Ragıp DURAN | Barış Gazeteciliği Yazının Yanında Barış Görüntüleri… (49. Sayı)

…savaş döneminde gazeteciler, sadece olup biteni aktarmakla yetinmemeli, 90’lardan bu yana geliştirilen “barış gazeteciliği” tekniklerini/yöntemlerini kullanarak, savaşan iki taraf arasında bir tür arabuluculuk yapmaları talep ediliyor. Bu arabuluculuk işlevi, iki tarafın öldürülen askerlerinin ailelerini bir araya getirmekten, savaşın rakamsal yanına değil nedenlerine ve tabii bu arada ve her zaman barışın gerekliliğine dikkat çeken haberler yaparak gerçekleşiyor.

“Kendimden geçmek üzereydim. Çöktüm, sırtımı bir kolona dayadım. Boş gözlerle etrafa bakınıyorum. Üstüm başım kan içinde, ne olduğunu anlamaya çalışıyorum. Tam o sırada karşımda genç bir çocuk gördüm. Flulaşıyor çocuğun görüntüsü. Gazeteci yeleğini gördüm, yüzünü tam seçemedim. Tam karşıma geçmiş o da hafif çökmüş, tık diye bir ses duyduğumda çocuğun foto muhabiri olduğunu anladım. Ve önce elindeki kamerayı seçebildim. Bir iki kare çekti, sonra kamerayı sağına alıp, doğrudan bana baktı. Bir anda göz göze kaldık. O zaman gözümün önünden böyle bir film şeridi gibi, Afganistan’da, Lübnan’da, İsrail’de savaş bölgelerinde çektiğim insanların simaları geldi. Ben de o zaman bu genç foto muhabirinin konumundaydım. Bu kez ise objektifin öbür tarafındaydım. Acayip bir his…”

Bu cümleler Türkiye’nin önde gelen foto muhabirlerinden kıdemli meslektaşımız Ergun Çağatay’a ait. 15 Temmuz 1983 tarihinde Paris-Orly havalimanında meydana gelen terörist saldırıda ağır yaralanan Ergun Çağatay, fotoğraf çeken ile çekilen arasındaki ilişkiyi böyle anlatmıştı özel bir sohbette. Bir foto muhabirini olgunlaştıran bir deney…

Daha genç kuşaktan Coşkun Aral da, yine Lübnan, Afganistan ve Diyarbakır’daki çalışmalarını anlatırken bazıları yürek kaldırmayacak kadar trajik fotoğraflar çekmişti. Öyle kurşunla delik deşik edilmiş ceset ya da kan gölüne dönmüş ortam fotoğrafları değil, ama yine de yüz ifadelerinde acı ve çaresizlik olan savaş mağduru, yaralı, evsiz barksız, mülksüz yaşlı insan portreleri, sesi fotoğraf karesini delen ağlayan çocuk ve bebek resimleri… ‘Coşkun neden bu kareleri seçtin?’ diye sordu bir arkadaş. ‘Zor soru. Aslında global fotoğraf ajansları daha çok kurşun, bomba, ceset, kan ve gözyaşı talep ederdi 80’li-90’lı yıllarda. Savaş muhabirliği öyle ilelebet yapılacak bir iş değil. Zaten bizim çok uluslu savaş muhabirleri grubundan her seferinde bir iki eksiklik oluyordu. Kendi aramızda da konuşurduk bu soruyu, sorunu. Vallahi ben bir daha böyle resimler çekmemek için seçtim bu kareleri. Yani savaş muhabiri olarak savaşın acımasızlığını, belki çok çıplak, çok direkt olmasa da, bu karelerle sergilemek istedim. Bu fotoğrafları gören insanlar savaşın ne kadar feci bir şey olduğunu anlasınlar, görsünler istiyorum…’’

Barış Fotoları / Foto barışları

Barış gazeteciliğinin önemli bir boyutu da barış foto muhabirliği olsa gerek. Savaş bölgelerinde ya da çatışma alanlarında ne tür fotoğraflar yayınlanabilir/yayınlanmalı?

Gazeteciliğin/medyanın çatışma alanlarında ve savaş dönemlerinde özel bir önemi/konumu var. Her zaman geçerli olan kural ve ilkelerin yanı sıra, bu olağanüstü zamanda, hem daha çok sayıda yurttaş medyaya rağbet ettiği için hem de kullanılacak bir sözcüğün bile şiddeti tırmandırma riski olduğu için,  gazetecilerin böyle durumlarda yazdıklarına, söylediklerine, gösterdiklerine özel bir ihtimam ile yaklaşmaları gerekir.

Genel ilkeyi hatırlatalım:

‘’Gazeteci; başta barış, demokrasi ve insan hakları olmak üzere, insanlığın evrensel değerlerini, çok sesliliği, farklılıklara saygıyı savunur. Milliyet, ırk, etnisite, cinsiyet, dil, din, sınıf ve felsefi inanç ayrımcılığı yapmadan, tüm ulusların, tüm halkların ve tüm bireylerin haklarını ve saygınlığını tanır. İnsanlar, topluluklar ve uluslararasında nefreti, düşmanlığı körükleyici yayından kaçınır. Bir ulusun, bir topluluğun ve bireylerin kültürel değerlerini ve inançlarını (veya inançsızlığını) doğrudan saldırı konusu yapamaz. Gazeteci, her türden şiddeti haklı gösterici, özendirici ve kışkırtan yayın yapamaz’’.

Türkiye Gazetecileri Hak ve Sorumluluk Bildirgesi’nin  E  bölümündeki ‘Gazetecilerin Temel Görevleri ve İlkeleri’ alt başlığının bu 3. maddesi şimdiye kadar defalarca ihlal edildi.

Şimdi sık tekrarlanan temel temaları sıralayalım:

* Savaş, politikanın silah aracılığıyla devamıdır. Sözün bittiği yerde şiddet başlar.

* Savaşta insanlarla birlikte belki de önce gerçek öldürülür.

* Gazetecilik barış mesleğidir. Çünkü söze, yazıya, görüntüye dayanır.

Savaş, askerlerin ve askerleşen politikacıların işidir. Bu nedenle savaş boyunca gazetecilerin ürettiği söz, ses, görüntü yani kısaca her türlü bilgi, haberde, esas olarak hayat değil, askerlerin tezahürü olan top, tüfek, bombalar, kanlı cesetler;  yani ölüm ağır basar, öne çıkar.

Savaş muhabirliği, aslında normal muhabirlikten çok da farklı bir uğraş, bir alan değildir. Ne var ki, savaş döneminde ajitasyon/propaganda, yalan haber, kötü haber, tahrifat ve gizleme, somut olarak barış dönemindekilere oranla daha fazla sorun çıkarır hatta cana bile kastedebilir. Bazı sözler incitir. Bazıları da öldürebilir. Bu gerçek, fotoğraf ya da bazı hareketli görüntüler (film/video) için de geçerli olabilir.

Eleştiri ve özeleştiri lazım

Gazetecilik/savaş ilişkisi konusunda son dönemde yayımlanan birkaç önemli makaleden özetler ve değerlendirmeler:

Öncelikle Fransız Ulusal Bilimsel Araştırmalar Merkezi (CNRS) sosyologlarından Pierre Bourdieu’nün meslektaşı, aynı zamanda Fransız medya eleştiri grubu ACRIMED’in yöneticilerinden Patrick Champagne’ın değerlendirmeleri ve yerel yorumları:

Medya olağan üstü bir rekabet ortamı. Her gazete, televizyon kanalı ya da radyo istasyonu, keza her internet sitesi, ötekilerden ayırt edilebilmek için çalışır. Özel haber, atlatma haber için çırpınır. Bu nedenle de her medya organı rakibini/rakiplerini yakından izler. Onların olası hatalarını, eksikliklerini ya hemen yüzüne çarpmaya çalışır ya da o boşluğu doldurmak için gayret eder. Sadece medya eleştirmenleri ya da medya akademisyenlerinin yaptığı gibi değil, tüm medya mensupları, kendilerini diğer medya organlarına, diğer gazetecilere göre konumlandırır. Medya biraz da bu sayede, içeriden de gelen eleştiriler, okur mektupları ve akademisyen değerlendirmelerinin yanı sıra okur ve toplum nezdinde inanılırlığını ve güvenilirliğini muhafaza edebilmek için zaman zaman eleştiri ya da özeleştiri yapmak zorunda kalabilir.

Bizde bu konuya nadir olumlu örneklerden biri, toprağı bol olsun Mehmet Ali Birand’ın “Asker ne dediyse yazdık, hiç sorgulamadık. Kürt meselesinde çoğu zaman asker gibi düşündük ve onların görüşlerini yansıttık” demesidir. ABD’de New York Times olsun, CNN’den Amanpour olsun, Irak operasyonu sonrasında, Pentagon’un başta “Irak kitle imha silahlarına sahiptir” bilgisi olmak üzere Amerikan medyasını yönlendirdiğini, gazetecilerin de bu resmi açıklamaları pek deşmeden, neredeyse olduğu gibi, yani gazeteciliğin temel ilkelerinden birine uygun biçimde “en az iki kaynaktan doğrulatmadan” yayınladıklarını, bu nedenle de gerçekler ortaya çıkınca toplum ve okur nezdinde olumsuz bir konuma düştüklerini açıkça ilan ettiler.

Champagne, “Profesyonel gazeteci”den söz ederken hemen ekliyor: “Yani, özerk gazeteciler.” Gazetecinin özerkliği burada, “Çeşitli iktidar odakları, çeşitli silahlı güçlerin kaba propagandasına uysal bir alet olmamak” anlamında…

En iyi gazeteci hayatta kalandır

Merkezi New York’ta bulunan Gazetecileri Koruma Komitesi CPJ üyelerinden Lübnan’da uzun süre esir tutulan Amerikalı gazeteci Terry Anderson, -ki Türkiye’ye de gelip toprağı bol olsun Işık Yurtçu’ya Saray Cezaevi’nde 1996 CPJ ödülünü vermişti-  savaş muhabirliği alanındaki tecrübesini şu cümle ile özetliyor: “Savaş alanındaki gazeteci, her zaman, sürekli olarak, her dakika aldığı risk ile yapacağı işin getireceği yarar arasındaki dengeyi kollamalı. Ve bu dengenin bir noktada bozulduğunu hissettiğiniz anda, yani kendinizi rahatsız hissettiğiniz anda, hiç durmayın, hemen çıkın bulunduğunuz yerden, orayı terk edin. Bir süre daha orada kalmaya değmez. Hiçbir haber öldürülmeye değmez”.

Bizdeki bir başka deyimle, en iyi gazeteci yaşayan gazetecidir.

Gerçekten de Anderson’un sözünü ettiği denge önemli, hatta tayin edici.

Savaş alanlarında çalışan TV kameramanları ve foto muhabirleri için durum daha da zor. Çünkü basın fotoğrafçılığının piri, savaşlar görmüş geçirmiş büyük usta Robert Capa’nın önemli bir tespiti var: “Çektiğiniz fotoğraf iyi değilse, konuya yeterince yaklaşamamışınızdır”. Bu ilkeyi savaş alanında uygulamaya kalkarsanız, Anderson’un risk/yarar denklemini daha ilk baştan tehlikeye atmış olursunuz.

İç savaşlarda muhabir çok sıkıntılı

Gazeteciler, Uluslararası İnsancıl Hukuk terminolojisine göre iki tür savaşta muhabirlik yapıyor: Birincisi iki devlet savaşa girdiğinde, mesela İran-Irak savaşı, buna “Uluslararası Silahlı Çatışma” adı veriliyor. İkincisi ise bir devlet, onun resmi ordusu ile aynı devlet içindeki bir başka silahlı gücün savaşa girmesine ise “Uluslararası Olmayan Silahlı Çatışma” adı veriliyor (Kuzey İrlanda’da Birleşik Krallık ordusu ile IRA ya da Türkiye’de TSK ile PKK arasında olduğu gibi).

80’lerden bu yana iç savaşlar, gazeteciler için daha da tehlikeli ortamlar oluşturmaya başladı. Çünkü eskiden beyaz bayraklı basın mensuplarının, çatışmalarda her iki tarafça da nispeten saygı gördüğü bir ortam vardı. Hatta o zamanlar gazeteciler, resmi ordu saflarında görev yapabildiği gibi isyancı güçlerin saflarına da kabul edilebiliyor, liderleriyle söyleşiler yapabiliyordu. Bugün bu ortam ortadan büyük ölçüde kalktı. Artık gazetecilerin büyük çoğunluğu, futbol takımı tutar gibi, savaşan taraflardan sadece birisinin safında görev yapıyor ve haber ile yazılarını da o perspektiften yazıyor.

Oysaki savaş döneminde gazeteciler, sadece olup biteni aktarmakla yetinmemeli, 90’lardan bu yana geliştirilen “barış gazeteciliği” tekniklerini/yöntemlerini kullan-arak, savaşan iki taraf arasında bir tür arabuluculuk yapmaları talep ediliyor. Bu arabuluculuk işlevi, iki tarafın öldürülen askerlerinin ailelerini bir araya getirmekten, savaşın rakamsal yanına değil nedenlerine ve tabii bu arada ve her zaman barışın gerekliliğine dikkat çeken haberler yaparak gerçekleşiyor.

Savaşan taraflar, savaş hukukunu bile ihlal eden yüzlerce uygulama gerçekleştirdikleri için gazetecilerin savaş alanlarında özgürce çalışmalarını engel-lemeye çalışıyor. Çünkü çatışmaları izleyen gazeteci, savaşın bitiminde La Haye’deki Uluslararası Ceza Mahkemesi’ne tanık olarak çağrılır ve tanıklığı nedeniyle taraflardan birinin insanlık suçu işlediği yolunda belge ve kanıt sunarsa mahkeme bu durumu değerlendirir. Bu mesele tartışmalı. Çünkü meslek erbabının çoğunluğu, La Haye’e çağrılsa bile gitmiyor, gitmek istemiyor. İki nedeni var: Birincisi, “Ben gazeteciyim, savaş sırasında gördüğüm, duyduğum, öğrendiğim, tanık olduğum her şeyi zaten haberlerimde, söyleşi ve röportajlarımda ya da TV filmlerinde yansıttım. Edindiğim bilgilerin, haber değeri olan hiçbirini kendime saklamadım, yurttaşı/okuru bu bilgilerden mahrum etmedim. Dolayısıyla La Haye’de hâkim karşısında söyleyecek yeni bir sözüm, yeni bir bilgim yok. İkincisi, ben bugün sanık sıfatıyla yargılanan devlet başkanı ile birçok söyleşi yaptım. Bu söyleşileri kendi gazetem, radyom ya da televizyonum için yaptım. Uluslararası Ceza Mahkemesi adına herhangi bir görevim, misyonum olmadı, olmaz da zaten. Ben sadece gazetecilik yapıyorum. Üstelik bana daha önce söyleşi veren bir devlet başkanının sanık sandalyesinde oturduğu bir duruşmada benim çıkıp onun aleyhine tanıklık yapmam mesleki açıdan doğru değil. Ben söz konusu başkan hakkındaki bilgi ve kanaatimi haberlerimde, röportajlarımda zaten yazdım. Bunu ben yaparsam, bunu herhangi bir gazeteci yaparsa, savaş halindeki hiçbir devletin hiçbir sorumlusu bir gazeteciye demeç vermez, söyleşi yapmaz”.

Bu yaklaşımı La Haye’e gitmeyi reddeden Amerikalı kıdemli meslektaşımız Jonathan Randal’dan bizzat dinledim. Randal’ın Avesta Yayınları’nda iki kitabı Türkçe’ye çevrildi ve yayımlandı: “Bunca Bilgiden Sonra Ne Bağışlaması? – Kürdistan İzlenimlerim” ve “Usame: Bir Teröristin Doğuşu”.

Savaş alanında can güvenliği

Savaş muhabirlerinin can güvenliği ve çalışma koşulları sorunu da sıkıntılı. Bu konuda Cenevre Konvansiyonu Ek Protokolleri, CPJ (Comittee to Protect Journalists-Gazetecileri Koruma Cemiyeti), RSF (Reporters Sans Frontières-Uluslararası Sınır Tanımayan Gazeteciler) gibi meslek örgütleri ve iletişim akademisyenlerinin önemli çalışmaları var. İlke olarak savaş muhabiri, “sivil kişi” olarak kabul ediliyor. Dolayısıyla da askeri hedef olması önlenmeye çalışılıyor. Ne var ki embedded (orduya gömülü, entegre, ankastre) gazetecilikte, gazeteci savaş öncesi ve sırasında sürekli olarak askerlerle birlikte olduğu için, kışlada hazırlık dönemi, savaş alanında tankların içinde bulunmak gibi durumlarda kaçınılmaz olarak askeri hedef olabiliyor.

Gazetecinin savaş alanında askeri üniforma giymemesi, silah taşımaması da önemli bir koşul. RSF’ın konuyla ilgili ilkelerinde önemli bir ayrıntı göze çarpıyor: “Gazeteci, sivil kişi statüsünü bozabilecek hiçbir eyleme girişmemeli ya da bu tür herhangi bir davranış sergilememeli. Mesela savaşa doğrudan katkı sağlayabilecek bir girişim, silah taşımak ya da casusluk faaliyetlerine girişmek sivil kişi statüsünü ortadan kaldırır”.

Bizim pek sivil gazetecilerimiz bunların hiçbirini yapmadığı için vicdanları ve gönülleri tertemizdir herhalde!

Gazetecilik ve savaşta sosyal medya

Son olarak, kişisel ve toplumsal hayatımızda dolayısıyla mesleki yaşantımızda da giderek önem kazanan sosyal medyanın savaşla ilişkisi konusunda birkaç gözlem ve değerlendirme:

İnternette e-mail, e-mail grupları, Twitter, Facebook gibi araçlar sayesinde olağanüstü miktarda bilgi, belge, fikir ve görüş üretiliyor. Yurttaşlar artık istedikleri bilgi ya da görüşü binlerce, on binlerce insanla anında paylaşabildikleri gibi, resmi sansür ortamında da iktidarın egemen medya aracılığıyla engellediği haberlere internet üzerinden ulaşmak mümkün. Biz de Roboskî Katliamı ve Gezi Direnişi’nde sosyal medyanın esas olarak olumlu bir rol oynadığını gördük, yaşadık. Arap Baharı da büyük ölçüde sosyal medya üzerinden aktarıldı, geliştirildi. Sosyal medya artık profesyonel gazeteciler açısından son derece önemli bir kaynak. Ne var ki sosyal medya, gazetecilerin temkinli olması gereken bir alan. Çünkü gazetecilik faaliyetinde bir haber, muhabirin üretiminden sonra en az 4 (Fact checking/Olgu doğrulayıcı, düzeltmen, editör, yazı işleri) kademeden geçip doğrulanıp düzeltildikten sonra yayımlanabiliyor. Sosyal medyada ise profesyonel gazeteci olmayan kişiler, istedikleri bilgi ya da görüşü, herhangi bir denetim mekanizmasından geçmeden, anında yayımlayabiliyor. İşte bu nedenle sosyal medyada yayımlanan her bilginin kolay kolay yayımlanabilir haber olmadığının bilincinde olan profesyonel gazeteci, bu mecrayı belki de bir duyum kaynağı ya da bir iddia olarak ele alıp inceleyebilir, gazetecilik ilke ve kurallarına uygun hale getirdikten sonra haber olarak yayımlayabilir.

Sosyal medyadaki bilgi ve görüş sayısının, yabancı dil de biliyorsanız, milyonlara ulaştığını hesaba katarsanız, profesyonel gazeteci, sosyal medyadan olağanüstü titiz bir şekilde seçici davranarak, çok sıkı bir tarama yaptıktan sonra haber malzemesi olarak yararlanabilir. Gazetecilik, temas ve mesafe mesleğidir (Hubert Beuve-Méry). Habere ulaşmak için haber kaynakları ile kişiler ve kurumlarla temas edeceksiniz ama sonra haberi yazarken de tüm taraflara, tüm kişi ve kurumlara eşit uzaklıkta mesafeli duracaksınız. Bu zor bir uğraş. Zaman ister. Dikkat ister. Bilgi ister. Akıl ister. Vicdan ister. Sosyal medyada herhangi bir bilgiyi ya da görüşü paylaşan kişinin ise bu tür ilkeleri, çalışma koşulları yoktur. O, tanık olduğu ya da duyduğu, okuduğu, öğrendiği bir bilgi ya da görüşü, anında, kontrol (check) etmeden paylaşabilir. Sosyal medya kullanıcısının temas ya da mesafe gibi zorunluluğu, sorumluluğu yok. Çünkü o gazeteci değil. Tüm bu nedenlerle gazeteci, barış ya da savaş döneminde, sosyal medyayı bilgi ve görüş yelpazesini genişletmek amacıyla, olası bir istihbarat almak için izler, izlemek durumundadır.

* Bu yazıda yer alan bazı bölümler daha önce, 28.07.2015’de www.apoletlimedya.blogspot.com’da yayım-lanan ‘Yandaş Medya Savaş Çığırtkanı’ ve 27.08.2015’de Yeni Özgür Politika gazetesinde yayımlanmış olan ‘Savaş Döneminde Gazetecilik’ başlıklı makalelerden alınmıştır.

Kontrast Sayı 49, Ekim-Kasım-Aralık 2015

Bizi paylaşın..