Sayılar..! Toplumumuzda birçoğumuzun arasının hiç de hoş olmadığı şeylerdir sayılar. En korkulan derslerdendir Matematik. Çoğumuz anlamakta güçlük çeker ya da anlasak bile ne işimize yarayacağı konusunda ciddi şüphelerimiz vardır. Ancak, varlığımızı, hatta evrende var olan her şeyi açıklayabilmenin tek aracı “sayılar”dır desek yanılmış olmayız. Bu durumda, insanın çevresini sorgulaması sonucu onaya çıkan bir eylem olan “SANAT”ın da sayılardan ayrı olarak düşünülmesi olanaklı değildir. Tabii bu ifadeyi tuvalinde bir figür çizecek ressamın eline cetvel, pergel, gönye, vb alarak ölçüp biçmeye başlaması şeklinde algılamak doğru olmayacaktır.
Gerçi Leonardo da Vinci bunu da yaparak doğada var olan biçimlerin matematiksel çözümlemesini, bugün de geçerliliğini kabul ettiğimiz biçimleme kurallarına dönüştürmüştür.
Bu noktada ressam Paul Klee’nin bir sözünü anımsamadan geçemeyeceğim. Klee diyor ki; “Sanatçıya göre, doğal yaratma sürecinin özü, bitmiş biçimlerde değildir. Biçimleyici güçler, bitmiş biçimlerden daha önemlidir sanatçı için. Belki de istemeksizin filozoftur sanatçı.”
Biçimleyici güçleri anlamanın yolu da bitmiş biçimlerin nasıl oluştuğunu anlamaktan geçmektedir. Bu da matematiğin ta kendisidir ve sayılardan oluşmaktadır. Şimdi en basitinden bir ömek ile bir biçimin nasıl oluştuğunu anlamaya çalışalım.
Örneğimiz siyah beyaz bir fotoğraf olsun ki bir de renklerle uğraşmayalım. (“Hamdi Telli 1976” )
Merak ettiğimiz, iki boyutlu bir biçim olan bu resmin nasıl oluştuğu.
Bunun için biraz daha yakından bakmamız gerekecek resme. Biraz daha, biraz daha. Örneğin, tam adamın yüzüne yakından bakarsak, bir de gördüğümüzü kareli kâğıda aktarırsak, şöyle bir görüntü elde edeceğiz.
Burada siyah ve beyaz karelerle birlikte gri renkli kareler görmekteyiz. Şimdi bu karelere bir sayısal değer verelim. Siyah olanlara “1”, beyaz olanlara “0” diyelim. Böylece siyah-beyaz, açık-kapalı, boş-dolu tanımlarını yapabilmekteyiz. Bu hali ile aynı biçim yaklaşık şöyle görünecektir.
Resmin bütünü de buna göre şöyle olacaktır.
Aman, sıfır ve bir sayılarını kutucuklara atayarak uyguladığımız yöntemin yetersiz kaldığını düşünmeyin. Aslında dördüncü resimdeki gri kutucuklardan birine yeterince yaklaştığımızda, onun da siyah ve beyaz kutucukların belli bir kural çerçevesinde biraraya gelmesinden oluştuğunu fark ederiz.
Buradan da anlaşılacağı gibi yukarıda kullandığımız “0” ve “1” sayıları üçüncü resmin oluşumu için yeterlidir. Bu iki sayı, sadece bu fotoğrafın değil, renkli ve monokrom tüm fotoğrafların, yağlıboya ve suluboya resimlerin, heykellerin, seramiklerin, çiçeklerin, hayvanların, dağların, kısacası evrendeki herşeyin oluşumunu açıklamak için yeterlidir.
Matematikte “binary code” (ikili kod) adı verilen bu sayı sistemi özelliği ile sanki Tanrı’nın dili gibidir. NASA, olası gelişmiş yaşam biçimleri ile iletişim kurabilmek amacıyla uzayın derinliklerine belli periyotlarda, ikili kod sistemine göre düzenlenmiş sinyaller göndermektedir. Bunların yanısıra bugün gündelik yaşamımızın bir parçası haline gelmiş olan bilgisayarlar da bu ikili kod sistemine göre çalışmaktadır. Aslında kablo, baskılı devre vb. iletken ortamlardan akım geçmemesine (“0”, “1” dayalı olarak çalışan tüm cihazlar bu sisteme göre çalışmaktadır. Yani “SAYISAL” dır. Sayısal saat, sayısal kayıt cihazı, sayısal amfi, sayısal fotoğraf makinesi, sayısal termometre, sayısal piyano… vb. hepsi ikili koda dayalı olarak işlev görür. Bu cihazların işlevleri de başında “Sayısal” sözcüğü ile ifade edilmektedir (Sayısal baskı, sayısal ölçüm, sayısal kayıt, sayısal fotoğraf, sayısal sanat… vb.) Başında sayısal sıfatı taşıyan bu kadar çok işlev olunca, bazı karışıklıkların ya da yanlış anlamaların da olması doğaldır. Bu karışıklıklardan biri de uğraşı vermekte olduğum “Sayısal Sanat” (Digital Art) alanında yaşanmaktadır.
Önceki saptamalarımızdan yapılabilecek bir çıkarsama ile, sayısal sistem ile çalışan araçları kullanarak sanatsal amaçlı işler üretme eylemine “Sayısal Sanat” diyebiliriz. Ancak bu genel tanımın yeterli olmadığını birkaç örneği ele alınca anlarız. Örneğin; Konserinde sayısal piyano kullanarak Beethoven’in Ayışığı sonatını seslendiren bir piyanistin sayısal sanat yaptığını söylemek doğru olmayacaktır. Onu “Müzik” ve “Piyano” sanatı içinde değerIendirmek gerekir. Yine kitabını kalem kağıt yerine dijital daktilo ya da bilgisayar kullanarak yazan bir yazarın romanı, sayısal sanat değil “Edebiyat” başlığı altında değerIendirilecektir. Bu durumda sayısal fotoğraf makinesi kullanılarak çekilen bir fotoğraf da “Fotoğraf” başlığı altında değerlendirilmelidir. Bilgisayar ekranında, suluboya taklidi (simülasyon) yapabilen yazılımlar kullanılarak yapılan bir ölüdoğa resminin de sayısal sanat olarak kabul edilemeyeceği görülmektedir. Hep değillerden bahsettik ama bir de “Nedir?” dersek, şunu söyleyebiliriz. Sayısal sistem ile çalışmakta olan araçları kullanarak, sadece bu araçların kullanımı ile elde edilebilecek nitelikteki sanatsal işler üretme eylemine “Sayısal Sanat” denir.
Sayısal sanatın tarihçesi, resim, heykel gibi diğer alanlara göre çok yeni olup, 1950’Iere dayanmaktadır. “Digital Art Museum”un verilerine göre, 1914-2000 yılları arasında yaşayan Amerikalı matematikçi Ben Laposky’nin yılında, kendi geliştirdiği bir elektronik osiloskop ile yaptığı ve “Oscillions” adını verdiği çalşmalar, sayısal sanatın ilk örneklerini oluşturuyor. Laposky, bu çalışmalarını “Görsel Müzik” olarak tanımlıyordu.
Yine öncülerden kabul edilen 1927 Viyana doğumlu Herbert Franke de 1950’li yıllarda bu alanda yapıt vermeye başlamıştı. Çalışmaları, çoğunlukla Laposky ile paralellik gösteren osilogramlar olan Franke, 1973 ile1997 arasında Münih Üniversitesinde Bilgisayar Grafiği dersleri vermişti. Franke’nin ayrıca, “Bilgisayar Grafiği’nin sanat ve toplum etkileşimi” üzerine yazıları da bulunuyor.
Japonya’da Chiba Üniversitesi’nde fotoğraf mühendisliği eğitimi gören, 1947 doğumlu Yoshiyuki Abe’den söz etmeden geçemeyeceğim. Abe, çalışmalarında “stochastic” (rastlantısal) ele alarak farklı ve bir o kadar da etkileyici yapıtlar vermektedir.
Ben 1980’li yıllarda başladım Sayısal Sanat ile ilgilenmeye. O güne dek hep fotoğraf ile ilgilenmiş, birçok fotoğraf sergisi açmış ya da katılmıştım. 1987’de ilk sayısal sanat işlerini üretmeye başladım. Başlangıçta asıl görsel, fotoğraftı. Çünki, bilgisayar ortamına aktarabileceğim tek kaynak onlardı. Bilgisayarın sunduğu biçimleme olanaklarını ise henüz çok iyi tanımıyordum. Gerçi o günün teknolojisi ile bu olanakların da bir hayli kısıtlı olduğunu kabul etmek gerek. Yine de fotoğraf üzerinde yapabildiğim çalışmalar o güne dek kullandığım karanlık odada bulamadığım olanaklardı. Ancak, iyi bir karanlık oda donanımı ve bilgisi ile geleneksel yöntemlerle de bu işlerin çoğunu yapabilmek olanaklı idi. 1988 tarihinde, Türkiye’de ilk kez Mimar Sinan Üniversitesi’nde “Bilgisayar Grafiği” derslerini vermeye başladım. Zaman içinde hem benim deneyim ve bilgimin artması, hem de bilgisayar teknolojisinin gelişmesi sonucu bugün, fotoğrafı hiç kullanmadığım sayısal sanat çalışmaları yapmaktayım. Bu bir gereklilik mi? Hayır. Gereklilik değilse de sayısal teknolojinin olanaklarına hâkim olabilmek, başka bir araca gerek duymamak anlamına geliyor. Yoksa sayısal sanatta fotoğrafın bir girdi olarak kullanılması olanaklı. Yeter ki yukarıda yaptığımız tanıma uygun olsun. (“Hamdi Telli 2002”)
Ve tabii fotoğrafın kullanımındaki en önemli risklerden biri de yozlaşma (kiçleşme). Gerçi bu risk sanatın her alanında varsa da, sayısal teknolojiyi kullanırken, sanatsal birikim ve yeteneğini kanıtlamş sanatçıların bile tuzağa düşme olasılığı var. Nedeni ise bu teknolojinin sunduğu akıl almaz genişlikteki olanaklara rağmen bunlara hâkim olmanın zorluğu. Son dönemde kullanmakta olduğum en önemli yöntemlerden biri de fraktal geometri. Bu sayede, biçimleri bir anlamda gen haritaları ile birlikte yaratıp bu biçimleri dilediğim kompozisyon içinde kullanma olanağı elde ediyorum. “Sayısal Sanat” ülkemizde ne yazık ki hâlâ inkâr ediliyor, eleştiriliyor ve kötüleniyor ise de birçok genç sanatçının bu alanda çalışmaya başlaması gelecek için umut vadediyor. Sayısal sanata gösterilen tepkilerin, büyük öğüde bilgi eksikliğinden kaynaklandığını düşünüyorum. Bu bilgi eksikliği, hem sayısal (dijital) hem de sanat konusunda. En gözde sanatçıları “Mankenler” olan bir toplumda, “Sanat” konusundaki bilgi eksikliği hakkında başka birşey söylemeye gerek yok sanırım. Sayısal teknoloji, özellikle bilgisayarlar, büyük bir çoğunluk için, kullanılıyor olsalar bile gizemini korumakta. Bilgisayar sihirli bir kutudur Alaadin’in lambası misali. Bizim yapamadıklarımızı yapmasını dileriz ondan. Yaparsa nasıl yapar, yapmazsa neden yapmaz pek bilemeyiz ama dilemeye devam ederiz. Hâl böyle olunca, bilgisayardan “Sanat” yapmasını dilediğimizde, ama yapar, ama yapmaz. Yaparsa da bu dileyenin bir marifeti değildir kuşkusuz. Bilgisayar’a “Sanatçı” demek de onca güzel manken varken haksızlık olur doğrusu.
Bigisayar sistemleri üzerine çalışan şirketimize bir müşteri telefonu gelir. Sekreterimiz, müşterinin en yetkili kişi ile görüşmek istediğini iletir bana. Telefonu aktarmasını söylerim. Müşterinin düş kırıklığı ve öfkesi sesinden anlaşılmaktadır. Bizden almış olduğu bilgisayarda yazdığı yazının çıktısını alamadığından şikayetçidir. Bilgisayarın modelini sorup öğrendikten sonra yazıcısının markasını sorarım. “Aynı marka” der müşteri. Kullandığı yazılımı da öğrendikten sonra bütün işlemleri baştan yaparız ve “yazdır” komutunu veririz bilgisayara. Ama nafile. Yazıcının üstünde ne gördüğünü anlatmasını isterim. Harflerin olduğu tuşlar var başka bir şey yok yanıtını alırım. Beyefendi o klavyeniz. Ben size yazıcınızı sormuştum. Haaaa siz pirinter demek istiyorsunuz. Benim pirinterim yok ki…
Sağlıcakla Kalın.
Hamdi TELLİ
Kontrast Sayı 27, Ocak-Şubat 2012