Kadınlar, onun karşısında sadece peçelerini değil saçlarını, omuzlarını açmakta da bir sakınca görmezler ve bu özel fotoğraflarını, cephedeki eşlerine, özlem dolu mektuplarıyla birlikte gönderirler.
Osmanlı İmparatorluğu’nun son yıllarında İstanbul Yıldız’da açılan stüdyonun fotoğraf tarihimizde ayrı bir anlamı var. Orası ilk stüdyomuz olmasa da kurucusu Naciye Hanım, ilk profesyonel kadın fotoğrafçımızdır.
Aslında fotoğrafhane olarak bahsi geçen adres, Naciye Hanım ve ailesinin yaşadığı Sait Paşa Konağı’ndan başka bir yer değil. “Türk Hanımlar Fotoğrafhanesi Naciye” yazan tabela kapının önüne asıldığında, takvimler 1919 gibi imparatorluğun dağılmakta olduğu zorlu yılları işaret etmektedir. Naciye Hanım’ın asker olan eşi İsmail Hakkı Bey cephede savaşırken, kendisi de ailesine bakmak ve ayakta durmak zorunda kalır. Asker maaşlarının düzensiz ödendiği bu zamanlarda birikimleri de hızla tükenince Naciye Hanım bir fotoğrafhane işletmeye karar verir. Aslında amatör olarak fotoğrafla ilgilenen İsmail Hakkı Bey’in önceden çatı katına kurmuş olduğu stüdyo, işini bir hayli kolaylaştırır. Bir paşa kızının çalışması o yıllar için kabul edilecek bir durum değilse de Naciye Hanım kimseye aldırmaz, çalışma hayatı boyunca da bir engelle karşılaşmaz. Üstelik kadın oluşu ona ticari bir avantaj da sağlar. Kadınlar, onun karşısında sadece peçelerini değil saçlarını, omuzlarını açmakta da bir sakınca görmezler ve bu özel fotoğraflarını, cephedeki eşlerine, özlem dolu mektuplarıyla birlikte gönderirler.
Bugün Naciye Hanım’dan geriye kalan fotoğrafların sayısı sınırlı da olsa çalışmaları hakkında fikir verir.
Günışığı kullanarak yaptığı çekimlerde, dönemin stüdyolarında sık görülen resimli fon perdesi, sehpa, saksı içinde çiçek gibi aksesuarlar göze çarpar. Naciye Hanım stüdyodaki portre çekimlerinin dışında, düğünlere de fotoğraf çekmeye gider. Ayrıca Sultan Reşat’ın torunlarına fotoğraf dersleri vermek için haftada iki gün saraya gider. Haftada bir gün de harem ağalarıyla birlikte sultanlar gelerek, onun stüdyosunda karanlık oda dersleri alırlar. Ancak ne yazık ki bunların hiç birisi elimize ulaşmadı, en azından şimdilik…
Naciye Hanım, bir müddet Beşiktaş’taki konakta çalıştıktan sonra, Beyazıt’ta üç katlı bir apartmana geçer. Alttaki iki kat oturmaları için ayrılır. Çatı katı ise yine fotoğrafhaneye dönüştürülür; çatı tamamen kaldırılıp camlarla kaplanır. Burada da fotoğraf çalışmalarına ara vermeden devam eder.
İsmail Hakkı Bey yıllarca cephede olmanın ve aldığı yaraların etkisiyle sinirli bir adam olmuştur.
Bu durum Naciye Hanım’la ayrılmalarına neden olur. Soyadı kanunundan sonra oğlunun aldığı “Suman” soyadını kullanan Naciye Hanım, torunu oluncaya kadar Beyazıt’taki fotoğrafhanede çalışmalarını sürdürür.
Doğumunun ardından torunu Sevgi Divitçioğlu’yla (ressam) daha fazla vakit geçirmek isteyerek, 1930 yılında fotoğrafhaneyi kapatır ve Ankara’ya gider. Naciye Hanım, 1973’teki vefatına kadar da bir daha fotoğraf çekmez.
Fotoğraf alanında faaliyet gösteren bir diğer isim de Muzaffer Hanım’dır. Osmanlıca olarak yayımlanmış Süs Dergisi, 1923 yılı Haziran sayısında kendisini okuyuculara takdim eder. Dergi “Hakikaten sanatkâr bir resimci” diye överek “Mahcup olmaktan hiç korkmaksızın karilerimize (okuyucularımıza) kendisini hararetle tavsiye edeceğiz. Artık hanımefendiler için İstanbul dükkânlarına kadar zahmet edip sürüklenmek, yabancı erkeklerle temas etmek rahatsızlığı kalmadı. Adi bir kartpostala gün ve saat tayin ederek adresinizi yazınız, idare hanemize gönderiniz. Muzaffer Hanım hemen şitab edecek (acele edecek) ve hem resimlerinin muvaffakiyetiyle hem fiyatının ehveniyeti ile sizi son derece memnun edecektir. Bir tecrübe ediniz!” diye tavsiye eder.
Hatta tavsiyenin de ötesine geçerek irtibat için derginin adresini gösterip aracılık eder. Ayrıca Muzaffer Hanım’ı çağırmaları konusunda bir de gerekçe sunar: İnsanların fotoğraf çektirmek istediği halde az fotoğrafının olması, bazı zorluklardandır; Muzaffer Hanım’ı çağırdıkları takdirde bu zorluklar da ortadan kalkacaktır.
“… Resimciye gitmek, ihtimal sıra beklemek, sanatkârın keyfine esir olmak, makine karşısında mum gibi dikilip durmak bize bir angarya gelir ve bütün bu işleri yapmaya üşeniriz.
Mesela resimci kalkıp bizim ayağımıza gelse, oturduğumuz yerde resmimizi çıkarsa şüphesiz hepimiz sık sık resim çıkarmak isteriz. Hem atelyelerde çekilen resimlerde, kurma bebek gibi gergin, bir heykel gibi camid (ruhsuz) bir tavır vardır. Hâlbuki mesela evimizde, bahçemizde, hatta acemi bir amatörün çıkardığı resimlerde bile ne tabiilik, ne sıcaklık bulunur, değil mi?”
Demek ki, evimizde, kendi muhitimizde çıkan resimler daha hoş, daha renkli ve daha canlı oluyor. Bahusus (en çok) hiç yorulmadan uğraşmadan, oturup dururken çıkacağını da düşünelim. Hele köylerde, uzak taraflarda oturan hanımefendilerin resim çıkarmak için İstanbul’a inmesi, Beyoğlu’nda bir dükkâna gidip yabancı erkeklerle temas etmesi ne müşküldür!”
Bu haberden yaklaşık iki ay sonra (4 Ağustos 1339) dergi Muzaffer Hanım’la ilgili “Seyyar Fotoğraf” başlığıyla bir haber daha yayımlar. Orada da; hanımefendilerden gelen davetler için arz-ı şükran ettikten sonra Muzaffer Hanım’ın katılacağı davetlerin tarihleri konusunda bir uyarı yapar. Herhangi bir zorlukla karşılaşılmaması için mektupların en az bir hafta önce gönderilmesi konusuna dikkat çeker.
İlanlardan, Muzaffer Hanım’ın da Naciye Hanım gibi kolay kabul gördüğünü, fotoğraf çekimlerine gittiğini ancak bazılarına, davet mektupları eline geç ulaştığı için yetişemediğini çıkarabiliriz. Yine de fotoğrafa başladığı tarih konusunda net bir şeyler söylemek için daha fazla belgeleye ihtiyacımız var. [1]
Cumhuriyet’in ilanından bir müddet sonraysa bu kez profesyonel hayatın içinde Maryam Şahinyan görülür.
Maryam, Sivas’ın köklü ailelerinden birinin çocuğu olarak 1911 yılında dünyaya gelir. Doğumundan kısa bir süre sonra, 1915 yılında Şahinyan Ailesi oradan ayrılmak zorunda kalır ve tüm varlıklarını geride bırakarak Samsun üzerinden İstanbul’a gelirler.
Maryam’ın babası fotoğrafçıdır. O da okulu bıraktıktan sonra babasının yanında çalışır.
1937 yılından itibaren de stüdyoyu tek başına işletmeye başlar ve 1985’e kadar yarım asır gibi uzun bir iş hayatının ardından geriye iki yüz bine yakın bir arşiv bırakır. Fotoğrafların büyük çoğunluğunun kadınlara ait olması, Maryam Şahinyan’ın da kadınlar için bir tercih sebebi olduğunu göstermektedir. [2]
1996 yılındaki vefatının ardından, Şişli Ermeni Mezarlığı’na defnedilir. Onun yaklaşık elli yıl boyunca kaydetmiş olduğu arşivinin bugün tamamen korunuyor olması ise son derece sevindirici.
1950’li yılların önemli fotoğrafçılarından Yıldız Moran ise kendinden önceki hemcinslerinden farklı olarak, fotoğrafçılık üzerine eğitim almış, yurt içinde olduğu kadar yurt dışında da sergiler açmış, fotoğrafı sanatsal katmanda üretmiş bir isim.
Yıldız Moran 1932 yılında, modern görüşlü, sanat ve edebiyata düşkün bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelir. Deniz subayı olan babası Vahit Bey, Genelkurmaylığa bağlı olarak Mısır ve Almanya’da da görev almış, profesyonel olarak değilse de amatör olarak fotoğrafla ilgilenmiş, ilk büyük İngilizce-Türkçe Sözlüğü kaleme almış ilerici biri; teyzesi ise edebiyatımızın erken dönem yazarlarından Müfide Ferit (Tek), dayısı sanat tarihçisi Mazhar Şevket İpşiroğlu’dur.
Yıldız Moran 1951’de, Robert Koleji’nden sonra dayısının yönlendirmesiyle İngiltere’ye Bloomsbury Technical College’e gider. Burada fotoğrafa dair temel teknik bilgiler edinir. 1952’de Ealing Technical College’e geçer. Ardından Old Vic Tiyatrosu’nun ünlü fotoğrafçısı John Vickers’in asistanı olur.
Çok geçmeden, ilk kişisel sergisini 1953 yılında Cambridge’de açar. Bu arada İtalya’da fotoğraf kulübüne üye olur ve çeşitli Avrupa ülkelerini gezerek, yoğun bir şekilde fotoğrafla uğraşır. Son derece üretken olduğu bu dönemde, 1954’e kadar Londra’da beş sergi daha açar.
Yıldız Moran, bu sergilerin ardından yurda döner. Çalışmalarına ara vermeden devam ederek İstanbul ve Anadolu’da sayısız fotoğraf çeker. Bu arada Beyoğlu Kallavi Sokak’ta, Maya Galeri’nin üstünde bir stüdyo açar. Burada hem fotoğraf üretir hem de eserlerini sergiler. O dönemde basının “Kapanmayacak Bir Sergi” diye söz ettiği stüdyosu, birçok sanatçının uğradığı, sanat sohbetlerinin yapıldığı bir mekâna dönüşür.
Yıldız Moran ülkesindeki ilk sergisini 1955 yılında İstanbul’da açar. Aynı yıl çalışmalarını Ankara’da da sergiler. Ardından 1956 ve 1957 yılında, İstanbul’da birer sergi daha açarak, 1962 yılında fotoğraflarını Edinburgh’a taşır.
Moran, 1962 yılında şair Özdemir Asaf ile evlendikten sonra fotoğrafçılığı bırakır. 1970 yılında İstanbul’da açacağı sergi, onun son sergisi olur. Nurullah Berk’in “Anıtsal Fotoğraflar” diye söz ettiği çalışmaları dolayısıyla, İstanbul Devlet Güzel Sanatlar Akademisi, Fotoğraf Enstitüsü tarafından 1982 yılında, kendisine onur üyeliği verilir.
Ses Dergisi’nin 25 Haziran 1983 yılında kendisiyle yapmış olduğu röportajda “Fotoğraf makinesi o denli varlığınızın bir parçası olmalıdır ki; konu ile aranızda bir engel oluşturmasın. Şiirselliği olan her şey sanat fotoğrafının konusudur, fotoğraf aracılığıyla evrensel olan ve işlenen konunun kavramını içeren fotoğrafı çekmek tek amacımdı…” diyen Moran, tüm fotoğraflarını izin alarak çektiğini belirtir. Hiçbir özel yaşama izinsiz girmemiş, bu titizliğini konuya saygılı yaklaşım olarak değerlendirmiştir.
Bu görüş onun hemen her fotoğrafında hissedilir. Dönemin fotoğrafçılarınca bolca kaydedilen Anadolu insanı, Moran’ın karelerinde farklılık gösterir. Fotoğrafları hiçbir yargı içermez. Oradaki figürlerle izleyici arasındaki mesafe devamlı korunur ve hepsi kendi basit gerçekliğinde kaydedilir. O, en dramatik, en acıklı, en inanılmaz olanın peşine düşmemiş, sıradan anları estetik bir şekilde sunabilmiştir.
Yıldız Moran 15 Nisan 1995’de İstanbul’da hayata veda eder.
Kaynakça
[1] Bölük Gülderen, Fotoğraf Dergisi, Sayı. 112
[2] http://tayfunserttas.blogspot.com.tr
Kontrast Sayı 46, Mart-Nisan 2015 / Kadınların Fotoğraf Etkinliği
Gülderen BÖLÜK
Fotoğraf Tarihçisi
[email protected]