Melih Zafer ARICAN | Söyleşi (34. Sayı)

Hayata bakışımız fotoğraflarımıza da yansır. Siz hayata nasıl bakıyorsunuz? ve neden fotoğraf?

Claude Bernard’ın çok sevdiğim bir sözü vardır “Ne aradığını bilmeyen, bulduğunu anlayamaz.” Herkesin bu dünyada bir amacı ve varlık nedeni olmalı. Dünyada birçok insan, bir hedefi ve amacı olmadığı için, yaşamın onları sürüklediği yerde, mutsuz ve başarısız hayatlar yaşıyor. Oysa ne istediğini bilen insan, gerekli bedelleri ödeyerek kendi yaşamına da istediği şekilde yön verebilir. Bu söz aynı zamanda fotoğrafta başarının da anahtarıdır. Birçok fotoğrafçının sergi ya da kitap yapamamasının en temel nedeni, kendi anlatmak istedikleri bir öykü etrafında değil, karşılarına çıkan güzellikleri fotoğraflamalarıdır. Durum böyle olunca da ellerinde derli toplu bir çalışmanın oluşması onyıllar sürüyor. Başkalarına söyleyecek sözünüz olduğunda, aklımızdaki görüntüleri aramaya, planlı bir şekilde fotoğraf çekmeye çıkmalıyız ve karşılaştığımızda da onları bulduğumuzu kolaylıkla anlarız.Her insan kendini bir şekilde ifade etmek ister. Bana da üniversite yıllarımda tanıştığım fotoğrafçılık kolay geldi kendimi anlatmak için. Zaten yetenek diye abartılan şey de bu değil midir? Kimilerine zor gelen bazı şeylerin, başkalarına kolay gelmesi. Fotoğraf çekmek ve basmak o zamandan beri benim için hayatın en büyük eğlencesi oldu.

Akademisyen kimliğiniz ve yurt dışında da sergi açmış biri olarak Türk fotoğrafını nerede görüyorsunuz?

Yakın zamana kadar Türkiye’ de, kendi derdini anlatmak için fotoğraf çeken insan sayısı parmakla sayılacak kadar azdı. Birçok tanınmış fotoğrafçı, amatör fotoğrafçı refleksleriyle gezi fotoğrafçılığı tarzı işler üretiyordu ve kendi fotoğraflarına bile saygı duymuyorlardı. Üç günlük bir geziden sergi açanlar, ne kadar hızlı sergi baskısı yaptıkları ile övünenler vardı. Amerika’da insanların kendi fotoğraf baskılarını beyaz pamuk eldivenlerle tuttuğunu görünce hafif bir kültür şoku yaşadım. Aynı zamanda insanların bir fotoğrafta, fazladan azıcık daha gri ton elde etmek, beyazları biraz ışıldatabilmek için günlerini haftalarını harcadığını görünce şaşkınlıkla karışık bir saygı duydum bu insanlara.

Ancak son on yılda, internetin de yaygın kullanımı ile artık Türk fotoğrafı ve dünya fotoğrafı diye bir ayrım kaldığına inanmıyorum. Artık izleyiciler de, fotoğrafçılar da fotoğrafları küresel ölçütlerle değerlendiriyor. Türkiye’de başarılı fotoğrafçı ifadesi artık bir anlam taşımıyor. Reklam fotoğraflarında bile çoğu firma Türkiye’de amaçlarına ya da bütçelerine uygun fotoğrafçı bulamadıklarında, yurtdışından getirtiyorlar.

Yüksek lisans için gittiğiniz Amerika’da başladığınız, siyah beyaz soyutlamalardan oluşan sanatsal çalışmalarınızı derlediğiniz ‘Yakın Öyküler’ adlı fotoğraf albümünüzden sonra Türkiye’ye döndünüz ve Türkiye’nin temel sorununu işaret eden ‘Haşhaş Kadınları’nı çıkarttınız. Bu keskin bir dönüş neden? Bulunduğunuz ortamların, sanatsal ve fotografik anlamda beslendiğiniz çevrelerin farklı koşullarının etkisi olabilir mi?

Aslında hâlâ benim tarzım; siyah beyaz diyemiyorum, zira son sergim mavi beyaz (cyanotype / mavi baskı) monokrom fotoğraflardan oluşan yakın plan doğa soyutlamalarıdır. O tarz işlerime devam ediyorum. Bence tek bir bitkiden bile yüzlerce estetik fotoğraf üretebilme potansiyeli varken, bu tarz (Edward Weston’un başlattığı pür form) bana dipsiz bir konu gibi geliyor. İnsanların dikkat etmeden önlerinden geçtikleri basit bir bitkiden, bir geometri bulmacası gibi sonsuz anlam üretebilmek, bana hayatın sırrını keşfetmek kadar zevk veriyor.

Ancak insan hikâyesi anlatmak çok daha gerçekçi, ayakları yere basan, sanatçının yaşadığı çağa karşı sorumluluğunu yerine getirdiğini hissettiren bir tarzdır. Bu nedenle eline fotoğraf makinesi alan her hümanist fotoğrafçının aklının bir köşesinde belgesel bir proje mutlaka vardır.

‘Haşhaş Kadınları’ albümünüzün tanıtımının bir bölümünde “Arıcan; erkek egemen Anadolu’da kadınerkek eşitsizliğini fotoğrafları ile anlatıyor” denilmekte. Ülkemizin bir türlü çözülmeyen (!) bu sorununa dikkat çektiğiniz albümünüzden söz eder misiniz?

AFSAD’ın kurucularından, 2005 yılında yitirdiğimiz sevgili dostum Toplumsal Belgeci (bu deyimin Türkiye’de isim babasıdır) Fotoğrafçı ve Akademisyen Merter Oral ile 2001 yılında başladığımız bir proje idi Haşhaş. Ancak, projeye başladıktan ve Anadolu kadınının zorlu yaşamına tanık olduktan sonra, asıl anlatmam gereken öykünün haşhaş değil, haşhaş tarlalarında ve Anadolu köy yaşamının her alanında, tüm zorluklara rağmen güçlü varlığını hissettiren kadınlar olduğuna karar verdim. Gerçekten ülkemiz açısından çok önemli bir sorun ve bu alanda maalesef kat edilmesi gereken çok yolumuz var. Afyon’un ilçelerinde, özellikle de Bolvadin’de gerçekleştirdiğim çalışmalar sırasında çoğu zaman kendime “gerçekten 21. yüzyılda mıyız?” diye defalarca sormuşumdur. “Haşhaş Kadınları” toplamda on yıl süren bir çalışma ile ortaya çıktı ve 2012 yılında kitap olarak basıldı ve eşzamanlı olarak Amerika ve Türkiye’de satışa çıktı. İngilizce olarak Melanie Light’ın önsözüyle yayınlandı.

‘Haşhaş Kadınları’ albümünüz, Ken Light’ın kurduğu Fotovision Books yayınevinden çıktı, buradan yola çıkarak fotoğraf yayıncılığı hakkında neler söylemek istersiniz?

Fotoğraf yayıncılığı ne yazık ki, ne Türkiye’de ne de Amerika’da ticari olarak kârlı bir iş değil. Çok az fotoğrafçının kitapları kâr edecek düzeyde satılıyor ve yeni kitapların çıkması için yol açılabiliyor. Çoğunlukla, ancak maddi olarak kendi baskı maliyetlerini finanse edebiliyor satış rakamları. Ancak fotoğrafçılar da, gelir elde etmekten ziyade, önemsedikleri sorunları geniş kitlelere duyurabilmek amacıyla bu işe kalkıştıklarından, alan da memnun satan da memnun tarzı bir ilişki ortaya çıkıyor. Ama her şeye rağmen kitap yayımlamak, tarihe kazınmış bilgidir. Sergi bir yılda unutulurken, aynı projenin kitabı onyıllar sonra dimdik karşınıza hiç ummadığınız yerlerden çıkacaktır.

Dergimizin bu sayısının dosya konusu ‘etik’. Sizin de ‘Haber Fotoğrafını Oluşturan Öğeler ve Seçim Ölçütleri’ adlı kitabınız var. Haber fotoğrafında etik konusunda söyleyecekleriniz nelerdir?

Bu sorunuz aslında biraz ilginç oldu. Zira bu aralar yeni bir kitap üzerinde çalışıyorum, adı Basın Fotoğrafçılığında Etik. Ancak bu kitap da İngilizce olacak ve Kaliforniya Devlet Üniversitesi Fullerton kampüsünden ünlü akademisyen Prof. Dr. Paul Martin Lester ile birlikte yazıyoruz. ‘Haber Fotoğrafını Oluşturan Öğeler ve Seçim Ölçütleri’ adlı kitap benim beş yılımı verdiğim doktora tezimdir. Bu nedenle akademik çalışma hayatımın en önemli parçalarından biridir.

Haber fotoğrafında etik; halkın bilgilenme hakkı ile bireylerin kişisel mahremiyetleri arasında sıkışmış çok sorunlu bir alandır. Fotoğrafın çekilmesi ayrı bir konudur, çekilen fotoğrafların bir kitle iletişim aracında yayınlanması ayrı bir konudur. Bir fotoğrafın toplumun önüne sunulması için, birçok farklı ölçüte göre uygun olması gerekir. Bu da sansasyona prim vermeyen, topluma saygı duyan, insancıl editörlere duyulan ihtiyacın altını çizmektedir. Aslında etikle ilgili birçok sorunun cevabı bence hümanizm sözcüğünde gizlidir. İnsana duyulan saygı, bence etikle ilgili her sorunun anahtarıdır.

Melih Zafer ARICAN

Kontrast Sayı 34, Mart-Nisan 2013

Bizi paylaşın..