“Her şey bir fotoğrafta son bulmak için var olur.”
Susan Sontag
En basit cep telefonlarının bile fotoğraf çektiği bir zamanda yaşıyoruz. Günümüzde anlamlı anlamsız her şey, hemen her ayrıntı, yaşanan her an, fotoğraf karesine dönüşmekte özgür. Fotoğraflar, sosyal paylaşım sitelerini boydan boya süslüyor. Paylaşılıyor, yorumlanıyor, “beğen”iliyor. Böyle bir ortamda, yaşam, olduğu gibi fotoğraflarla belgeleniyor, hiçbir ayrıntı karanlıkta kalmıyor yanılgısına kapılabiliriz. Hâlbuki insanlar önlerine gelen tabakları, mezeleri, doğum günü pastalarını, kuma bastıkları ayaklarını, kedilerini, köpeklerini ölümsüzleştirirken, dışarıda bir yerlerde, fotoğrafın yeni-şirin-filtreli dünyasına giremeyen kara delikler büyüyor. Gerçeklikle ilişkisi bulunmayan masif bir tiyatro dekoruyla yer değiştirerek yanı başımızda yok olan Tarlabaşı gibi. “Ciddi” fotoğraf sanatçıları tarafından eleştirilebilecek bir tutum olabilir, usta bir fotoğrafçının eserlerini Facebook gibi lakayt bir ortamda sergilemesi. Oysa işin tam da mecrası burası… Zevzek fotoğrafların arasına gizlenip, bakanın boğazına düğüm üstüne düğüm atan bu acayip fotoğraflar, paylaşılamayacak kadar tekinsiz, yorum yapılamayacak kadar keskin, “beğen”ilemeyecek kadar iyi…
HEM BELGESEL HEM SANATSAL
Ali Öz’ün Tarlabaşı, “Tarlabaşı, Son Barlar, Gece Hayatı, Yıkımlar” serisi, kapanmakta olan bu dönemi tüm ayrıntılarıyla gözler önüne seriyor. Belge ile sanat arasında tuhaf bir tonu var bu fotoğrafların. Bir yanıyla çağdaş sanat müzesinde sergilenecek kadar çarpıcı, bir yanıyla da kelimelere sığmayacak bir dönemi belgeler nitelikte. Büyük boyutlarda basılıp fotoğraf sergisine konsa, sanatsal içeriği ön plana çıkacak, gazeteye basılsa belge yönü ağır basacak kareler. Fotoğrafın sanat aracı olmasının yanında, belgeleyici niteliğine Serkan Dora “Büyüyen Fotoğraf Küçülen Sosyoloji” kitabında (Babil Yayınları) değinir. 1871 yılında Paris ayaklanmasındaki eylemciler fotoğraflarının çekilmesine izin vermemeyi akıllarından bile geçirmemişlerdir. “Çünkü çektirdikleri fotoğrafların onların tutuklanmasına, hatta ölümlerine sebep olacağını tahmin edememişlerdir. Tarihte bir ilk yaşanmış ve fotoğraf onları suçlu durumuna düşürmüştür.” Tarlabaşı fotoğraflarındaki belge niteliğiyse, kimseyi suçlu durumuna düşürmeyen ama bakanın içine bir suçluluk duygusu yerleştiren türden. Yıllardır önünden geçip gittiğim, ender de olsa sokaklarına girip çıktığım kaybetmek üzere olduğum bir sokağın belgeleri önümde. Kırık dökük, paramparça… Mış gibici modernizmden nasibini alarak, gerçek bağlamından bütünüyle koparılarak, sürprizsiz bir yere dönüşmenin arifesinde olan Tarlabaşı’nı böyle hatırlamak da üzücü. Kırık camların arkasından bakan semtin yorgun sakinleri… Sanki binalarla birlikte yıkılıp gidecekler. Burada yeni bir sayfa açılacak; onlar geride kalacaklar. Kirli sakallı transseksüeller, eşofman altlı hayat kadınları, dikkat köpek var yazılarına karışmış bira fiyatları… Terk edilmiş, kel kalmış perukçular… Ali Öz’ün kalıntılar arasından topladıkları… Bataklık dibinden taş toplar gibi.
MARJİNAL DÜNYA PAKETLERİ
Bu fotoğraflara bakarken lüks semtlerdeki Drug Queen canlandırmalı malum eğlence mekânları geliyor aklıma. Şirket toplantılarının düzenlendiği, kına gecelerine ev sahipliği yapan yerler. Güleryüzlü transseksüellerin, hesaplı bir çılgınlıkla, öngörülebilir bir tekinsizlikle, sınırları belirlenmiş bir marjinallikle etrafta dolaştığı bu ortamlar; hemen yanı başındaki semt gerçeğini stilize ederek yeniden kurguluyor, postmodern zamanların sinsiliğine yakışır bir biçimde. Ziyaretçileri de hem marjinal olana ne kadar açık olduğunu gösterme fırsatını buluyor, hem de konforlu bir mekânda çatlak halleriyle gurur duyarak bu uçarılıklarının, çılgınlıklarının tadını çıkarıyor. Ziyaretçilerine uzaylı gözüyle bakıldığı gerçeğine tahammül edemeyenlerin simülasyonunu yaşamak için gittikleri yerler buralar. Kapısında güvenlik görevlileri olan, marjinal dünya paketleri. Vahşi hayatın hayvanat bahçelerinde olduğu gibi sunulması. Marjinal hayatlar, salaş mekânlar, sosyetenin ağzından düşmeyen kavramlar. Ama işte Ali Öz’ün fotoğraflarında bu tanımların estetize edilmemiş, kahredici bir gerçeklikle haşır neşir olmuş halleri var. Moda olan versiyonlarının, bilinçaltı gibi, buradaki salaşlık ve marjinallikleri. Her iki dünya da internette buluşmuş durumda. Yıkılan Tarlabaşı fazla uzakta değil, İstiklal Caddesi’nin hemen yanında. Yıkılan Tarlabaşı’nın fotoğrafları fazla uzakta değil, Facebook’ta parti fotoğraflarının hemen yanında.
SOYUT DÜNYADA SOMUT YIKIM
Orhan Kemal yazmış olmasaydı, bir dönemin kahvehanelerindeki, kenar mahallelerindeki, fabrikalarındaki konuşmaları bilemeyecektik. Tarihin yazmadığı bu diyalogları Orhan Kemal gibi romancılar kayda geçirdi. Bu somutluk duygusu Ali Öz’ün fotoğraflarında da var. Gisele Freund, “Fotoğraf ve Toplum” kitabının (Sel Yayıncılık) “Dönemin sanatçılarının fotoğrafa karşı tavırları ve akımlar” bölümünde bu nostaljik tartışmalara değindikten sonra “Basın fotoğrafçılığı” bölümünde, fotoğrafın basın alanına girmesiyle kitlelerin dünya görüşünün nasıl değiştiğini ayrıntılı biçimde anlatıyor. Bu gerçekten de önemli bir gelişme. O güne kadar kendi sokağında, mahallesinde gerçekleşen olayları gözünde canlandırabiliyordu herkes. Fotoğrafla birlikte dünyayı görmeye başladık. Sınır dışında gerçekleşen olaylar yakınımıza taşındı. Ve bakışın genişlemesiyle birlikte dünya küçüldü. Gisele Freund’ a göre yazılı sözcükler soyuttur ama fotoğraf içinde yaşadığımız anın somut yansımasıdır. “Uçak düştü” cümlesi soyuttur. Düşen uçağın fotoğrafı somut…
“Tarlabaşı yıkılıyor” lafı soyuttur. Ali Öz’ün fotoğrafları somut…
“İMAJ”I BURUŞTURUP ATAN GERÇEK
Kevin Robins, “İmaj” isimli kült kitabında (Ayrıntı Yayınları), imajların gerçek dünyadaki anlamlarından bağımsız olarak üretildiği bir dünyada yaşadığımızı iddia eder. Robins’e göre modern yaşamda, artık, imajlar gerçekliğin aracısı olmaktan çıkmıştır. Gerçeğin sorunsallaştırılması üzerine kurulu postmodern dönemde, her görsel malzeme potansiyel bir tuzaktır. Bu noktada, fotoğrafın belgeleme özelliğinde ciddi bir sapma gözlenir. Gazeteciler nasıl demeçleri saptırabiliyorsa, görsel alanda da gerçeği benzer bir refleksle saptırabilmektedir. Körfez Savaşı’nı petrolde yüzen bir karabatak kuşuyla kartpostallaştırmıştı ABD medyası. Sonradan ortaya çıkan iddialara göre, bu fotoğraf ABD’de bir stüdyoda çekilmişti. Savaşın böyle algılanması isteniyordu çünkü. Bir tür, dramı melodrama çevirme hevesi… Politik soru işaretlerini bastırma çabası… Stüdyo ortamında hazırlanan kurmaca fotoğrafların gerçeği temsil etmesine Irak savaşında da tanık olduk. ABD’li bir yetkili, Irak askerlerinin teslim olduğu bir sahneyi stüdyoda fotoğrafladığını itiraf etti. Böylece, basında kullanılan fotoğraf ilk başlarda saf ve objektif bir belgeleme aracıyken, günümüzde şeytani ve subjektif bir yönlendirme aracına dönüştü. Ali Öz’ün fotoğraflarıysa, gerçekliğin aracısı olan imajlardır. Genel eğilimin aksine.
Hakan BIÇAKÇI
Kontrast Sayı 26, Kasım-Aralık 2011