Hilmi ASLAN | Tek Rengi Olan Fotoğraflar: Maden Ocakları (23. Sayı)

TEK RENGİ OLAN FOTOĞRAFLAR: MADEN OCAKLARI

Maden ocakları, sanırım, çoğumuz için gizemlidir. Göçük sıktır. Patlama, göçük veya yangın gibi olaylardan sonra bazı bilgiler verilerek, madencilerin durumu tartışılır. Bilmeyen biri olarak, kafamda bir canlandırma yapamaz, sadece üzülür geçerdim.

Bu durum 2009 yılı Nisan ayının 12’sine kadar da böyleydi. O gün, iki grup halinde, izinlerimiz alınmış olarak, Üzülmez maden ocağına gitmek için hazırlandık. Öncekiler sabah grubu, bizler de öğlen grubu olarak girecektik. Belgelere “Hiçbir hak iddia etmiyorum, kendi hür irademle ocağa iniyorum.” diye imza attık.

Madenci kıyafetleri içinde, gerekli yardımcı araç gereçlerle birlikte bindiğimiz 80 kişilik asansörle, yerin 200 metre derinliğine korkuyla karışık bir heyecanla indik. Merkezden üretim yapılan ocaklara gitmek için 20 dakika yaya yolu ve sonrasında küçük trenlerin çektiği üçerli ve karşılıklı oturakları olan vagonlarla sıkışık bir şekilde, dağıtım merkezine yarım saatlik yolculuk. Dağıtım merkezinden, üç ana galerinin kesişme yerine ve üretim yerine yine yarım saatlik yaya yürüyüşü. Yaya alanlarında kenarda akmakta olan yeraltı suyu taşmış, engebeli yolun çamurla kaplanmasına neden olmuştu. Tünelin tavanında aydınlatma için sarı renkli ampuller kullanılmıştı.

İlk inildiğinde temiz hava; ilerledikçe rutubet, çamur ve çürümüş ağaç kokusu insanı sarmaktaydı. Geçtiğimiz tünellerin kenarlarında temiz mi kirli mi olduğu pek anlaşılamayan elbiseler asılıydı.

Aslında fotoğraf çekecektik. Makinelerimizi dışarıdayken naylon ve folyoyla sarıp sarmalamıştık. Ancak, etrafı gözlemlemekten çekime fazla odaklanamıyorduk. Geçtiğimiz alanlardaki ışığın az olmasından dolayı da, ara sıra birkaç kare çekebiliyorduk. Durumu anlamaya ve gördüğüm sefilliği çözmeye çalışmaktaydım. Yeniden, uzun uzun karanlık tünellerden yürüyerek ayağa ulaşmıştık. Ayak, kömürün çıkarıldığı yerdi. Çevre aydınlatması yoktu. Herkes kendi tepe lambası ile çekilecek alanı aydınlatıp sonuç almaya çalışmaktaydı.

Ya da, arkadaşımızın veya diğer işçilerin ışığını kullanarak görüntü alabiliyorduk.

Fotoğraf, esasında en son işti. Dar, engebeli aralardan el yordamıyla çıkarılan kömür el arabaları, bazen de torbalarla vagona taşınmaktaydı. Doğayla mücadeleye tanık oluyorduk. İşçilerle konuşmaktan fotoğrafa sıra gelmiyordu. Daha doğrusu, emeğin kutsallığı burada bambaşka bir boyuttaydı. Çekebildiklerimizi çektik. Bazılarını da bilerek çekmedik. “Kedi kasap et derdinde, koyun can derdinde” gibiydi durum. Sürekli duyduğumuz maden kazalarında hayatı tehlikeye giren işçileri yerin altında izlemek, tanıklığın en zor kısmı olsa gerek.

Maden çıkarılan bölümdeki hava birden değişip, gazlı, ağır bir hal almış; genzimizi yakmaktaydı. Anlatıldığı kadarıyla, metan ve karbon monoksit gazları değişik oranlarda, bir arada çıkmaktaymış. Bizler maske takmıştık. Ama onlarda ne maske ne de iş elbisesi vardı. Yolculuk devam etti. Yaklaşık 6 kilometre yürümüştük. Yavaş yavaş yorgunluk başlamıştı. Bu arada öğle olmuştu. Bazı işçiler gruplar halinde yemek yiyorlardı. Selamlaştıktan sonra sohbet başlıyordu. Çok zengin bir menüleri yoktu. Elleri kömür karasıyla duruyordu. Yerlere gazete serilip sofra açılmıştı.

Fotoğraftan önce o insanları, hayatı tanımalıydım. Karanlık bir dünyadan aydınlığa çıkmaları bile birbuçuk saatlik bir yolculukla olanaklıydı. Zor olan bu yaşam döngüsünü hangi fotoğraf karesine sığdırabilirdim? Görünenin arkasından gelen çile nasıl tanımlanacaktı? Kuşkusuz, tamamı sığmayacaktı bir “kare”ye. Siyah ve beyazdan başka rengi olmayan ocaklardan, ben kendi payıma siyahı seçmiştim. Çektiğim bütün fotoğrafların rengi “siyah”tı. Kopkoyu bir siyah.


Kontrast Sayı 23, Mayıs-Haziran 2011

Bizi paylaşın..