbir Türk yok. Ben, iki kez değişik rotadan Everest Dağı olmak üzere beş adet 8000’lik zirveyi tamamladım. 10 yıllık bir zaman dilimi içinde 14×8000 projesini tamamlayacağım umarım; büyük bir sponsor bulabilirsem daha da kısa sürede gerçekleştirebilirim bunu.

2010 yılı baharında, Nepal’deki dünyanın beşinci en yüksek dağı olan 8463 metrelik Makalu Dağı için yola çıkacağım. Hayatım dağlarda geçtiği için ayrıca bir fiziksel antrenmana ihtiyacım olmuyor; zaten tüm ömrüm tırmanış ve antrenmanla, hareketle geçiyor desem doğru olur. Örneğin şimdi kaya tırmanışı yapmak için on günlüğüne Aladağlar’a gideceğim, ardından Toroslar’a, ardından kış gelirken yine Aladağlar’a, Ocak 2010’da da İran Dağları’na…
Bunun dışında sponsorluk için çalışmalarım ve görüşmelerim oluyor; yapmayı istediğim başka projelerime finans bulmak için dosyalar hazırlamam gerekiyor. Kitap çalışmalarım ve motivasyon seminerlerim, dağ sunumlarım da çok zaman alıyor.

Dağcılık ile ilgili projelerinizin yanı sıra fotoğraf alanında da projeleriniz var mı?

İlk etapta etkileyici dağ fotoğraflarından oluşan renkli ve büyük bir “Coffee Table Book” yapma arzum var; bunu bir süredir düşünüyorum ama pahalı bir girişim. Nasıl, nerede, kiminle olur bunu araştırıyorum; sonuç çıkacak gibi sanki… Çünkü elimde –eski dialarım dâhil- büyük ve güzel, seyretmesi zevkli, görselliği harika bir tırmanış arşivim var ve uygun şekilde değerlendirmeyi çok istiyorum. Tabii ki dağcılıkla ilgili tüm projelerime fotoğraf da eşlik ediyor; çünkü fotoğraf, tırmanış ve macerayı insanlarla paylaşmamı sağlıyor ve hayatımda çok önemli yer tutuyor. Yani benim dağcılığımın ayrılmaz bir kısmı da fotoğraf. Her dağcılık projem, fotoğrafla can ve beden buluyor; onun için her dağ–tırmanış projem aslında bir fotoğraf projesidir desem doğru olur.

Spor ile sanatı birleştiren bir kişi olarak başkalarına nasıl önerileriniz var?

Ben tabii ki bu konuda bir usta değilim; sadece kendini yetiştirmiş ve amaçları olan bir insanım. Tek amaç, dağ gezilerimi ve olayları belgelemekti en başta, şimdi ise derin bir zevk alıyorum bunu yapmaktan. Kendi açımdan, işi severek yapmak, içimde hissetmek en önemli olay. Gittiğim yerleri sevdiğim ve içselleştirdiğim için çektiğim fotoğraflara da yansıyor olmalı bu sevgi diye düşünüyorum. Sevmediğim yerlerde asla fotoğraf çekmediğimi biliyorum!
Zor tarafı, makineyi yanınızdan hiç ayırmama zahmetini göstermek; soğuk, kar, sıcak, tipi, yağmur, yorgunluk demeden hep kullanmak gerekliliği… Yani bu da bir efor ve o eforu gösterince sonuçlar güzelleşiyor. En önemli öneri, bir işle severek ve sadece kendin için uğraşmak bence. Ne derler, “Başkası seni seyretmiyormuş gibi dans et!”

Bize vakit ayırdığınız için çok teşekkür ederiz.

Ben de AFSAD’a teşekkür ederim.

(Tunç Fındık ile ilgili daha fazla bilgi için www.tuncfindik.com adresini ziyaret edebilirsiniz.)

Röportaj: Ufuk DURUMAN
Fotoğraflar: Tunç FINDIK

Kontrast Sayı 16, Mart 2010

Bizi paylaşın..