Chris Marker’ın Ardından…
Dalgakıran (La Jetée): Ölüme Karşı Okunan Manifesto
Fotoğraflar filmin akışı içinde bizi allak bullak ederler, bir anda şimdiyi geçmişe, yaşamı ölüme dönüştürerek.
Susan Sontag [1]
Bellek, bir yandan tarihi yaşatan bir olguyken, diğer yandan yaşam pratiğinde aynı tarihi yadsıyan bir unutma refleksidir de. Ve sinema dünyayı, birbirini bütünleyen imgelerden oluşan belleğimizin biriktirdiği anılar aracılığıyla sorgularken; gördüğümüz dünyanın dışında başka bir dünyanın varlığının belki de en iyi kanıtı olarak fotoğraf, sinemanın görsel diline ortak olduğunda, tam anlamıyla yaşadığımız dünyanın bir parçası olmanın yolunu gösterir bize.
Bu yol göstericilerden biri, 29 Temmuz’da yitirdiğimiz fotoğrafçı ve yönetmen Chris Marker, imgelere, öngörülere ve işaretlere dayalı sinema anlayışıyla gerçekliği, insan ve tarih arasındaki bağı gözeterek koruma altına alır. Onun filmlerinde, kişisel olan izlenimler ve duygular, tarihsel arka planı, sosyal ve politik bağlamı içinde anlam kazanır. Bu bağlamda Marker’ın sineması, salt politik bir söylem taşımakla kalmaz, aynı zamanda filmlerinin yapılış biçimi de aykırı ve propagandacı bir nitelik taşır. Başvurduğu “kamera-kalem” (camera-stylo) tarzı, filmlerini neredeyse görüntülerle yazılmış birer romana dönüştürür. [2]
Marker’ın bireyin anıları üzerinden toplumsal belleği görünür kıldığı, hemen hemen tamamı siyah beyaz fotoğraflardan oluşan Dalgakıran (La Jetée, 1962) filmi, adeta ölümün karşısında yüksek sesle okunan bir manifestodur. III. Dünya Savaşı’nın ve nükleer imhanın ardından hayatta kalanlar, yerle bir olan Paris’in yeraltında tutsak düşerler. Bir grup Alman bilim adamı, içlerinden geçmişindeki anıya saplanıp kalmış bir adamı denek olarak seçerek, savaşın nedenlerini anlamak üzere önce geçmişe, sonra da gereksinim duydukları şeyleri onlara getirmesi için geleceğe gönderir. Ancak, adamın belleğinden silinmeyen bir anı ve bu anının içinde savaştan geriye kalan tek huzur verici imge olarak, genç bir kadının yüzü, onu sürekli olarak çağırır. Her seferinde ulaşılamaz ve gidilemeyecek kadar uzak bir yerden kadının yanına gelir ve sonra kaybolur adam.
Zamanın içinde açılan boşluktan sızan mutlu “an”lar içinde her şey sıradandır; adam ve kadın da. Çünkü her ikisi de zaman(sızlık) içinde kayıptır. Dünyanın ve zamanın sınırları ortadan kalktığında, belleğin kıyısında köşesinde kalmış herhangi bir “an”ı, gerçek dünyayla bir araya getirme olanağı belki de her zamankinden daha fazladır. Fakat gelecek böyle bir şey vaat etmez; çünkü zamanı geriye doğru sayan ölümdür ve gelecek, şimdiyi geçmişe terk etmiştir bile.
Adamın geçmişinde, havalimanındaki dalgakıranda bekleyen kadına doğru koşan bir adam vurulup yere düşer. Geleceğinde ise adamın sonsuzlukla buluştuğu nokta, varlığına filmin başında, yalnızca kalabalığın içinden ve Marker’ın sesinden tanıklık ettiğimiz bu ölüm olur; adamın kendi ölümü.
Geleceği, geçmişten daha özenle koruyan şey bilinmezliği midir? Ya da ölüm(ler) kişisel tarihlerinden yoksun bırakılmış, ayak bastıkları güvenli topraklardan yeraltına sürülmüş insanlara biçilmiş bir hiçlik midir? Oysa dünya da zamansızlık içinde hayalgücüyle çizilmemiş miydi? Marker’ın savaşlarla ve yıkımlarla örselenen dünyaya ilişkin bu imgesel ve fotografik bakışı, yaşamlarına bir şekilde devam edebilenlerin elinden alınan yargılama özgürlüklerine, onlar adına yeniden sahip çıkma biçimidir.
Tarihi unutmamak ve unutturmamak zamanın değil, belleğin elinde. “Bellek kimi zaman unutmuş gibi yapıyorsa bu, acıyı yeryüzünden kaldırmak istediğindendir…” [3]
[1.] Sontag, Susan (2008). Fotoğraf Üzerine, Çev. Reha Akçakaya. İstanbul: Altıkırkbeş.
[2.] Roud, Richard (The Left Bank: Marker, Varda, Resnais, Sight and Sound, Winter 1963), Maker, Varda, Resnais: Sol Yaka, Çev: Elif Beşer, Sekans Sinema Kültürü Dergisi Sayı: 2, 2005, syf: 54-59, Ankara: Kül.
[3.] Aral, İnci (2003). İçimden Kuşlar Göçüyor.
Kontrast Sayı 31, Eylül-Ekim 2012
Nagihan KONUKCU