Yazıya provokatif bir soruyla başlamamın arkasında, Türkiye’de fotoğraf alanında harcanmış yüzlerce emeği, bir toplam olarak şimdiye kadar yapılanları yok saymak gibi bir niyet yok, asla yok. Tersine, fotoğrafı bir yaratı alanı olarak önemsemek, onu ciddiye almak var.
Türkiye’de fotoğrafla ilgilenenlerin sayısına bakılırsa fotoğraf elbette var. Kurslara katılanlar, buralardan belge alanların sayısı da fotoğrafın var olduğuna işaret. Başka işaretleri fotoğraf makinelerinin reklamlarında, satışlarında ve daha başka birçok örnekte bulmak mümkün. Ama burada dert edinilen provokatif soruya kaynaklık eden nedenler bunlar değil.
Fotoğraf olarak adlandırdığımız alan, sırf teknik bir alan değil. Fotoğraf, teknik yaratı alanı için bir araç olursa yaratılanların ve bunların hayata tesirinin sorgulanması gerekir. Türkiye fotoğrafına bu açıdan bakıldığında yığınla sorunla karşılaşırız.
Türkiye’de “fotoğraf” adı verilen yaratı diliyle üretilenler hangi mecralarda insana ulaşmakta ve hayata tesir etmektedir? Varlıklarını zorla sürdürebilen küçük bir – iki galeri dışında devlet ya da özel destekli galerilerin varlığından söz etmek mümkün mü? Bütün olarak Türkiye’de büyük sergilerin açılabileceği tek bir fotoğraf galerisi hâlâ yok. Öyleyse fotoğraf izleyicisiyle nerede, nasıl buluşuyor?
Kabul, galeriler fotoğrafın izleyicisiyle buluşma noktalarından sadece biri, daha büyüğü, daha tesirlisi var: Basın.
Türkiye yazılı basın tarihinde sistematik bir fotojurnalizmden söz etmek mümkün değil. Fotojurnalizmin dünyada yaşadığı altın yıllarda bile bunu görebilmek mümkün değil. Türkiye basın tarihi örgüsü çok sağlam, temiz bir görsel dille anlatılmış foto-hikâyeleri tanımadı. Türkiye basınını içerden tanıyan ya da dışarıdan okumasını bilen herkes fotojurnalizmin basında kurumlaşmadığını bilir. Bu, fotoröportajın ve kaliteli haber fotoğrafçılığının yokluğuna işaret…
İnsanla, hayatla direkt bağ kurabilen, gücünü de buradan alan ve yaratı alanları içinde bu özellikleriyle rakipsiz olan fotoğrafın, Türkiye’de ciddi bir toplumsal tesirinden de söz edilemez. Fotoğrafın basında yerini bulamaması, toplumsal tesir eksiliğinde önemli bir rol oynamaktadır. Genel anlamda hayata geçirilmiş ve derin izler bırakıp tesir etmiş tek bir toplumsal fotoğraf projesi yoktur.
Ne büyük bölümü su altında kalan Hasankeyf’in ne de dünyada ancak Roma’yla karşılaştırılabilecek İstanbul’un ciddi bir belgeseli vardır. Teorik olarak “politik” olması gereken sendikalar ile benzeri kuruluşların da “toplumsal sorumluluk gereği” görev saydıkları bir belge geleneği ve “toplumsal mücadele fotoğraf arşivi” de ne yazık ki yoktur. Tablo çıplaktır: Türkiye’de onlarca yıl emek verilerek ortaya konmuş kurumsal tek bir projeden söz edemiyoruz.
Tıpkı diğer örneklerde görebileceğimiz gibi her şey kişisel çabalara ve tesadüflere bağlıdır.
Fotoğraf Türkiye’de uzun zamandır var, ancak dünyaya verilmiş bir “Türkiye Fotoğrafı” örneği yok. Şimdiye kadar dünyada açılmış bir “Türkiye Fotoğrafı” sergisini ve bunun dokümantasyonu olabilecek bir büyük albümü de tarih henüz görmedi (Dr. Necmi Sönmez’in kişisel çabalarıyla 2008’de Türkiye’nin Frankfurt Kitap Fuarı’nda onur konuğu olması vesilesiyle hayat bulan “Türkiye Gerçekliği” sergi ve kitabı alanında ne yazık ki hâlâ tek). Büyük endüstri ülkelerini bir kenara koyalım; Polonya, Macaristan, Brezilya, Portekiz, Macaristan gibi ülkelerin fotoğraflarını araştırmak isteyen bir fotoğraf meraklısı, bu ülke fotoğrafları hakkında on – yirmi yıllık kesitleri içeren kaynaklar bulmakta zorlanmayacaktır, ama Türkiye fotoğrafı konusunda harcayacağı bütün çabalar ne yazık ki sonuçsuz kalacaktır. Bir büyük “Türkiye Fotoğrafı” derlemesi, dünya bir tarafa, Türkiye’de de açılmış değil. Türkiye’de “uluslararası alanda tanınmış fotoğrafçımız” diye tanınanların dünyada tanınmışlığı son derece kuşkulu.
Sistematik, ciddi bir fotoğraf yayıncılığından söz edemeyiz. Fotoğrafın temel eserleri sayılacak pek çok çalışma hâlâ basılmayı bekliyor. Sırf “iyi satar” kaygıları olmadan, yani bir programa bağlı olarak Türkiye fotoğraf kültürüne kazandırılmış kitapların toplamı bir büyük kitaplık rafını dolduramayacak kadar az. Ana sanat olarak fotoğraf eğitimi veren okulların hangi hedefle eğitim verdiği net değil. Bu okullardan mezun olmuş genç insanların yeterlilikleri kuşkulu; mezun olanların yüzde kaçının hayatlarına fotoğraf üreterek devam edip edemeyecekleri büyük bir soru işareti…
Fotoğraf Türkiye’de uzun zamandır var, ancak Türkiye’de kurumlaşmış tek bir fotoğraf merkezinden de bahsedilemez -Mehmet Kısmet’in kişisel çabalarıyla Türkiye fotoğraf ortamına kazandırılan “İstanbul Fotoğraf Merkezi”nin 2010 sonu itibariyle kaynaksızlıktan ve yalnızlıktan kapandığını hatırlayalım- . Şimdiye kadar yaratılanları toplayacak, bu ürünleri hazine sayıp gelecek kuşakların kullanımına sunabilecek ve bunların değerini bilip koruyabilecek bir kurum da bilmiyoruz. Biyolojik ömrün sonlarındaki bir fotoğraf ustasının hayatı boyunca ürettiklerini kaygısızca ve güvenerek teslim edebileceği bir kurum da yok. Güvensizliğe rağmen, sırf çaresizlikten devlet kuruluşlarına teslim edilecek fotoğraf arşivlerinin başına ne geleceğini kimse bilemez; “su bastı” ya da “depoda çürüdü” haberleri hiç de şaşırtıcı olmayacaktır. İçinde fotoğrafın ortaya çıkışından günümüze kadar önemli eserlerini bulunduracak merkezî bir fotoğraf kütüphanesinden de hâlâ yoksun Türkiye.
Maddelere devam etmek mümkün, ama devam etmek yerine provokatif sorumuzu hatırlayalım: Türkiye’de fotoğraf var mı?
Bu sorunun cevabını vermeye çabalarken bir de bu açıdan bakıp düşünmek hiç de yararsız olmayacaktır. Fotoğrafta, birkaç küçük proje kanıt sayılarak idoller yaratmak, “ustalık” unvanları dağıtmak telaşı yerine, daha temel sorunlar üzerinde düşünmek ve niyet samimi ise bu amaçla girişimlerde bulunmak hiç de yararsız olmayacaktır.
İlker MAGA
Kontrast Sayı 22, Mart-Nisan 2011