Eski Yunanca’da “Ethos” yani “Töre” sözcüğünden türeyen ve bugün çoğunlukla “Ahlak” ile eşanlamlı olarak kullanılan “Etik” sözcüğü, birçok sözcükle birlikte kullanılarak, (Tıp Etiği, Yargı Etiği, Eğitimde Etik, Siyasette Etik vb.) toplum için büyük önem taşıyan değerleri tanımlamak için kullanılmaktadır.
Bir Aksiyoloji dalı olan “Etik”, felsefenin dört ana dalından birini oluşturmaktadır. Aksiyolojinin de “Değerbilim” olarak tanımlanan ve bir tarafında “Etik”, diğer tarafında ise “Estetiğin” ele alındığı bir alan olduğu düşünülürse, “Fotoğraf ve Etik” konusunda çok şey söylenebileceği görülmektedir.
Üzerine kitaplar yazılabilecek böyle bir konuyu burada ele aldığımızda, birçok önemli noktayı atlamak zorunda kalacağım için özellikle felsefeci okurlarımdan bağışlanmamı dilerim.
Öncelikle kabul etmek gerekir ki “Etik”, eyleme dayalı bir kavramdır. Yani “Düşünce Özgürlüğü” gibi birşeydir etik. Yani, zihinde kaldığı sürece kimseyi ilgilendirmeyen, ilgilendirme olasılığı da olmayan, ancak ifade edildiği, eyleme dönüştüğü andan itibaren üzerinde tartışılabilen, özgürlüğünden ya da suç olmasından bahsedilebilen birşeydir.
Bir eylemin yasal, ahlakî ve etik olması ne demektir? Bu üç kavram özdeş midir? Benzer midir? Ya da tamamen farklı şeyler midir?
Ahlak ve etik eşanlamlı gibi kullanılsa da aralarında önemli bir fark olduğu unutulmamalıdır. Ahlak yöresel, toplumsal; Etik ise evrenseldir. “Yasal” ise doğru ve yanlış davranışı tanımlayarak yanlış davranışların önlenmesi amacı ile yaptırıma bağlayan bir sistemin tanımıdır. Evrensel ilkeleri olsa da yapısı gereği toplumsaldır.
Bir davranışa, bir eyleme dayalı olarak yapılacak doğru/yanlış değerlendirmesi, yazılı hale gelmemiş olsa da, evrensel olarak kabul gören kuralların varlığını gerektirir ve “Etik” bu konu ile ilgilenir. Bunlardan bir kısmı ise yazılı hale gelmiş evrensel kuralları oluşturur. Örneğin “İnsan Hakları” bu evrensel kurallardan kabul edilmektedir.
Bir davranışın, bir eylemin, etik olup olmadığı herşeyden önce o eylemi yapanın kendi meselesidir. Yani bir içhesaplaşma, özeleştiri ya da vicdan muhasebesidir. Bu da bireylerin toplumsallaşma düzeyi ile paralel bir gelişim süreci gösterir. Etik olmayan eylemlere yönelik toplumsal tepkiler ise, bireyleri etik davranışa yönelten bir etki yanında, onların toplumsallaşma sürecini hızlandırıcı bir etki de sağlamaktadır.
Bazan da toplumsal zaaflar, bireylerin davranışlarının etik yönünü gözardı etmelerine yol açmaktadır. Çok daha tehlikeli olan bu durumda ise denetim, olanaklı ise sadece yasal mekanizmalar ile sağlanabilecektir.
Bir anımı sizlerle paylaşarak sözü “Fotoğraf” konusuna getirmek istiyorum. Fotoğrafa gönül veren bir grupla yaptığım söyleşi sonunda sıra sorulara geldi ve dinleyicilerden bir hanımefendi söz isteyerek şöyle bir soru iletti: “Hocam sizce fotoğrafa müdahale etmek etik midir?” Kendisinin de fotoğraf çekmekte olduğunu onaylattıktan sonra kendisine sordum: “Filtre kullanıyor musunuz?” “Evet” dedi izleyicim. “Peki, bunun etik olup olmadığını hiç düşündünüz mü?”
Aslında fotoğrafçı eline makinayı aldığı andan itibaren doğadaki bir görüntüye müdahale etmektedir. Fotoğraf, çoğunlukla kabul edildiği gibi doğanın kopyası değil, doğal bir kesitin, fotoğrafçı tarafından yorumudur. Yani nesnel değil, öznel bir eylemdir. Olumlusu ve olumsuzu ile o fotoğrafın sonuçlarının sorumluluğu fotoğrafçıya aittir. Zaten bu niteliği ile fotoğraf “Etik” kuramlar içinde ele alınabilmektedir. Yoksa doğanın kendisinin etik olup olmadığını sorgulamak akla uygun olmayacaktır.
Anlaşılmaktadır ki, “Etik” insan iradesi ile ortaya çıkan davranış ve eylemler ile ilgilidir. Yani bir arslanın bufalo sürüsüne saldırıp aralarından en genç ve körpe olanı devirip yemesi herhangi bir “Etik” değerlendirmeye konu olmayacaktır.
Ancak insanların başkalarını öldürmek için napalm bombası yapması, bunu Vietnamlı çocuklar üzerinde kullanması, Associated Press muhabiri Huynh Cong’un da 8 Haziran 1972’de bunu objektifi ile görüntüleyip dünya kamuoyu ile paylaşması, çok yönlü Etik tartışmalarının konusu olmuştur. İşin ilginç yanı ise bu tartışmaların odak noktasında bu silahları geliştirenler, onları üreten silah fabrikaları, bu silahlardan sipariş veren hükümetler, onların kullanılmasına onay veren generaller ve onları kullanan askerlerden çok, o fotoğrafı çekip yayımlayan fotomuhabiri olmuştur.
23 Şubat 1945’te İkinci Dünya Savaşı sonunda Amerikan bayrağının Iwo Jima’daki Suribachi Dağlarına dikilişi Joe Rosenthal’a Pulitzer ödülü kazandırdı ama fotoğrafın düzmece olup olmadığı hâlâ tartışılıyor.
Peki bu fotoğraf düzmece yani kurgu olsa ne olur? Askerler, Amerikan bayrağını tepeye dikiyorlar işte. Birçok Amerikalı da bu fotoğrafa bakarak gurur duyuyor. Kötü birşey mi yani?
Bu bir haber fotoğrafı olduğu için, eğer kurgu ise, evet, kötü birşey. Çünkü o zaman “Yalan” haber olur. Yalan’ın her türü, etik olarak, kabul görmeyen davranışlardandır. Üstelik fotoğrafçı, bir de hak etmediği bir ödüle sahip olmuştur ki, bu da etik olmayan bir başka durum oluşturmaktadır. Ancak ileri sürülen iddia bugün bile bir kesinlik kazanmamıştır. Kesinleşmesi de pek olanaklı görülmemektedir. Bu nedenledir ki meselenin öncelikle bir kişisel hesaplaşma ve özeleştiri meselesi olduğuna değinmiştik.
Ancak kurgulanarak yapılmış sanatsal amaçlı birçok fotoğraf, büyük beğeni kazanarak müze ve koleksiyonlardaki yerlerini almışlardır.
Sanatsal, yani yaratıya, algılara ve estetiğe yönelik bir amaç ile yapılmış fotoğrafta kimseyi yanıltmak, kandırmak, istismar etmek düşünülmeyeceği için kurgu ve müdahaleye dayalı bir etik değerlendirmesi yapmak doğru olmayacaktır.
Aksiyolojinin diğer dalı olan “Estetik” bu durumda öne çıkmış, Etik bir sakınca oluşturmadan estetik değerler fotoğrafta yer almıştır.
Bunun yanında, fotoğrafta başka insanların yer alması durumunda, sanatsal amaçlı da olsa fotoğrafı paylaşmadan, bir başka deyişle kullanmadan önce fotoğrafta yer alan kişinin onayını almak etik bir gereklilik olacaktır.
Kişi hak ve özgürlükleri konusunda duyarlı toplumlarda bu onayın yazılı bir belgeye dayandırılması gerektiğini de görmekteyiz. Örneğin stok fotoğraf siteleri. Bu sitelerde paylaşılıp satışa sunulan fotoğraflarda yüzü seçilebilir kişi ya da kişilerin bulunması halinde her birinden yazılı onay alınmasını zorunlu tutmakta ve bunun için hazırlanmış standart formlar sunmaktadır.
Pencereden bakan köylü kadının fotoğrafını çektikten sonra kendisine bu fotoğrafı gösterip, bunu sergilemek ve yayınlamak isterim. “Ne dersin?” dedim. “Sergile gaari noolcek” dedi. Ben de en azından sözlü onayını almış olmanın huzuru ile paylaşıyorum.
Bir taraftan kişi hak ve özgürlükleri konusunda bu denli duyarlı davranılmakta ve yasal düzenlemeler ile desteklenmekteyken, diğer taraftan toplumsal zaaf ve hezeyanlardan çıkar sağlamak amacıyla kişi hakları hiçe sayılabilmektedir. Üstelik bu durumu kerameti kendinden menkul bir etik anlayışı ile desteklemeye çalışarak. Nasıl mı?
Tanınmış şarkıcı, oyuncu, siyasetçi vb. kişiler, balkonda güneşlenirken, kız ya da erkek arkadaşı ile eğlenirken, sevişirken… özel hayatlarının en mahrem kesitlerinde fotoğraflanıp, izin, hatta haberleri olmaksızın bu fotoğraflar basında yayınlanabilmektedir. Toplumun büyük ilgi gösterdiği bu tür fotoğraflar basın kuruluşları arasında yüksek fiyatlarla el değiştirebilmekte, bunları yayınlayanların satışları ya da izlenme oranları artmakta, böylece büyük maddi kazançlar elde edilmektedir. Popüler magazin kültürünün bu çarpık kısır döngüsü, “Ama onlar sıradan kişiler değil, topluma mal olmuş kişilerdir.” gerekçesi ile bir de etik kılıfa sokulmaya çalışılmaktadır.
Bu anlayışla; “Hiç kimse, özel yaşamı, aile yaşamı, konutu ya da yazışmaları konularında keyfi karışmalara, şeref ve şöhretine karşı tecavüzlere maruz kalamaz” şeklinde düzenlenen 1948 tarihli İnsan Hakları Evrensel Bildirisi’nin 12. maddesinden esinlenerek düzenlenen Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesinin 8. maddesinde yer alan; “Herkes özel ve aile hayatına, konutuna ve haberleşmesine saygı gösterilmesi hakkına sahiptir.” cümlesine rağmen eğer tanınmışsanız, diğer bir deyişle topluma mal olmuşsanız bu temel insan hakkınız “hükümsüzdür” denilmektedir.
Her ne kadar sanat alanında, özellikle müzikte, bunun tersi durumlara sıklıkla rastlasak bile, konu fotoğraf olunca kabul edilebilirlik sınırlarını çizmek pek olanaklı olamamaktadır. Örneğin Brahms’ın “Paganini’nin bir teması üzerine çeşitlemeler”i, Brahms’ın çok sevilen eserleri arasında yer almaktadır. Yine Mussorgsky’nin “Bir Sergiden Resimler” adlı piyano eserinin orkestrasyonu Maurice Ravel tarafından yapılmış ve Mussorgsky ile birlikte onun eseri olarak kabul edilmiştir. Plastik sanatlarda da benzer örnekler gözlenebilmektedir.
Örneğin, Bedri Baykam’ın başkaları tarafından yapılmış çeşitli fotoğraf ve resimleri kullanarak yaptığı kolaj çalışmaları, sanatçının özgün eserleri arasında kabul edilip, birçok sanat eleştirmeninin takdirini kazanmaktadır. Bir fotoğraf sanatçısı için ise böyle bir kolaj, çok sert etik eleştirilerine hedef olmasına neden olacaktır.
Başkasının fotoğrafı üzerinde, diğerlerinin hakları konusunda bir anektod paylaşmak isterim ki bu konuda yaşanan kavram ve değer karmaşasına güzel bir örnek oluşturmaktadır.
İnternet üzerinde kurulmuş olan bir fotoğraf grubu, bu sayfa üzerinde fotoğraflarını paylaşarak kendilerini geliştirmeyi amaçlamaktadır. Benim de aralarına katılmamı önerdiler. Ben de nazik davetlerini memnuniyetle kabul ederek gruba katıldım. Bir gün, bir delikanlı sayfada çok güzel bir fotoğrafını paylaştı. Fotoğraf Haydarpaşa yangını sırasında çekmiş olduğu bir fotoğraftı. Kendisini bu fotoğraf için kutlayarak, neden beğendiğimi de gerek fotografik gerekse estetik kavramlar çerçevesinde açıkladım. Ek olarak, aynı fotoğrafın farklı vurgulamalar ile daha dramatik etkiler yaratabileceği kompozisyon seçeneklerini uygulamalı ve gerekçeli olarak aynı sayfada paylaştım. Kendisi de bu önerilerime teşekkür ederek diyaloğumuzu sürdürürken, sayfanın durumundan vazife çıkaran “Etik uzmanı” üyeleri kıyameti kopardı. Ne hırsızlığım kaldı ne sahtekarlığım. Vay efendim ben nasıl olur da başkasının fotoğrafını kullanırmışım. Bir de fotoğrafçı olarak oralarda boy göstermeye cürret etmekteymişim. Photoshop’un arkasına sığınacağıma, doğru dürüst fotoğraf çekmesini öğrenmeliymişim. Evet, işte sözün bittiği yer. Bu noktadan sonra hiçbirşey söylemenin anlamı yok. Çünkü kavramlar ve değerler karmakarışık.
Ancak bu noktada Etik konusunda bir başka durum ile karşılaşıyoruz. Fotoğrafı izleyenlerin davranışlarında “Etik”. Gördüğü bir fotoğrafı beğenmek ya da beğenmemek fotoğrafı izleyenin en doğal hakkı olup, bunu beyan etmesi de o denli doğaldır. Fotoğrafçının da fotoğrafının beğenilmemesi durumunu olgunlukla karşılaması gerekir.
Ancak kimi zaman, kulaktan dolma, yalan yanlış bilgilere dayalı, insaf ve nezaket sınırını aşan eleştirilerin yapılabildiği de gözlenmektedir. Bilgisizlikten de kaynaklansa, kötü niyete de dayansa, bu tür eleştirilerin etik olamayacağını kabul etmek gerekir. Fotoğraf alanında, özellikle sayısal teknolojilerin kullanımından sonra ortaya çıkan bazı eleştiriler bu tür davranışlara en güzel örneği oluşturmaktadır. Bir kesim için “Photoshop” sözcüğünün “sahtekarlık” ile eşanlamlı hale geldiğini görmekteyiz. Fotoğraf sergisini gezerken, bir fotoğrafın önünde duran keskin zekalı izleyici açıklama yapmaktadır. “Haaa bu Photoshop, Photoshop.” Diğer izleyiciler arasında o fotoğrafı beğenmeye kalkışan, hatta yanılıp şaşırıp almayı bile düşünen varsa bir daha düşünsün. O fotoğraf öyle göründüğü gibi gönül işi, emek işi değil. Photoshop işte, foyası çıktı.
Bu yaklaşımı, hep bir illüzyon gösterisini izleyen seyircilere benzetirim. İllüzyonist başarılı bir performans sergilemekte, seyirci, gösteriyi ilgi ile izlemektedir. İllüzyonist kutu içindeki kızın üzerine büyük bir pelerini örter ve örtüyü kaldırdığında kız kaybolmuştur.
Salon alkıştan kırılır. Yanımdaki izleyicilerden biri de alkışları bastırmak istercesine yüksek sesle açıklama yapmaktadır. “Hayır, hayır, kız kaybolmadı… adam pelerini örttü ya… o sırada arkadaki kapaktan kız diğer tarafa geçti. siz farketmiyorsunuz…” Ohhh neyse, ben de kız kayboldu diye telaşlanmıştım. Neyse ki yakınlarımda akıllı izleyiciler var.
David Copperfield’in gösterisinde de David tam uçmaya başladığında, o seyirci atılır ve açıklamalarına başlar. “Yok abi yaaa adam uçmuyor. Ceketinin arkasında bir yer var oradan şeffaf bir iple bağlıyorlar, kaldırınca uçuyormuş gibi görünüyor. Sen farketmiyorsun tabii.” Derin bir nefes alıyorum. Allahtan o seyirci var. Ben neredeyse David Copperfield’in gösteriden sonra evine de uçarak gittiğini düşünmeye başlayacaktım.
Hamdi TELLİ
Kontrast Sayı 34, Mart-Nisan 2013