Sanatı ve görüşleri nedeni ile de göç etmek zorunda kalan sanatçıların sayısı çok. Siz isteyerek göç edenlerdensiniz.
Ben istemeyerek göçenlerdenim. 1975-1980 yılları arasında ülkemiz ‘huzursuzluklar ülkesiydi’. Sanırım bu durumdan hala kurtulmamak için de elinden geleni arkasına koymuyor… Göç etmek, cesaret gerektirir. İçerisinde korkular, çaresizlikler, vesaire barındırır. Yeni bir yaşam kurmak, gidilen yeni bir ülkede hiç de kolay değildir. Öncelikle dilini bilmediğiniz bir ortamda… hele benim gibi 26 yaşında gidilirse işler daha da çetrefilleşir. Çünkü doğup-büyüdüğüm memleketimde artık kişiliğim tamamlanmıştı. Kendime bir ortam yaratmıştım. İstanbul, Samatya semtinde “Halk Sahnesi Oyuncuları” adında gişesi açık bir tiyatromuz vardı. Nazım Hikmet’in “Yolcu” isimli bir oyununu sergiliyorduk. Sahnesi bir gece, NH’i sevmeyenler tarafından yakılınca onsuz, sahnesiz kalmıştık. Üstüne bir de borçlar, kira, vergi, vs. eklenince… Eşimin Alman olması nedeniyle, bir süre O’nun memleketinde yaşamak üzere yola koyulmuştum. Daha sonra fotoğrafta yaptığım DÖRTLEME’nin ikinci bölümü olan, ‘İptal-Kayıp Nesil’ sergime, kendimi de katmıştım. Orada kendi fotoğrafımın altına: “Aşkımın peşinden geldim!” yazmıştım. Bu ironi içeren açıklama, ülkemden ayrılışıma ‘merhem’ olsun, diye düşünmüştüm.
Bir göçmen olmanız ise yaşadığınız yerdeki diğer göçmenleri içerden biri olarak anlatma olanağını vermiş. Okuyucularımız için kısaca süreci anlatabilir misiniz?
‘Klasik Göçmenler’ iki ülke arasında (Almanya-Türkiye) devletlerarası yapılan antlaşmalar ile göç etmişlerdir. Bunun başlangıcı da Ekim 1961’dir. 1973 yılında bu antlaşma tek taraflı olarak Almanya tarafından iptal edilmiştir. (John Berger, dilimize de çevrilen, Yedinci Adam kitabında bu konuyu etraflıca yazmıştır. O yıllara ait fotoğraflar da mevcuttur.) Benim göçüm ise özel bir durumdur. Sözleşme ile Almanya ya da diğer ülkelere gidenlerin türlü-çeşitli ‘rüyaları’ vardı. Çoğunlukla, çalışıp biraz para biriktirip, memlekete geri dönerek, kendi işyerini açmak vs. gibi.
Beni, özellikle ‘Türk Göçü’nü fotoğraflamaya iten nedenlerin başında şu anım geliyor: Türkiye’ye izine gelen ‘Alamancılara’ herkes gıpta ederek bakıyordu. Otomobiller, iyi ve yeni urbalar, vs. Bu dış görünüş, göçmenlerin orada çok iyi yaşadıklarının belirtisiydi sanki… Almanya’ya gittiğimde, (Kasım 1976) TR’de gördüklerimin tam tersini görmüştüm. Türk Göçmenler en kötü konutlarda, ya da işçi yurtlarında [Heim] ikamet ediyorlardı. Fahiş kiralar ödüyorlardı. Vasıfsız işçi oldukları için, sağlık koşullarının olmadığı ağır işlerde çalışıyor, hatta, yerlilerin çalışmak istemedikleri branşlarda çalışıyorlardı. Belki de en düşük ücretleri alıyorlardı… Ve o yıllar “Almanya Acı Vatan” yıllarıydı. (Türküleri de vardır.) O zamanlar iş bulduğum bir Türk gazetesinde, okuyucuları da Türk oldukları için, Türk cemaati içerisinden, onların yaşamlarından haberler yapmak gerekiyordu. Türkiye’deki gazetelerin Avrupa baskılarıydı. Tabii ki fotoğraf da çekiyordum. Ve giderek bu konuda yoğunlaşmıştım. Ve bu göçü kırk yıl fotoğrafladım.
Fotoğraflarınızda yaşama tutunma, kökene aidiyet sembolleri, yeni yere ait mekanlar, espri, mimik… vb. her şeyi görüyoruz. Bu da fotoğraflarınıza konu olan insanların yaşam enerjisini hissettiriyor. Çalışma konularınıza nasıl hazırlanıyorsunuz? Nelere dikkat ediyorsunuz?
40 yıl bilfiil yaşadığım Almanya’da fotoğraf çalışmalarımı “DÖRTLEME” olarak düşünüyorum. Aşağıda sıraladığım sergi ve sergi katalogları işte bu kırk yıl içerisinde gerçekleşti. Yani, bir konuyu 40 yıl çektim de diyebilirim.‘Sen Bilmezsin, Her Yerde, Yabancı Olmanın, Ne Demek Olduğunu’, ‘İki Yabancı Göz, Bir Anlık Bakış’, ‘İptal-Kayıp Nesil’, ‘Memleket Almanya’. Birinci ve ikinci sergi, gazetelere/dergilere çektiğim haberlerin fotoğraflarından oluştu. Üçüncü ve dördüncü sergiler ise, önceden düşünülmüş, açıklamalı manifestosu yazılmış ve ondan sonra çekim süreci başlamış sergilerdir. Genellikle fotoğrafını çekeceğim insanlar ile önce tanışırım. Onlarla sohbet ederim. Kesin bir reçetem yok, ancak fotoğrafını çekeceğim insanlar ile bir sorun yaşamam. Kaçak çalışmam! Yıllarca insan çekmenin getirdiği bir rahatlık söz konusu diyebilirim.
Göçmenler konusu sıcak ve hassas bir konu. Bazen ana medyada yer alamayacağını düşündüğümüz ciddi meselelerin başka mecralar ve özellikle sanat yoluyla dile gelmesi sizce anlamlı mı?
Yukarıda sıraladığım sergilerimi kendim düşündüm, kendi-kendimin sponsoru oldum. Başlangıçta, Türk cemaatinden, Alman basınında pek haber yapılmıyordu. Ancak, bu yaşamın fotoğraflanması fikri bende iyice yoğunlaştı ve üşenmeden sürdürdüm çekimlerimi. Ancak bu sergilerden sonra rağbet arttı. Alman halkı komşusunu, onun yaşamını tanımaya merak sardı. Yüzlerce sergi yapıldı. Sergi katalogları basıldı. Ve hatta şu an 1977-1985 yılları arasında çekmiş olduğum fotoğraflar Prusya Vakfı’nın görsel bölümüne kabul edildi. Vakıf ülkedeki sayısız müzenin sahibidir. Hiçbir yayıncı (sol-sağ ayırt etmeden) para kazanamayacağı, okuyucu bulamayacağı işlere sümüğünü bile atmaz. Bu nedenle, insanlar anlatmak istediklerini, kendi olanakları ile diğer insanlara göstermeye çabalıyorlar.
Günümüz sanatında adalet, hak arama, itiraz, anlama, anlatma, azınlık hakları, eşitsizlik, önyargılar gibi dünyamızın temel meselelerini görüyoruz. Sanatın bunları konu etmesine ne dersiniz?
Sanatçı olmadığım için, yanıtım yok! Ancak şunları paylaşabilirim. Ben gazete fotografçısı olarak çalıştığım için, Alman Gazeteciler Birliği üyesiydim. Bu kurum sendika yasalarına göre çalışıyordu. Dolayısı ile sendikamız aracılığı ile mesleğimizi ilgilendiren konularda aktif görevler de üstleniyorduk.Bizim fotoğraflarımızın yayınlanması için üç koşul vardı. Fotoğrafı yayınlayacak yayın, bunları yerine getirmek zorundaydı. Bunlar: 1)Telif, 2) Fotoğrafçının isminin yazılması ve 3) Fotografçıya örnek sayı gönderilmesi. Bu kurallara uymayanın vay haline… Bu durumu biz daha çok Birliğimizin avukatlarına bildiriyorduk. O bu işlerin peşine düşüyordu. Ayrıca maaşlı ya da serbest çalışan gazeteciler için toplu sözleşmeler yapılıyordu. Yazıda satır sayısı ölçü olarak alınırdı. Fotoğrafta ise, sütün sayısı [büyüklüğü], hangi sayfada yayımlanacağı ve yayının tirajı göz önüne alınırdı. Bunun için tabelalar hazırlanırdı. Tabelada yatay ve dikey çizginin birleştiği yer ödenecek ücreti gösterirdi.
Mehmet ÜNAL’ın Kontrast Dergi 54. sayıda yayımlanan portfolyosuna buradan ulaşabilirsiniz.