Ozan SAĞDIÇ | Söyleşi (15. Sayı)

“SANATTA ŞÖYLE BİR OLGU VARDIR: SANAT YAPAN İNSANIN YÖNTEMLERİ ÖNEMLİ DEĞİLDİR, SONUÇ ÖNEMLİDİR; SONUÇTA ORTAYA NE ÇIKARMIŞ, İYİ YA DA KÖTÜ, ONA GÖRE DEĞERLENDİRMEK GEREKİR.”

Fotoğraf yolculuğunuzda 56 yılı geride bıraktınız. Bu yarım asır içinde fotoğrafçı olmasaydı kim olurdu Ozan Sağdıç?

Ortaokul, lise yıllarında kafamda bir düşünce vardı, “Acaba mimar olabilir miyim?” diye. Bunu çok arzu ediyordum. Çünkü küçüklüğümden beri malzeme ile uğraşmayı ve görsel olan her şeyle meşgul olmayı severdim. Kendi oyuncaklarımı kendim yapardım. Daha ilkokuldan itibaren resme karşı da ilgim fazlaydı. Ortaokulu İzmir Buca Ortaokulu’nda okudum. Çok değerli bir resim öğretmenimiz vardı, Âbidin Erderoğlu. Daha sonra kayınpederim oldu. Onun bana büyük etkisi olmuştur; çünkü benim görebildiğim kadarı ile çok değerli bir resim öğretmeni idi. Görsel sanatlara olan ilgim her zaman devam etti. Liseyi bitirdikten sonra, niyetim ya Akademiye gitmekti ya da mimar olmak üzere Mimarlık Fakültesi’ne. Lise son sınıfta, liseleri birdenbire dört sene yaptılar; bir yıl fazladan okuduk. O bir sene, ben haylazlığa vurdum; iki dersten kaldım. Bu arada, ders yılı arasında ilk defa, oyuncak seviyesinde, bir güneş, bir de gölge ayarı olan bir fotoğraf makinesine sahip oldum ve böylece fotoğrafa başladım. O makine elime geçmemiş olsaydı, belki başka yönlere kayardım; ama bunlar gene de sanatla ilgili şeyler olabilirdi sanırım.

Peki, fotoğrafa başlamanızdan sonra sizi bu yolda tutan şey ne oldu?

Bana fotoğraf makinesini satan, baba dostu olan kişi, İstanbul’dan gelen yedek subaylara, “Bakın Ozan’ın fotoğrafları ileride Avrupa mecmualarında yayımlanacak.” dedi, daha ilk fotoğrafımı görür görmez. Bu bana hem bir cesaret verdi, hem yön göstermiş oldu; fotoğrafa iyice sarıldım. Fotoğraf aşkı, bana her şeyden önce İstanbul gibi büyük bir yerde yaşama arzusu verdi. Bu da bana bir kapı açtı. Hayat mecmuası çıkar çıkmaz, beni foto muhabiri olarak kadroya aldılar. O dergi hem benim vitrinimim oldu, fotoğraflarımı orada gösterme şansına sahip oldum, hem de ben iş başında eğitim almış oldum. Hayat mecmuası başladığı zaman on tane Alman uzman vardı her seksiyonun başında. Almanlar kurmuştu tifturuk matbaasını, yeni elemanlar yetiştiriyorlardı. Çok yönlü merak sahibi olduğum için boş zamanlarımda her seksiyonu dolaştım. Sırf öğrenmek için kolları sıvayıp çalıştım, matbaanın her köşesinde. Örneğin mizanpaj, sayfa düzeni nasıl yapılır, bunları öğrendim. Görsel deneyimim çoğaldı. Bu arada dış basında çıkan pek çok fotoğrafı izledim. Fotoğraf yıllıkları çıkardı; “Photography Year Book”lar, “Photography Annual”lar falan… Onları hep alırdım. Amerikan ve Alman fotoğraf dergilerini satın alır, biriktirirdim. Onlara bakardım hiç durmadan. Başka fotoğrafçıların çektiği fotoğraflardaki güzellik ve başarı sırlarını çözmeye çalışırdım. Niçin bu fotoğraf iyi, değerli, anlamaya çalışırdım. Kendi fotoğraflarımı da kritik ederdim. Böyle böyle kendi kendimi yaratmış, geliştirmiş oldum.

Pek çok başarılı fotoğrafçı gibi siz de çok yönlü bir insansınız; aslında fotoğraf sizin ilgi alanlarınıza, yaşamdaki duruşunuza ve tercihlerinize çok uydu diyebiliriz sanırım?

Evet, doğru. O yıllarda, yazı yazmaya ve şiire de ilgim vardı. Sonra karikatürler de çizdim. Bunlar Akbaba mizah dergisinde yayımlanmıştı. Yani birçok dala yönelebilirdim. Hayat mecmuasına ilk girdiğim sene, İstanbul’a tayin edilmiş, Köy Enstitüsü çıkışlı iki öğretmen, eşlerinden uzakta bir sene geçirmek zorundaydılar. Birlikte bir oda tutmuşlardı. Ben de öğrenci yurtlarında falan kalıyordum. Benim de böyle bir şeye ihtiyacım vardı. Onların odasına üçüncü kişi olarak ortak oldum. Bunlardan biri Ressam Selahattin Taran, bir tanesi de Edremit’te uzun yıllar gezici başöğretmenlik yapmış olan Şair Mehmet Başaran’dı. Bir sene boyunca, üçümüz bir odayı paylaştık. Ben o ara Hayat mecmuasında çalışırken askere gittim. Askerliğimin acemilik dönemini Burdur’da yapıyordum. Eşe dosta acemi askerliğimi hicveden mektuplar yazıyordum. Eski oda arkadaşım Mehmet Başaran’dan bir yanıt geldi: “Ozan kardeşim, sen her şeye yetenekli bir insansın. Ama böyle her yöne çaba harcarsan kendini dağıtırsın. Bir tek uğraşıyı kendine hedef seç, diğerlerini kısmen unut.” diyen bir mektup. Bu beni düşündürdü. Ben en iyisi fotoğrafta karar kılayım, dedim. Hatta askerden döner dönmez, zamanla birikmiş bir yığın şiir kitabım vardı; onları topladım ve eski bir kitapçıya bıraktım. 40 yaşıma kadar elime şiir kitabı almadım desem yeridir. Babam şairdi. Hatta büyük şairler yetiştirmiş bir şiir öğretmeniydi. Ama eğer benim içimde bir şair ruhu, şiirsel bir dürtü varsa, bu benim fotoğraflarıma yansısın dedim.

Fotoğrafı, yaşamın fotoğrafçının sözcükleri ile dile gelişi olarak tanımlarsak, fotoğrafın da resim, şiir ya da beste gibi bir yaratım olduğunu söyleyebilir miyiz?

Yaratı sözüne pek katılamayacağım. Benim fotoğraf dünyama bakacak olursak, iki türlü çalışma var. Bunlardan bir bölümü soyutlamalardır. Biçim üzerine bugüne kadar ortaya çıkarmadığım fotoğraflardır. Bunlarda bir sanat yapma endişesi vardır. Bunları bir akademik eğitim gibi görsel bakımdan kendimi yetiştirmek için kullandım. Daha amatörce bir ruhla uğraştım. Sunduğum fotoğraflar ise, daha çok fotojurnalizm esprisinde insanı içeren, insanın insanla, insanın doğayla, insanın çevresi ile ilişkilerini konu alan, biraz iyimser mutlu bir hava içinde ironi taşıyan fotoğraflardır. Yani insan ilişkileri ve insan manzaraları, insanın psikolojisini dışa vuran ve hafifçe bıyık altından gülen fotoğraflardır ortaya çıkardıklarım.

Ama bu fotoğrafları Ozan Sağdıç’tan başkası böyle çekemez, öyleyse bunlar da yaratı olmuyor mu?

Ben bir öykü kurmuyorum, öykü anlatmıyorum; bir durum tespiti yapıyorum. Benim fotoğrafıma bakan her insan, kendi öyküsünü kendisi yazsın isterim. O fotoğraf ne demek istiyor, o fotoğrafların arkasında neler var; yani izleyen kendisini bir takım yerlere götürsün o fotoğrafla. Her bakanın yorumu farklı olabilir. Ama genelde insana yakışır bir biçimde, hümanist bir görüş açısı altında izleyici ile iletişim kurduğumu düşünüyorum. Bir de şu var: Neşe ve hüzün, sanatın tuzu biberidir, hayatın da tuzu biberidir. Bunlar paranın iki yüzü gibi aynı insanın ayrılmaz iki zıt parçasıdır. Ben, fotoğraflarıma bir dakika bakan kişi gülümsesin ama beş dakika dikkatle bakarsa, içini bir hüzün kaplasın isterim. Hangi mevkide olursa olsun, her insanın kendine göre bir dramı vardır, öyküsü vardır. Fotoğraftaki ve fotoğrafı izleyen iki insan arasında, o iletişimden doğan bir şey, yani insani duygular var. Fotoğraflarımı üretirken, bu düşünceleri taşırım ve gerisini izleyene bırakırım. Özetle, benim fotoğraflarım yaratı sayılmaz, durum tespitidir. Elbette sanatsal kaygı, estetik görüş, işlevsellik, kişisel üslup ve etik duruşu göz ardı etmeden.

Her fotoğrafın, yaşamın bir parçasının kadrajlanması ve dolayısıyla fotoğrafçının tercihleri sonucu ortaya çıkmasından ötürü, fotoğrafçının düşüncelerinin bir yansıması olduğu ve objektif olamayacağı düşüncesine katılıyor musunuz? Fotoğraf taraf mıdır, tarafsız mıdır?

Fotoğraf, benim görüşüme göre bir tanıklık olayıdır. Yani bir olayı, bir durumu saptıyorsunuz ama bunu yaparken, kendi ruhunuzdan ve bakış açınızdan bir şeyler ister istemez katılıyor. Tanıklık da böyle bir şeydir. Bir insana çok sempati duyarsınız; o bir suç işlemişse bile onu hafif göstermeye çalışırsınız. Ya da bir insana gareziniz vardır; çok iyi bir iş yapmıştır herkese göre ama siz onda bir kasıt arar, ona göre tanıklık yaparsınız. Yani kendi dünya görüşünüz, ister istemez fotoğrafınıza aksediyor. Fotoğrafın taraf olup olmaması, insanın içsel yapısına bağlı bir şey… Bunu kasıtlı olarak insanın gözüne soka soka yapan da olabilir ama çok masumane bir şekilde ortaya koyup, “hâl durum böyle” diyen de. Her türlüsü olabilir.

Her türlü düşünce ve görüşe fırsat tanıyor ve saygı duyuyorsunuz; bazı insanlar kendinden farklı olanı reddeder, siz de tam aksine…

Sanatta şöyle bir olgu vardır: Sanat yapan insanın yöntemleri önemli değildir, sonuç önemlidir; sonuçta ortaya ne çıkarmış, iyi ya da kötü, ona göre değerlendirmek gerekir.

Fotoğraf ve siyaset ilişkisi sizin için nasıl, fotoğraf siyasetten bağımsız mı olmalıdır?

Fotoğraf bir iletişim olayı olduğu için, gizli kapaklı veya açık olarak bir siyaset vardır; ama siyasetten ne anladığımıza bağlı. Ben şahsen, insani değerlerin ortaya çıkması için çaba gösteren bir uğraş adamıyım. Ama ne yaptığımı tam tespit etmek çok zordur. Örneğin, seneler önce, o 12 Mart, 12 Eylül dönemlerinden önce bir sergi açmıştım. Bir de defter koydum. O zaman sağcılığı ile ünlü bir milletvekili vardı, onun adına bir yazı yazılmış. “Siz” diyor, “sanatınızı aşırı güçlerin hizmetine vermişsiniz”. Başka birisi, siyasal bilgilerden bir öğrenci imzası ile “Arkadaş, bu fotoğrafların hiçbir sosyal ağırlığı yok; ancak Hayat mecmuasının sosyete sayfalarına yakışır.” diyor. Yani, hiçbirine yaranamadım. Hâlbuki ortada bir insanım, bir durum tespiti yapıyorum. Yalnız o günlerde sanatı sloganlaştırmak merakı çok yaygındı. Belgesel fotoğrafta fotoğraf belgedir, propaganda aracıdır; böyle bir anlayış vardı. Ben ne oradayım ne buradayım.

Türkiye maalesef sanata, dolayısıyla fotoğrafa hak ettiği değeri veren bir ülke değil. Fotoğrafçılar da bundan payını alıyor. Bu konudaki beklentileriniz ve varsa kırgınlıklarınız nelerdir?

Türkiye’de insanlarımızın genel tutumu bakımından, sanat insanlarına ve üreten kişilere karşı pek duyarlı olmaması, başlıca sorunumuz. İnsanların kıymetini pek bilemiyoruz, takdir edemiyoruz. İnsan sadece yiyip içip, sosyal davranan bir yaratık değil. Şu dünyadan gelip geçerken, ortaya bir şeyler koyması gereken; aklı, becerisi olan üstün bir yaratık. Bunu cömertçe ortaya koyan insanlara, lâyık oldukları saygıyı göstermek ve onları yüceltmek gerekir. Bizse, yaşadıkları sürece, bu kabil insanlardan gerekli ilgiyi esirgiyoruz ne yazık ki. Hatta görmezden geliyoruz, yok sayıyoruz. Cenazesi kalkarken biraz ah vah ederiz, kıymeti anlaşılır gibi olur ama çok çabuk da unutulur. Bir de propagandası iyi yapılmış magazinsel kişileri yüceltiriz, ama ondan çok daha değerli insanlarımızı görmezden geliriz. Medyatik olmak başka, değerli sanat adamı olmak çok başka bir şey. Dahası tabii ortamı bakımından şanslı insanlar var, şanssız insanlar var. Ortam da çok önemli. Batıda sanırım bu işler daha organize; sanatı yapanla onu değerlendiren, satan kişiler farklı insanlar. Sanatı üreten kişiler eğer biraz farfara değilse, işini satmasını bilmiyorsa, onun değeri iyi anlaşılamıyor veya yok sayılıyor. Sanatı yapanla sanatı satan insanların ayrı bir organizasyon içinde olmaları gerekiyor.

Türkiye’de fotoğrafçı sanatını satmak da dâhil her işini kendi yapmak zorunda kalıyor değil mi?

Ben fotoğrafta 50. yılıma yaklaşırken, Gültekin Çizgen ile konuşmuştuk. Arkadaşımız beceriklidir. Dedim ki “Benim 50. senem geliyor, ne yapsam?” Çizgen, “Bunu sen yapmayacaksın arkadaş!” dedi. “E peki kim yapacak?” “Sanat eğitimi veren üniversiteler var. Dernekler var.” Tabii ki kimseden ses yok. Bekliyorsun, çevrenden hiçbir hareket yok. Sen bir şey yapıyorsun, “Aman işte 50 senesini doldurmuş; doldurmuş da n’olmuş yani” diyorlar.

55. yıl serginizi de siz kendi olanaklarınızla mı yaptınız?

Nurol Galeri’nin yöneticisi benden bir-iki yıldır sergi bekliyordu. “Biz hiç fotoğraf sergisi açmadık; bir de fotoğraf sergisi açalım.” diyordu. Ben de “55. yıl için değerlendirelim” dedim. Tabii, kendi çabamla oldu. Galeri de sağ olsun teşhir bakımından sahiplendi, kataloğumu bastı.

Herkes fotoğrafçı olabilir mi?

Bir dereceye kadar olur da, şuna karar vermek gerek ki çok zor! Biz, hayatımızı bu işe vakfetmiş olanlar bile yeteneklerimizle sınırlıyız. Ben de, şimdikinden çok daha yetenekli bir insan olmayı arzu ederdim. Ne kadar eğitim alırsak alalım, bu eğitimle insan gelişebiliyor; ama temelde, dipte bir yetenek kırıntısı olması gerek. Örneğin müziği ele alalım. Müzik yeteneği olmayan bir insana ne kadar nota öğretirseniz öğretin, ona bırakın beste falan yaptırmayı, doğru dürüst bir şarkı bile söyletemezsiniz. Bunun gibi fotoğrafçı olmak isteyen birinde de temelde gözünde canlandırdığı, baktığı dünyada bir takım armoniler, uyumlar falan keşfetmesi, bir çerçeveleme yeteneğinin olması gerek. Yeteneksiz bir insana bir şey öğretmek mümkün değil. Az buçuk yetenekle ve çok çalışmayla bir yere kadar gelebilir insan.

Fotoğrafçı fotoğrafa ne katar?

Kişiliğini katması lâzım. Şimdi profesör olmuş eski öğrencilerimden biri aradı 2-3 gün önce, “Hocam, siz Türk insanını Türk gibi fotoğraflıyorsunuz; bu ülkenin insanısınız, bu ülkenin fotoğrafçısınız.” dedi. Doğru bir tespit; çünkü ben oryantalist değilim. Elbette, insan bir fotoğrafı meydana getirirken, kendi içinden soyutlanıp, biraz yabancılaşması, uzaktan gözlem yapması lâzım; ama bu bir Batılı gibi, onun görmek istediği, onun beğeneceği gibi fotoğraflamak değildir. Ben bu ülkenin insanını, bu ülkenin insanı olarak fotoğraflıyorum. Becerebildiğim kadar…

Bir fotoğrafa iyi ya da kötü demenin herkes tarafından genel kabul görmüş kriterleri olduğunu düşünüyor musunuz? Sizin için iyi fotoğraf ve kötü fotoğraf nedir?

Sanatı iyi icra eden ya da edemeyen kişiler arasındaki fark, bu şekilde ortaya çıkıyor. İyi fotoğrafın ortaya çıkması nasıl olabilir?
Fotoğraf, her şeyden önce ilk bakışta leke değerleri ile kabataslak bizi kendisine çekmeli. Bu bir dış estetiktir. Burada insanın algılamakta kolayca uyum sağladığı, doğanın kendi uyum kurallarıdır. Bunları formüle de etmişler; işte simetri, kompozisyon, form, çizgi, biçim, doku falan gibi estetik kurallar hâline getirmişler. Bu estetik kurallarını matematiksel olarak öğrenir sanatçı; ama yüzde yüz tatbik eder mi, etmez mi? Artık içinden geldiği biçimde onu uygular veya ona karşı da olur. Çünkü sanat tarihi, ustayı taklitle yazılmamıştır. Ustayı reddetmekle, yeni bir şey ortaya koymakla yazılmıştır. Sanat tarihi, kaideleri yıkan insanların tarihidir. Yoksa ustasıyla aynı işi yapan insanı sanat tarihine almazlar. Bu filâncanın taklididir, derler geçerler. Yani yeni bir üslup, yeni bir görüş, yeni bir anlayış getiren, sanat bakımından kıymetlidir. Diğerlerinden farklı olan, kendi üslubunu yaratan insan, sanat için kıymetlidir. Dış estetik ile fotoğraf bizi ilk aşamada kendine çeker; sonra benim iç estetik dediğim ifadeye gelir sıra. Her fotoğrafın bir ifadesi vardır. İnsandan insana iletişimi vardır. Benim fotoğrafım sizde ne kadar titreşim yapıyor? Sanatı uygulayan, meydana getirenle izleyen arasında bir iletişim doğuyor. O titreşim ne derece şiddetli? Size ne derece hitap edebilmişim?

İşte orada benim gücüm meydana geliyor. Tabii bu insandan insana, görüşten görüşe farklı olabilir. Yani izleyicinin eğitim seviyesi de, görüş açısı da, sanat görüşü de, hisleri de, hatta zaman içinde değişen duyguları bile işin içine girer; çok yönlü bir şey. Bir fotoğraf, hem dış estetiği bakımından hem iç estetiği bakımından bir bütünlük arz etmelidir. O bütünlük içinde de bir bitmişlik, “artık bunun üzerine bir fırça daha atılamaz” duygusu uyandıran sanat eseri saygındır, değerlidir.

“Fotoğraftan anlamak” diye bir kavram var. Fotoğraftan anlamak için teknik ve kuramsal fotoğraf eğitimi almak bu işin olmazsa olmazı mıdır; herhangi bir fotoğraf izleyicisi fotoğraftan anlayabilir diyebilir miyiz?

Eşyaya ve çevreye karşı, insanlara karşı her insanın duyarlılıkları çok farklıdır; değerlendirmeleri de çok farklı. Bu sadece fotoğrafa bakış ile ilgili değil; dünyaya, çevreye bakış ile ilgili. Yani hiçbir şeye ilgi duymayan bir insan, fotoğrafa da ilgi duymayabilir. İlgiler de farklıdır; bir konuya çok ilgi duyan insan başka bir konuya kördür, görmez; onu da mazur görmek gerek. Elbette her insanın duyarlılık derecesi farklıdır. Ben buna “fotoğrafı koklamak” diyorum; onun kokusunu alabilmek. Fotoğrafın mesela seçicileri, editörleri, fotoğrafı koklayan insandır. Fotoğrafı koklamak, her insana nasip olmuyor. Deneyim çok önemli. Binlerce fotoğraf görmüş bir insan ama bunları değerlendirerek, yani bunlardaki estetik unsurları tahlil ederek beynine yerleştirmiş bir insanın deneyimi ile iki üç tane fotoğraf görmüş bir insanın deneyimi bir olmaz gayet tabii.

Murathan Mungan, “Asıl başarı, bunca şeyin sahte olduğu bir toplumda sahici kalmaktır” der. Yarım asrı geride bıraktıktan sonra biz hâlâ Ozan Sağdıç diyebiliyoruz; çünkü sahici kalan azınlıktan birisiniz. Bunca zaman sahici kalmayı nasıl başardınız?

Sahici olmaya, buna karar vermekle başladım tabii. Bence sahtecilikten uzak durmak gerek. Gayet tabii sahici olacağız; bunun kaçış yolu yok ki. Bir de içten olmak gerek, samimi olmak gerek, için ne ise dışın da o olacak. Bir takım insanlardan ruhunu, düşüncelerini gizlemek, içten pazarlıklı olmak, bence çok kötü bir şey. Ben öğrenim hayatımda olsun, daha sonraki hayatımda da “doğrucu Davut” olmakla suçlanmışımdır. “İnsanları kırıyorsun” derler ama böyle bir niyetim yok. Kibarlık olsun diye de gerçekleri saklamayı doğru bulmuyorum; her şeyden önce ahlâki bulmuyorum. Kim olursa olsun, ister sanatçı olsun ister olmasın, insanın her şeyden önce ahlâk sahibi olması, diğer insanlara karşı dürüst davranması gerek.

Sanırım pek çok fotoğrafçı gibi, sizin için de fotoğraf, yaşamınızda birincil öncelikli. Eşinizle fotoğraf arasında kaldığınız durumlar oldu mu? Kim, nasıl galip geldi?

Fotoğraf çekme aşkı nasıl gerçekleşiyor? Çok seyahat ederek, dışarılarda kalarak, yani gece gündüz evden uzak bir uğraş. Bu nedenle benim evden uzak yaşamışlığım, eşim Olcay Hanım için şikâyet konusu olmuştur. Haklı olarak eşimin benden şikâyeti çok oldu; çünkü doğal olarak eve katkım az olmuştur. Ben bu hayat tantanası içinde ne yaptığımın farkında olamıyorum ki; bir aşkla koşturup duruyorum. Bunu şimdi şimdi idrak ediyorum; onu da fotoğraflarımı ortaya döktükçe görüyorum. “Yahu” diyorum “ben ne çok çaba harcamışım, ne çok koşturmuşum, ne çok yerde bulunmuşum, ne işler yapmışım…” diye, şimdi değerlendiriyorum ancak. Benim fotoğraf tutkumun çilesini Olcay Hanım benden fazla çekmiştir; ama işime karşı saygısı pek güçlü olduğundan, ciddi sorunlarımız olmadı.

Röportaj: Şule TÜZÜL
Fotoğraflar: Ozan SAĞDIÇ

Kontrast Sayı 15, Ocak 2010

Bizi paylaşın..