Nergis AKINCI | Fotoğrafla anı dondurmak mı? Külliyen yalan! (34. Sayı)

Görmeyi öğreniyorum. Evet, yeni başladım.
Henüz pek o kadar iyi değilim ama elimden geleni yapacağım.”
Rainer Maria Rilke

Rilke kadar yalın olmaya çalışacağım. Fotoğraf, bireyselliği koruma konusunda, içimde hiç susmayan bir ses. Kendi fotoğraflarımı okumak, kod açımlamasını yapmak, içsel yolculuğumu deşifre etmem demek. Aristoteles`ten bu yana metinlerde; her duyuma karşılık nasıl ki o duyuma özgü bir duyunun varlığı gerekliyse, duyumun gerçekleşmesi için de yine aynı biçimde o duyuma özgü, duyulur özne ve nesnenin gerektiği bilinmekte. Tam da bu nedenle artık hiçbir şeye, eskisi gibi bakmadığım kesin. Bakmayı öğrendikçe, onları nasıl kavradığım, kavrarken nasıl değiştirdiğimi, bir kadrajın içinde nasıl başkalaştırdığımı görüyorum.

Fotoğraf neyi, nasıl, nerede gördüğümün, hatta hangi biçimlerde görmek istediğimin tellalı. Bir yandan kendini sımsıkı gerçek dünyaya konuşlarken, diğer yandan da gerçekle ilişkisini, çektiğiniz andan itibaren keskin bir usturayla kesip atıyor.

Fotoğrafla anı dondurmak mı? Külliyen yalan! O, her daim -çekildiği andan itibaren- akışta kalır, baktıkça/bakıldıkça sonsuza yol alır. Akıp giden zamanın başlangıcı ve bitişi bulunur mu, hiç olur mu? Deklanşöre bastıktan sonra görüntüler, çerçevesi içinde, benim gerçekliğime dönüşür. Gördüklerim; kavramlar, olgular, duygularım, geçmişim, hepsi birbirine karışır. Bakan, tümünü görmez olur. Sonra sizi göstermek istediğime sürüklerim. Üstelik bu yanılsamayı yalın bir gerçekle kurarım. Sizi geçmiş ve gelecek arasında bir başınıza bırakırım. Sizin de gerçeği ve zamanı kaybettiğiniz yer burasıdır.

I.
İlgimi çeken şey, nesnem; beni gösterirken neyin ardına saklandığımı da söyler. Benim bir parçamı yakalamanıza izin veririm. Ama sobelemenizi de istemem. Çekerken gözümde nesneye indirgediğim, seçtiğim beden parçası, baktığım yer; yine benim. Bedenin o parçasını seçiyorum. Öyle mi görmek, öyle mi göstermek istiyorum? Bilinçli ya da bilinçsiz iç kıyılarımdaki tortular, imgeler bir başka formda tekrar bedenleşiyor. Onun bedenini değiştiriyorum, yeniden biçimliyorum. Dış çizgilerdeki belirginlik, yakınlık, sükûnet… Porselen bir duruş… Hayran bırakacak kadar güzel, usumda düşümde yarattığım bu kesinlikte. Onu gözlememize izin veriyor. Teninde yol alıyoruz.

Nesneleştirdiğim bir kadın imgesi. O an modelin mahcubiyeti ne kadar da uzağımda. Eril egemen bir düzenekte, ne derece dişil bir kimlikle bakıyorum ona, kendime. Ne kadar sıyırabiliyorum belleğimi, reklamların, filmlerin, günlük görüntülerin eril uzantılarından.

Aynanın arkasından başka ‘ben’e bakıyorum. İmgelerken, kendimi kodluyorum aynı zamanda. Her fotoğrafçı, kendi mit’ini yaratıp, yarattığı imgeye âşık olandır aslında. Her özne, her nesne bir gerekçedir. Çekimden sonra model, fotoğrafa baktığında modelde bir Dorian Grey bakışı görürüm. Kendinden geçerek kendine bakar. Tıpatıp kendisine benzeyen, melezleşmiş bedenine bakar hayretle. Çünkü O, kendine hiç öyle bakmamış, kendisini hiç öyle görmemiş, hissetmemiştir. Lord Henry, Dorian ile ilk karşılaştığında;

Bir insanı etkilemek, ona kendi ruhunu vermektir.” der.*

Kendimden başkasında gördüğüm, başkasının da bende gördüğüdür. Artık o anın, o izdüşümün, o duygunun yalnızca kadrajdaki halini isterim.

II.
Fotoğrafçı dediğin aptal aşıktır, asla gitmez, asla vazgeçmez. Mutfağımı, yılın tek ayında sabahları bir saatliğine -istediğim biçimde- ziyaret eden ışık tanrısıyla, fotoğraf ülkesinin en başına buyruk kedisini bir araya getirmeye çalışıyorum. Nafile bir sevdada yol alıyorum. Her seferinde işe geç kalıyorum. Günler geçiyor. Işık tanrısı pencere formunu bükmeye başlamış, veda çok yakın. Derken kedim merhamete geliyor. Bu ölümlüye üç dakikalığına bir şans veriyor. Gölgeler, hızla yukarıya uzuyor. Gergin, kadrajdan her an çıkacakmış gibi duran bir çift gölge bacak. Yanı başımda bir faili muhtar. Sfenks duruşu, yarı tanrı oturuşu, balerin kıvamında yürüyüşü, bakışı… Işık ve gölgenin oyununda tutsağız. Bu ölümlü ile çekildiği andan itibaren ölümsüzlüğü yakalayan görüntü, imgelere, göndermelere dönüşen dil; akıp gidiyor sonsuza…

III.
Her kare, zamandan bir kesit çaldığımın sanrısıdır. Güya onu başka zamanlara kaçırırım. Hıza, zamana karşı direnirim. Sonra kendime dönüşen kareleri çoğaltıp fotoğrafı hızlandırmaya heveslenirim. Kompozit fotoğraf, cümbüş sarayının kapılarını açar ardına kadar. Devinimsiz olması gereken bir sanat aracılığıyla hareket ve hız yaratmaya çalışan seri fotoğrafla her şey kreşendoya dönüşür. Öykülerim, zaman ve hareketin dansıyla sallanır. Duane Michals gülümser piksel piksel. An gelir, bir peri belirir. Hepimiz gibi zorlar kapalı, kilitli olanı. Merak ki en çok bu periye yakışır. Fotoğrafçının modele, ‘Seni kanatlarınla çekmeliyim’ demesiyle oyun başlar. Bir gardırobun en gözde giysileri, valizden taşıp, periyi sarmalar. İlksiz ve sonsuz alışveriş manzaralarının bir temsili olan bu esrime anı, ikimizin ortak tutkusuna hizmet eder. Sahip olma edimi, her şeyi mübah kılan bir eyleme dönüştürürken, nesnel fetişin de eril bakışın da üzerini usulca örter. Peri kızı haklıdır, kırmızı sivri topukların etkisi her daim büyülüdür. Bir an kendinden bile saklar, arkasına alır, sonra usulca kaybolur.

*Dorian Grey’in Portresi, Oscar Wilde, Can Yayınları, 2008

Nergis AKINCI

Kontrast Sayı 34, Mart-Nisan 2013

Bizi paylaşın..