Çevresinde yeşil alanı olmayan bir yerleşim yeri düşünebilir miyiz?
Yeşil alanlar, kent yaşamında çatısız, duvarsız evlerimizdir adeta. Burada yorgunluğumuzu atar, huzuru soluklarız, güzel zamanlar geçiririz. Kentlerdeki parkların sağlık ve sosyal yaşam açısından önemi büyüktür. Öncelikle, her yaştaki insana ve toplumun bütün kesimlerine hitap eder. Zengini, fakiri, genci, yaşlısı birdir parklar için. Çocuğunun elinden tutan ebeveynin ilk uğrak yeridir, kimi zaman aşkların doğduğu, kimi zaman yaşlıların sohbet mekanı, kimi zaman evsizlerin yuvası, hayvanların yaşam alanıdır. Kimseyi ayırmaz. Herkesi kendine davet eder, herkesle vakit geçirir.
Belediyelerin yetki sınırları dahilinde olan parklarda, halkın düşüncelerinin ve isteklerinin bertaraf edilerek, kent işlevi ve estetiğine aykırı projelerle yeniden yapılandırılması, nefessiz kalan kentlilerce tepkiyle karşılanmaktadır. Hepimiz biliyoruz ki parklar üzerinde bireysel kararların alınamayacağı, toplumun ortak kullanımına açık kamusal mekanlardır. Yakın zamanda tanık olduğumuz Gezi Parkı olayları da, kent yaşamı içinde zaten sıkışmış olan yeşil alanın, halkın isteminin dışında, farklı değerlendirilmesi girişimi nedeniyle tepkileri üzerine çekmiştir. Ülkemizde yapılaşma mantığı, doğal yeşil alanları koruyan bir anlayış yerine, plansız ve kamu yararı gözetilmeksizin gerçekleştirilmektedir. Bilinçsiz şehirleşmenin, büyümenin, her yere inşaat yapmanın bedeli, daha büyük zararlarla kapanmaz. Unutulmamalıdır ki doğa eninde sonunda kendinden alınanı geri alır…
Kent parkların kentli üzerindeki sosyo-kültürel etkilerini ve tarihsel gelişimini araştırmak, varoluş nedenlerini kavramak, parklara/ yeşil alanlara yönelik değişimleri izleyip değerlendirmek, sonuçlarını toplumla paylaşmak akademik çalışmaların başlıca konularından olmuştur.
Konu ile ilgili olarak akademisyenlerimizden Ankara Üniversitesi Ziraat Fakültesi Peyzaj Mimarlığı Bölümü’nden Doç Dr. Aydın Özdemir’ in çalışmalarına dayalı tespitlerine ve görüşlerine başvurduk;
“Demokratik toplumların kent yaşamında vazgeçilmez öğeleri kent meydanları ve parklardır. Türk toplumunda da kentler meydanları ve geniş park alanlarıyla anılmıştır. Osmanlı’da mesire yerleriyle başlayan süreç, Cumhuriyet döneminde Millet Bahçesi, Güven Park ve Gençlik Parkı ile süregelmiştir. Bu alanlar, bireylerin boş zamanlarını değerlendirmesi ve doğadan yararlanması için oluşturulan geniş yeşilliklerdir. Ayrıca kültürel ve kişisel çeşitliliğin sergilendiği ve demokratik, açık görüşün vurgulandığı alanlardır. Ancak son yıllarda meydanlarımız ve parklarımıza birşeyler oluyor. Çeşitli müdahaleler var. Bunlara geçmeden önce, bu alanların öneminden bahsedelim.
Tanımlı kent boşlukları olan kent parkları, insanları bir araya getiren simge alanlar olmaları nedeniyle birey ile toplum arasında iletişimi sağlar. Grupların bir araya gelmesi her an bir sosyal aktivite oluşturmakta, kutlamalar, eylemler, konserler, sergi ve gösteriler gerçekleşebilmektedir. Diğer insanlarla bir arada bulunmak ve onları izlemek hepimizi olumlu etkiler. İşte bu biraradalığı sağlayan ve zaman içinde şekillenen alanlar kent parkları ve meydanlardır. Madem bu alanlar kamusallığın gereği olarak herkesin kullanımına açık, neden özgürce hareket edemiyoruz? Bizi engelleyen ve durduran ne? Ülkemizde salt birer kamu alanı olarak tarif edilen parklar ve meydanlar yönetimlerin politik ve siyasal bakış açılarına göre şekillenmekte. Bunun belki de farkında değiliz ama her hafta sonu gittiğimiz kalabalık alışveriş merkezleri bizi bu açık alanlardan biraz daha uzaklaştırıyor. Sadece alanlardan değil birbirimizden de uzaklaşan bir toplum haline geldik; araçlarımız çok değerli ve onlar için en güzel park yerini bulmak için uğraşıyoruz. Çağdaş yaşam biçiminin bize sunduğu yeni alışkanlıklarımız var artık… Eskiden Güven Park’ta anıtın önünde buluşurduk. Şimdi kapalı ve yapay alanlara akın ediyoruz, zamanı unutarak ve unutturularak. Bu durum, tüketim toplumunun bir gereği olsa gerek. Çünkü parkta alışveriş yapmak mümkün değil.
Çevremizdeki değişimler o kadar hızlı oluyor ki kentimizin nasıl bu hale geldiğini farkedemiyoruz. Binalar hızla yükseliyor, sokaklarımız bir gecede isim değiştiriyor, yıkılan yerler hemen değerlenip otoparka dönüşüyor… Bu süreçte sahip olduğumuz birkaç yeşil alan ne kadar da değerleniyor; Kuğulu Park ve Gezi Parkı gibi… çadırları kurup bekçilik yapmak zorunda kalıyoruz. Bir zamanlar Atatürk Orman Çiftliği vardı. Evet, başkentin ortasında bir Çiftlik! Bozkırda yeşeren başkent için bir hayal…Ne kadar değerli bir arazi parçası…Bu alanı talan etmek için “hiç bir şey” yapmamak belki de tek çareydi. Bırakalım kendi kaderine terkedilsin. Oysa şimdi, kent parkı ve meydanı olmayan bir başkentte sonunda bir tema parkımız da oldu…
Kent insanının doğaya olan özlemi yeşil alanlarla giderilmeye çalışılırken kentsel yaşamın olumsuzluklarını bir an olsun unutuyoruz. Parkta gürültü, kirlilik, karmaşa ve düzensizlik yok. Her şey planlı ve olması gerektiği gibi. Doğanın birer parçası ve kopyası gibi. Kent içinde doğal habitatlarla karşılaşıyoruz. Sokak hayvanlarına ev sahipliği yapıyor. Ancak kentin her metrekaresi değerli. Kent toprağında müthiş bir rant kavgası yaşanıyor. Park alanlarının yerini yapılar almaya başladı. Yeni tüketim mekanları cazibesi ve ilgi çeken isimleriyle bizleri karşılıyor. Alışveriş merkezlerinde sanırım hiç yüksek sesle konuşan ya da gösteri yapan birilerini görmediniz. Çünkü herşey kontrol altında ve siz nasıl davranılması isteniyorsa o şekilde hareket ediyorsunuz.
Son 20 yılda ülkemizde ekonomik düzende oluşan köklü değişimler sonucu bu iletişim ve karmaşa yeni boyut kazanmış ve sonuçta yeni tüketim mekanları ile alışveriş aktiviteleri özel sektörün kontrolüne geçmiştir. Bu süreçte kamusal dış mekan da özelleşmektedir. Artık kent halkının boş zamanlarını değerlendirme konusunda ilk akıllarına gelen yerler, dış mekanın doğaya erişim dışında tüm özelliklerini sunan alışveriş merkezleri olmaktadır. Bu merkezlerin yöneticileri, güvenlik ve tüketim merkezli yapı ve mekanlar tasarlama yoluna giderek halkın rekreasyonel alışkanlıklarında değişimler yapmışlardır. Bu kapalı mekanların plancıları, özel sektörün yönlendirmesi ile “kontrol edilebilen kalabalıklar, kontrolsüz sosyal çeşitlilikten daha karlı olur” mantığı ile bu mekanları tasarlamaktadır. Yeni tüketim mekanlarının oluşması ile zamanla kentli kent merkezlerini ve kent parklarını kullanmaz ve diğer kentlilerle açık mekanlarda buluşamaz duruma gelmiştir. En son ne zaman bir parka gittiniz, gitseniz bile sanırım hemen sıkıldınız. Çünkü sizi eğlendiren şeyler orada yok! Artık politik aktivitenin yerini yönlendirilmiş tüketim davranışları almaktadır. Bu kapalı alanlarda kullanıcılar kentli olma bilinçlerini kapıdan geçtiklerinde unutarak merkez yöneticilerinin istediği şekilde hareket etmektedir.
Şimdi kentsel dönüşümle yeni tip yerleşim merkezlerinin oluşumu da, demokratik kentsel kimlik üzerinde tehdit edici uygulamalardan. Rezidans, Tower ya da Konak olarak adlandırılan modern konutlardan ev alma yarışındayız. Merak etmeyin hepsi aslında birer apartman, kimisi on kimisi otuz katlı. Bu yeni yaşam merkezlerinde çocuklarımız güvende, geniş yeşil alanlar ve yapay göletler yanında balkonlarda yer alan bahçeler de “doğa” sembolik olarak bizlere sunuluyor. Ne var ki, bu yeşil alanlara sadece toplumun belirli bir sınıfı sahip olabilmekte ve bu alanlara site sakinleri dışında insanların girmesi engellenmektedir. Özel korumalar, şifreli kapılar, kameralarla herkes güvende… Çevremizde bu kadar tehdit var mı? Yoksa biz mi bu korkuyu yarattık? Tıpkı kent meydanında yaratılan korku gibi. Onun da bir çözümü bulundu; kamusal alan artık özelleşti.
Peki biz plancı ve tasarımcılar olarak bu değişime ayak uydurabildik mi? Elbette hayır. İş kapma bahanesiyle bizlere söylenen şeyleri projelerimize aktardık. Mutlak korunması gereken tarihi yerleri kullanımlara açtık. Elbette hedefimiz, iletişimin, hareketin ve sosyalleşmenin özgürce ve rahatlıkla sağlanacağı mekanlar yaratmak. Bizlere öğretilen de bu. Eğer bu hareketi kontrol etmek yeni amacımız ise sanırım bu amaca ulaştık. Bir sonraki aşama ise daha ürkütücü; kamusal yaşam biçimi olmazsa kamusal mekana da ihtiyaç duyulmayacaktır.
Bırakalım sosyal hayat biçimi planlarımızı ve tasarımlarımızı yönlendirsin. Bireyi ve toplumu planlarımıza dahil edelim. Önce Güven Park ve Kuğulu Park’ta, şimdi ise Gezi Park’ında her kesimden bireyler biraraya gelerek kamuyu ve kamusal alanı yeniden tarifledi. Bize düşen görev bu engellenemez hareketi fiziksel olarak yeniden oluşturmak… Her ne kadar bireyselleşsek ve yalnızlaşsak da köklerimizden kopamayız. Biz kalabalıkları severiz ve toplu hareket ederiz. Yine kamusal mekanı biz şekillendireceğiz.”
Irmak SOLDAMLI
Kontrast Sayı 36, Temmuz-Ağustos 2013