I.
Konusu ne olursa olsun, fikrin vücut bulabildiği zorunlu bir durak var: Yazı. Hiç ilgisi yokmuş gibi görünen matematik ve spor gibi alanlarda bile durum değişmeyecek, burada da fikir ancak yazıyla hayat bulabilecektir. Herhangi bir alanda, yeteri kadar yazılı bir üretim yoksa, o alanın o ülkede gerçek varlığı konusunda şüpheye düşmek pek de yanlış olmayacaktır. Tekrar olacak: En pratik görünen alanların bile arkasında saklı olan şey; “fikir”den başkası değildir. Bunun da adı; “yazı” ve “yayıncılık”tır. Bir alanda üretilen yazı oranı ve yayın çıkarma arayışı o alanın o ülkede canlı bir yaşam sürdüğüne işarettir.
Bu çerçeveden bakıldığında, Türkiye’de fotograf yayıncılığına şüpheyle yaklaşmak gerekmektedir: Fotografın en temel eserleri sayılacak metin ve bilgiler, Türkçe kültür dünyasına henüz gerektiği kadar kazandırılamamıştır. Bu konuda yapılan yayıncılık denemelerinin birkaç yıl önceye dayandığını unutmamak gerekir. Son yıllarda fotograf yayınlarındaki nicel artışın arkasında ise “ülkeye temel bir fotograf kitaplığı kazandırmak” hedefi değil, daha çok ticarî kaygılar ve ağırlıklı olarak kişisel kariyer arayışları bulunmaktadır.
II.
Tarihte imparatorlukların kurulup yıkıldığını, çeşitli medeniyet ve yönetim biçimlerinin denendiğini, bunların tümü olup biterken, geriye sadece kültürün kaldığını biliyoruz. Sadece yüksek kültür üreten medeniyet arayışları tarihe kalıyor. Kültürün vücut bulduğu yer ise, şehir. Bu açıdan Doğu ve Batı dillerinde şehir ile medeniyetin aynı anlamda kullanılmış olmasını tesadüf saymak yerine, “aklın yolu birdir”e çarpıcı bir örnek olarak göstermek gerekir. Ancak kültür üreten bir şehir, şehir vasfını hak eder. Bir şehri şehir yapan, o şehirdeki nüfusun fazlalığı, caddelerinin genişliği, yüksek binalarının sayısı ve caddelerinden geçen lüks otomobil markaları değil, kültürdür. Şehirleri ve genel olarak ülkeyi yönetenlerin en büyük görevlerinden biri de şehrin, kültür üreten bir yerleşim merkezi olduğunun bilinciyle hareket etmeleridir. Vergiyi gerektiğinde en ağır yöntemlerle toplayan devletin unutmaması gereken şey, topladığı vergilerin halka kültür olarak geri dönmesinin doğal görevi olduğudur. Devlet, her alandan kuşkusuz ki sorumlu değildir, ama kendi insanlarının kültürel hayata aktif katılımı için gerekli alt yapıyı (kültür merkezleri ve bunun içinde atölyeler) ve bunun için gerekli pedagojik temel eserleri (o alanın genel anlamda temel ürünleri) insanına sunmakla yükümlüdür. Günümüz ortamında, devlet bu sıraladığımız temel sorumluluk alanlarından neredeyse tamamen çekilmiştir.
İstisnasız herkesin kültürel hayata aktif katılabilmesi, güzel sanatlardan ve bilimin ilerleyişinden hakkıyla yararlanması, insan hakkıdır. Burada geçenler İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin içinde özel bir madde olarak belirlenmiştir ve Türkiye Cumhuriyeti bu bildirgeyi imzalamıştır.
Ancak burada sorun olarak gösterilmeye çalışılan bu konular uzun zamandır devletin sorumluluk sahasından çıkmış; daha kötüsü ülkenin ilerici insanlarının bu tür temel hak ve sorumlulukları, ilgililerine gerektiği gibi hatırlatmayı unutmuş olmalarıdır. Eğer kültürel gelişim açısından bakılırsa, dönemi, zamansız bir ortaçağ olarak yorumlamak yanlış olmayacaktır.
Böyle bir durumda, ülkenin kültür ortamına, burada konumuz olan Türkiye’de fotograf yayıncılığına katkıda bulunmaya çalışan hümanist yayıncılık denemelerini sevinçle karşılamak gerekmektir. Burada “hümanist” kelimesinin altı kalın kalın çizilmektedir. Çünkü Türkiye’de uzun zamandır yayıncılık, genel olarak kültür dünyası hümanist amaçlardan uzaklaşarak, sadece ticarî çıkarları hedeflemektedir. Kültür ise; pazar ekonomisinin vicdanına terk edilemeyecek tüm insanlığın en önemli değeridir.
Engin-Gültekin Çizgen’in çıkardığı “Yeni Fotograf”, AFSAD’ın 70 sonlarında çıkardığı, ancak ödünç alarak okuma fırsatı bulabildiğim, kâğıt katlamaya çarpıcı bir örnek sayılacak Fotograf Dergisi, İFSAK bültenleri, buna ek birkaç kitap denemesi… Bu yayınların hepsi fotografa 80’li yıllarda başlayan insanlar için zorunlu başvuru kaynaklarıydı. 90’larda çıkan başka dergiler ve yayınlar… Bunların tümü kurumlaşmanın olmadığı ülkede o sırada yetişmekte olan kuşaklar için gizli birer okul özelliğinde oldular. Fakat birbirinden çok farklı ve bağımsız bu parçalar bir bütün oluşturarak ihtiyaç duyulan yayın eksikliğini yerine getiremediler.
III.
Türkiye’de yayıncılık, fotograf yayıncılığı dendiğinde gözlerimin önüne bir de kendi tecrübem gelir: Kültür ve yayıncılık ortamı giderek ticarîleşiyor ve tekelleşiyordu. Kültür, tekellerin ve pazar ekonomisinin vicdanına teslim edilemeyecek önemli bir insanlık değeri olduğunu düşünerek, iki arkadaşımla, Türkiye’de doğruda durmasını beceren, temiz ve yaratıcı insanlarının ortak bir havuzu olabilecek, bağımsız ve çok uzun süreli bir yayınevi tasarlamıştık. Bu yayıncılık denemesinin ağırlık konularından biri de fotograf yayıncılığıydı. Türkiye’ye temel bir fotograf kitaplığı kazandırmayı, kalite çıtasını yükseklere taşımayı ve Türkiye’de üretilen bu kitapların bazılarını büyük kültür metropollerine ulaştırmayı, böylelikle kültürlerarası diyalogu güçlendirmeyi hedefliyorduk.
Birikimimiz, doğru bir şey yaptığımıza olan sarsılmaz inancımız, kendi zaman ve enerjimiz tek sermayemizdi. Sağlam bir yayıncılık yapabilmek için imkân buldukça kendimi eğitmeye çalıştım. Kitap üretiminin her aşamasını öğrenebilmek amacıyla, kitap baskı sanatının önemli bir merkezi olan Leipzig’de Güzel Sanatlar Akademisi’nde misafir öğrencilik yaptım; burada mücellithane dâhil pek çok atölyeye katıldım. Kendime has bir baskı tekniği geliştirebilmek için, yine kitap baskısı sanatında en az bir yüz yıllık geçmişi olan Leipzig’deki bir matbaada staj yaptım; baskı sanatının aralıksız en az beş yüz yıllık tecrübesine sahip bu şehrin birikiminden olabildiğince yararlanmaya çalıştım. Örnek kitaplar topladım, son günlerini yaşayan efsanevi yayınevlerinde zaman geçirdim, ilişkiler kurdum. Hedefime ulaştım, gerçekten de siyah-beyaz baskısında kendime has bir baskı tekniği geliştirdim. Hedeflediğim siyah ve gri tonlara ulaşabilmek için kendime has boya üretmeyi bile becermiştim. Türkiye’nin kelimenin doğru anlamında duoton baskı tekniğiyle basılan ilk kitabı bu denemenin ilk ürünüdür. Ardından benzer kalitede yedi kitap daha yayınlandı. Bu arada litografilerin yüklü olduğu CD’ler bu baskı tekniğinin sırlarını merak edenlerce “kaybedildi” . Bu kitaplardan bazıları kopya edildi. Bu kitaplardan bazıları ödüller aldı, bir kitap matbaacılığın iki anavatanından biri olan Almanya’da en iyi yirmi kitaptan biri seçildi. Kitaplar New York, Berlin, Londra ve Paris’e ulaşabilmişti. Fotografın temel metinlerini yayınlamaya ise henüz başlamıştık, yayınlamak istediğimiz kitapların listesi hayli uzundu. Ticarî kaygılarla değil, hümanizmden yola koyulmuştuk. Yaptığımız her fotograf kitabı ilgiyle karşılandı. Bazı kitaplar yardımcı ders kitabı olarak hâlâ okutuluyor. Kimi yayınlarımızın ilgili fakültelerde hâlâ incelendiğini duyuyoruz. Ama sadece fotograf yayınları değil, spor, felsefe ve çocuk edebiyatı gibi pek çok alanda ilk olan kitaplar üretildi. Türkçe düşünmek, Türkçe üretmek olmazsa olmaz kuralların başında yer alıyordu. 2008’de Türkiye’nin Frankfurt Kitap Fuarı’nın konuk ülkesi olması vesilesiyle yapılan bir ana konuşmada, “YGS Yayınları’nın yayınladığı kitaplar sayesinde Türkiye’de fotografın olduğunu öğrendik” ya da aynı fuarın bir yayınında, çocuk kitapları yayınlayan alternatif küçük bir yayınevinin “YGS Yayınları’nın çocuk kitaplarını örnek aldık” demeleri gibi daha pek çok güzel sürprizle karşılaştık. Ama yalnızdık. Ne kadar birikimli ve yaptığımızdan emin de olsak, yalnızdık. Karşımızda sırtlarını büyük bankalara dayamış yayınevleri vardı. Ama en kötüsü ise, kendi insanımızdan başkası değildi. En ağır darbeleri, sırtımızı dayadığımız bu yerlerden aldık. Tüm bunları yaparken çok defa ticarî ahlâksızlıklarla karşılaştığımızı söylemek sanırım yeni bir durum olmaz.
Yayıncılık, o ülkenin kültür ortamını gösteren önemli bir veridir. Yayıncılığı aktif olarak yapmak ise o ülkenin sahip olduğu mevcut kültürel birikimine daha yakından bakabilme şansı tanır. Kendi yayıncılık tecrübemde bu birikime doğrudan bakabilme ve yaşama şansına sahip oldum. Vardığım sonuçlardan birkaçını burada kısaca özetleyebilirim: Türkiye’nin aydınlanma sürecinden geçtiği ya da bu süreci tamamladığı çok kuşkuludur. Türkiye’de bir başkası tarafından yönlendirilmeden, yani beğenileri bir başkası tarafından belirlenmeyen, sadece kendi iradesiyle yayın dünyasını takip eden okur sayısı insanı dehşete düşürecek kadar azdır (Ortalama sayıyı moral bozabileceğini düşündüğüm için sorumluluk gereği burada vermiyorum). Türkiye’de iyi eserleri anlayıp değerlendirebilecek okur sayısı, hümanist, ama kendi yağıyla kavrularak bağımsızlığını koruyabilecek bir yayınevinin hayatta kalmasını sağlayacak kadar değildir.
IV.
Her şey, ama her şey bir programla mümkün. Ancak programı olan bir ülke ve sistem kendine has insan yetiştirebiliyor ve hedefine ulaşabiliyor. Türkiye ise; birinci sınıf kapitalist ülkelerin peşinde koştuğu ve bu nedenle rotasını onlara göre belirlediği için kendine has bir programı ve hedefi olmayan ikinci sınıf bir kapitalist ülke. Bu programsızlığın bedelini eğitim, kültür ve sosyal hayatta, başta günlük yaşamın her yerinde hissetmek mümkün. Fotograf yayıncılığı ise bunların altında sadece küçük bir parça. Son yıllarda artan fotograf yayınları yanıltıcı olmamalı; tersine, nitel bir gelişme yerine girememeden söz ediliyorsa, bu yayın artışına şüpheyle yaklaşmalı. Önceki yıllarda kısa bir süre fotografla ilgilenen kimse, en yakın zamanda bir sergi açmanın yollarını ararken, bu dönemde kitap yayınlatmanın yollarını arıyor.
Her şey sağlam bir temelle mümkün; en ağır dönemleri en az zararla atlatmak için de sağlam bir temel gerekiyor; her şeyin temeli bir fikirdir ve fikrin vücut bulabileceği tek alan, yazıdır. Bu anlamda insanlığın en temel mücadele aracı yazıdır. Ben yayıncılık denince önce yazılı üretimi anlıyorum. “Bir resim bin kelimeye bedel” değildir. Fikir üretebildikçe edebiyat, bilim ve felsefeye paralel kamu dilimiz de gelişecek ve birbirimizi daha iyi anlayacağız. Bu nedenle, fotograf yayıncılığı denince önce fotografın temel metinlerini; bunun yanında fotografın temel görsel eserlerini düşünüyorum. Bunlar üzerinde üreteceğimiz yeni ürünler kesinlikle daha anlamlı olacaktır. Çünkü her entelektüel müdahalenin başı ile sonu birbirinden nitel olarak farklıdır. Fotografın entelektüel müdahaleye ihtiyacı var.
İlker MAGA
Kontrast Sayı 33, Ocak-Şubat 2013