1944, Edirne doğumlu olan İlyas Göçmen`in fotoğrafla olan ilişkisi uzun yıllara dayanır. Fotoğrafa gerçek anlamda 1980 senesinde İFSAK’a üye olarak başladı. Bu tarihten sonra fotoğrafın sanat yönü ile ilgilenen Göçmen’in yapıtları yurtiçi ve yurtdışında çeşitli albüm ve kitaplarda gerek tek gerekse portfolyo olarak yayınlandı.
1984 senesinde Uluslararası Fotoğraf Federasyonu (FIAP) tarafından “AFIAP” unvanı ile onurlandırıldı. Ulusal ve uluslararası yarışmalarda 49 ödül aldı. 1983 ve 1985 senesinde kişisel sergilerini açan İlyas Göçmen, yurtiçi ve yurtdışında 150`den fazla toplu gösterime ve sergiye katıldı.
1985`te kurulan FOG fotoğraf grubunun kurucu üyeleri arasında bulunan Göçmen’in ödüllü fotoğrafları, bu grupla birlikte 1989 yılında yayınlanmış olan “Birikimler” adlı albümde de yer aldı. Birçok dergide fotoğraf ve turizmle ilgili yazı ve fotoğrafları yayımlandı.
Fotojurnalist ve yaratıcı fotoğraf tarzında çalışan İlyas Göçmen yurtiçi ve yurtdışı yarışmalarda jüri üyelikleri de yapmaktadır. Birçok konuda uzun soluklu çalışmalarına devam etmektedir.
İlyas Göçmen nerede doğdu, büyüdü?
Edrine’de dünyaya geldim fakat aslen İstanbul’luyum. Babam Atatürk’ün ilk polislerinden birisi. Polis okulunu bitirdikten sonra, ilk tayini Edirne’ye çıkıyor. Bu sırada ben dünyaya geliyorum. Bir yaşındayken Edirne’den tekrar İstanbul’a döndük. Çocukluğum İstanbul-Avcılar’da geçti, daha çok tatillerimizi burada geçirirdik, Avcılar’daki evimiz çok güzeldi. Buradaki yerimiz üç dönüm arazi içinde büyükçe bir evdi. Bahçemizde her türlü sebze, meyve yetişirdi. Arılarımız vardı, atlar, inekler, tavuklar küçük bir çiftlik gibiydi. Çocukluğum bu güzellikler içinde geçti. Genç lik yıllarım ise Samatya’da… O dönemler Samatya, İstanbul’un en nezih semtlerinden biriydi.. Hafta sonları ‘çay partileri’ yaptığımız, İstanbul’un o mozaiğini hep birlikte yaşadığımız birçok Ermeni arkadaşım vardı. REFİ Spor kulübünde arkadaşlarımızla sahilde yüzerdik o zamanlar, hatta bir süre bu kulüpte yüzme ve kürek sporuyla da ilgilenme fırsatı buldum.
Fotoğraf serüveniniz nasıl başladı?
Henüz ilkokula gidiyordum, 4.sınıf öğrencisiydim fotoğraf makinesiyle tanıştığımda… Arkadaşımın babasına ait körüklü fotoğraf makinesi ile çekimler yapıyorduk. Bazen makineyi ödünç alıp evde ailemin ve kız kardeşimin portrelerini çekiyordum. Sonraları fotoğraf hakkında daha fazla şey öğrenebilmek, fotoğrafların baskısının nasıl yapıldığını araştırmak için; karanlık odayla ilgili kitaplar elde edip incelemeye başladım. Fotoğraflarımın baskısını ve banyoyu kendim yapmak istiyordum. Bir de TAB sandığı yapmıştım kendi kendime. Haftalığımı aldığımda hemen bir portakal kasası satın alıp, kasanın her tarafını siyah bantla kapladım, üstüne buzlu cam koyup sandığın içersinde elektrik aksamını yerleştirdim. Filmi buzlu camın üzerine , onun üzerine de kâğıdı koyup elimle bastırarak sayıyordum, deneme yanılma yöntemiyle kendimce ilk denemelerimi yaptım. O sarı fotoğrafları hâlâ saklarım…Şimdi TAB sandığı nedir diye sorsalar kimse bilmez.
Takip ettiğiniz dernek ve fotoğraf grupları veya yayınları var mı?
Fotoğraf derneklerini mümkün olduğunca takip ediyorum. Başta İFSAK-AFAD-BUFOD-EFOD-KASK olmak üzere. Şu sıralar Bursa Fotoğraf Derneği büyük bir atak yaptı, çok başarılı durumda. Bazı dernekler kapatılmasına rağmen, BUFOD çok güzel çalışmalara imza attı, onları alkışlamamak elde değil, bravo çalışanlara. Ara Güler’in yayın yönetmenliği yaptığı İZ dergisini takip ediyorum.
Fotoğrafçılığınızı ve fotoğrafçılıkta kendinizi tanımlayan bir ifade var mı?
Bu konuda uzun uzadıya bir şey söylemek gereksiz olur. Beni en iyi ifade eden kelimenin An durduran! olduğunu düşünüyorum. Birlikte söylendiğinde kulağa Fransızca gibi geliyor ama kelime öz Türkçe…
Türkiye’de veya dünyada tarzını, çalışmalarını ve fotoğraftaki duruşunu örnek aldığınız isimler var mıdır?
Ben yurdumun fotoğraflarını çeken biriyim. Yabancı ülke fotoğrafçı ve fotoğraflarını da izlerim, severim, fakat kültürümüzün ürünü fotoğrafları her zaman tercih etmişimdir. Atatürk’ün fotoğraflarını çeken Ahmet Işıksel hayli gıpta ettiğim fotoğrafçıdır. Yabancı sanatçılardan; Brezilyalı Sebastiao Salgado, Fransız fotoğrafçı Henri Cartier’i de takip ederim ve elbette Ara Güler! Benim hocam diye hitap ettiğim, duruşunu, fotoğrafçılığını beğendiğim sanatçı. Kendi deyimiyle foto muhabiri.
İstanbul Kültür A.Ş.nin yayınladığı “İstanbul’un 100 Fotoğrafçısı” adlı kitapta yer almış nadir fotoğrafçılardan biri olarak tanınan biri misiniz?
Fotoğraf camiasında tanınan biriyim. Fotoğrafla ilgili olanlar beni tanırlar, tanımayanlar da var tabii… Ben bu dünyanın içinde sabit duruyorum. Aramızda en tanınmış fotoğrafçı Ara Güler’i bile tanımayanlar vardır. İstanbul Büyükşehir’in seri haline getirdiği bir yayının ikinci kitabı ‘100 fotoğrafçı’yı konu alıyordu. Burada yer almak gerçekten onur veriyor. Layık görenlere teşekkür ederim.
Ne anlatmak istediğini ilk bakışta anladığımız ve akılda kalan fotoğraflar vardır. Aklınızda böyle fotoğraflar var mı?
Fotoğraf gruplarımızda zaman zaman konuştuğumuz bir konudur bu. Kompozisyon ve teknik açıdan değerlendirdiğimiz fotoğrafların yanısıra; konularına, taşıdığı anlamlara ve çekildiği an’a kadar birçok kriterde fotoğrafları değerlendiririz. Fakat bir sanatçı yaptığı birçok eserle değil, halkın hafızasına sadece bir tanesi ile kazınıyor. Bu örneği değerli dostum Ara (Ara Güler) vermişti. Dedi ki, sen Leonardo da Vinci’nin hangi eserini biliyorsun? Aklıma hemen Mona Lisa geldi. Hâlbuki adamın mimarlık alanında resim, tıp alanında daha birçok dalda eserleri var. Hepsi de gün ışığında ortada… Biz hemen aklımıza Mona Lisa’yı getiriyoruz. Sadece bir fotoğraf ile bile hafızalarda yer edebilmek mümkün ve tabii kolay değil.
Günümüz makineleri ile sizin o zamanki şartlarda kullandığınız makineler arasında ne gibi farklar var?
İlk zamanlar fotoğraflar siyah-beyaz iken, ardından renkliye geçiş ve analog makinelerden, sayısala geçiş inanılmaz bir aşama…Bir saniyede bir trilyon kareye çıkan, ışığı yakalayan çekimler var, bir zamanlar hayal bile edilemezken, şimdi gerçek oldu. 20 km’den, göz bebeğini çekebilen makineler var, teknolojiyi yakalamak çok zor…
Peki, eski makinelerin yarattığı alışkanlıklar var mı?
Müdahalesiz bir çekim bizim fotoğraf alışkanlığımızdan geliyor. Photoshop ile bir düzenleme bence pek makbul değil. Ufak tefek tonlamalar bir dereceye kadar kabul edilebilir. Ancak ben kendi şahsım adına photoshop vb. programları kullanmıyorum. Çekerken her şeyi bitmiş fotoğraflar çekiyorum. Benim çalışma tarzım bu! Tabii ki bu bir reklam veya moda fotoğrafçısı için geçerli değil, muhakkak müdahale gereken durumlar olabiliyor, modelin cildinde lekeler vb. varsa, temiz düzgün bir kare için hem makine, ekipman hem de photoshop gerekebiliyor. O da dozunda olmalı, fazlası fotoğrafın değerini yok ediyor.
Fotoğraflarınıza şiir kitabı yazılan, birçok dile çevrilerek piyasaya sunulan bir fotoğrafçısınız. Bu nasıl oldu?
Azerbaycanlı Şair Selim Babulluoğlu ile İstanbul- Bahçeşehir’de tanıştım. Selim Babulluoğlu bana şiir kitabını imzalayıp verince, ben de jest olsun diye kendi fotoğraf kitabımı imzalayıp verdim. Fotoğraflarımdan etkilendiğini ve benim fotoğraflarıma şiir yazacağını söyledi. Ben de ‘Nasıl yani, benim fotoğraf kitabıma mı?’ diye sordum. Kitaptaki her fotoğrafa ayrı ayrı şiir yazacağını söyledi. Açıkçası onur duyarım dedim ve serüven böyle başladı.
40 fotoğrafa 40 şiir yazdı. Azerbaycan’da çok ses getirdi bu çalışma. Yazılı ve görsel basında, TV programlarında, Azerbaycan Kültür Bakanlığı tarafından da ödüllendirildi. Azerbaycan’da ‘Kızıl Kalem’ ödülü aldı Selim Babulluoğlu. Dünyada fotoğraf kitabına özel şiir yazılan ilk ve tek kişi oldum, tabii ki gururlandım. Şiirler, 5-6 ülkenin diline çevrilerek basıldı, şimdilerde şiirleri dilimize çeviriyoruz, ülkemizde de basılmak üzere hazırlanıyor. Azerbaycan’dan pek çok sanatçıdan, yazardan övgüler geldi, bilhassa Azerbaycan Başbakan Yardımcısı Elçin Efendiyev’in tebrik ve teşekkür yazısını aldım… Azarbaycan Kültür ve Turizm Bakanı Abdulfes Karayev’in yazısı beni çok onurlandırdı. ‘Bir millet, iki devlet arasında dostluk köprüsü kurdunuz, tarihe geçtiniz’ diye… Onur duymamak elde değil…
Kırkpınar yağlı güreşlerini 40 yıldır takip ederek muazzam geniş bir doküman elde ettiniz. Deyim yerindeyse rekor sizde. Bu çalışma nereye kadar gidecek?
40 yılı aşkın süredir yağlı güreşleri çekiyorum. Kayınpederim sayesinde yağlı güreşleri takip etmeye başladım. Eşimin babası eski yağlı güreşçi Servet Meriç. Büyük hoca olarak tanınır. Birlikte Edirne’de birkaç kez yağlı güreşlere gittim, zamanla ilgimi çekmeye başladı. O zamandan beri her yıl giderim. Yağlı güreşlerin içine girince çok farklı bir ortamla karşılaşıyorsunuz, Pehlivanları çekmek tamamen farklı bir alan. İşin heyecanını anlatan fotoğraflar çekmek önemli. Farklı pozisyonları, güreşçilerin terini akıttığı anları, detay görüntüleri çekmek emek istiyor. Alanda kimi zaman 60 kişi oluyor. Hangisini çekeceğinizi şaşırabilirsiniz. Dolayısıyla güreşçileri önceden tanımaya çalışıyorum. Hangisi daha güzel güreşir, kimin vücudu daha iyi fotoğraf verir, bunları düşünerek çekiyorum. Bazen güreşenleri bazen de dinlenenleri çekiyorum. Artık nereye kadar gider bu çalışma bilemiyorum, fakat finali 40 sene olarak planlamıştım, 40 sene Kırkpınar diye. Sonra fotoğrafçı dostum Yaşar Atankazanır, O projenin ismi öyle olmaz dedi ve “41 sene Kırkpınar” olsun dedi. Ben de Yaşar’a (Atankazanır) seni mi kıracağım, bir sene de senin için giderim dedim, isim böylece ortaya çıktı.
40 şiire 40 fotoğraf, 41 sene Kırkpınar. 40 sayısı hayatınızda çok önemli olmuş sanırım.
Bizim kültürümüzde 40 sayısı son derece önemli. Kırk gün kırk gece düğün, bebeğin kırkının çıkması, 40 gün sonra mevlit okunması, kırk yıllık dost gibi… Yazılarını çok beğendiğim rahmetli arkadaşım Bektaş Erdoğan’ın da 40 sayısının bereketi hakkında bir yazısı vardı onu da çok beğenirim. Hayatımda da 40 sayısının olması özel ve bir o kadar da anlamlı benim için.
Gösterimi ile büyük ilgi uyandıran “CANLI” isimli serginizden bize bahsedebilir misiniz?
Çalıştığım birçok konu içinde, birdenbire karşıma çıkan konulardan biri de; vitrinlerde, dışarıda duran mankenlerin hayatımızda sessiz sakin fakat alışkanlık yaratan dünyaları idi. Onların gözünden “dünya nasıl, nelere şahit oluyorlar, insanlar onların gözünde neler yapıyor?” diye sordum kendi kendime. Lüks semtlerden, varoşların içine kadar birçok yerde karşılaştığım; atılmış, ezilmiş, horlanmış, darbeler almış mankenlerin arasında buldum kendimi… Türkiye’nin dört bir tarafında Edirne’den, Mardin’e kadar karşılaştığım: Bildik tanıdık vitrin mankenlerinden, her cins yaş ve ırka ait mankenlerin yaşantılarına, müzelerde, üniversitelerde kullanılan mankenlere kadar, bambaşka bir dünyaya ait uzaylı mankenlerin yaşantılarına benim kadar hayretle bakmanızı istedim. Bu çalışma 8 senelik bir çalışmanın birikimini oluştursa da bütün dünyayı gizlice sarmış “CANLI” mankenlerin dünyası, çalışmamı bir o kadar daha işlesem bitiremem.
Fotoğrafçılık hayatınızda sizi şaşırtan ilginç bir olayı bizimle paylaşabilir misiniz?
Yaşarken, Meydan Larousse gibi önemli bir ansiklopediye girebilmişim. Girebilmişim diyorum çünkü ansiklopedide yer aldığımdan haberim yoktu. Bu çok onur verici. Bir gün kitaplığımda duran Meydan Larousse Ansiklopedisini Ara Güler hakkında ne yazmış diye açtım. Orada kendi portremi görünce çığlık atmışım, ev halkı kalp krizi geçirdim sanmış. Öleceğim aklıma gelirdi de, yıllardır kitaplığımda duran ansiklopedide yer alacağım aklıma gelmezdi. Çok şaşırdım ve gururlandım tabii ki. Beni bilenler bilir, bugüne kadar çok başarılı çalışmalarım oldu. Sayısını tam olarak bilmiyorum ama 130’un üzerinde ödül almışımdır. Teşekkür ve Onur Belgeleri aldım. Tabii ki başarının sınırı yok, bu yüzden eskiden 5 çalışıyorsam bugün 55 çalışıyorum.
Fotoğrafların içinde bir yaşam sürüyorsunuz. Tabir yerindeyse, her ustanın bambaşka çalışma stili var. İlyas Göçmen ise fotoğrafın içine giriyor. Bu fotoğrafa nasıl yansıyor?
Bu, yılların verdiği bir tecrübe idi tabii. Tecrübeyi yetenek haline dönüştürmek gerek. Ben o tecrübe ve yeteneği, bilgi ve kültürü fotoğraflarımda hayli kullanıyorum. Anında dostluklar kurabiliyor, insanların mekânla ilişkilerini daha rahat oluşturabiliyorum. Eğer oradaki kareyi kaçıracağımı düşünüyorsam fotoğrafımı çekip oradan ayrılıyorum.
Fotoğraf çekmeye gidip çekemediğiniz zamanlar oldu mu?
Elbette, bu sene Kırkpınar’da oldu, adamlar toplanmış içiyorlar bir tanesi yatmış sızmış. Onu çekerken yanıma geldiler. “Onu mu çekiyorsun” diye sordular. Sonra oturduk 15-20 dakika, büyük ağacın altında. Ben de fotoğrafçı arkadaşlarımı aradım. Tabii biz fotoğraf çekmeyi bıraktık. O kadar çok eğlendik ki o gün anlatamam… Fotoğraf çıkmasa da o yaşadığın ortamlar unutulmaz olabiliyor. Fotoğraf çekmek için o kadar zorlamamak gerekiyor bazen. Zaten fotoğraf her yerde var. Yeter ki sen onu görebilmeyi, dünyaya bakmayı başarabilesin.
Kontrast Sayı 33, Ocak-Şubat 2013