Filinta ÖNAL | Söyleşi (26. Sayı)

Bir heykel sanatçısı olarak, estetik sana neyi çağrıştırıyor? Kendini yakın hissettiğin veya etkilendiğin kuram veya yaklaşımlar var mı?

Estetiğin pek çok çeşidi var. Dünya’ya nasıl bakarsanız öyle. Bulunduğunuz yere göre değişen pek çok kuram var. Hiçbiri ötekinden daha farklı, üstün, iyi ya da kötü değil. Hepsinin işe yarar tarafları var.

Heykelde estetik önemli; ama heykel yaparken şu ya da bu kuramı fazla dikkate almıyorum. Özgür bırakıyorum kendimi. Çünkü bazen doğaçlama da kullanırız. Şu ya da bu kuram diye çok kesin çizgiler çizmemek lazım. Biz bilim yapmıyoruz, sanat yapıyoruz. Daha çok sezgiye dayalı bir iş olduğu için buna benzer keskin çizgilerden, yollardan uzak duruyoruz. Bilimde denenmiş, net, sabit yollar vardır. Bilim bize yol çizer, çerçeve çizer. Ama tek bir yol yok ki sanatta, pek çok yol var. Farklı yollar… Hepimiz kendi yolumuzu arıyoruz. Bunu bulabilen iyi sanatçı oluyor.

Yaratıcı düşünce, çalışan bir kafa. Mühendis kafasıyla düşünüyorsun, ama sanatçı kalbiyle yaratıyorsun. İkisi bir arada. Çünkü sezgi ve akıl var. Tabii biz daha çok ve öncelikle sezgilerimizle hareket ediyoruz; ama aklımızla da. Sezgi kör çünkü. Akıl ona göz sağlar. Yoksa, sezginin köreldiği yerde fazla ezoterik veya psişik konularda kaybolabilirsin. Ama sadece akıl, bilgi ya da bilim sanat yapmak için yeterli değildir. Bu atbaşı giden, net bir formülü olmayan, içsel bir şey; içinde yaşayacaksın yani. O zaman iyi sanatçı olunuyor.

İş bittikten sonra üzerine bir yazı yazmak gerektiğinde, analiz etmek gerektiğinde estetik kuramları devreye girebiliyor. İster istemez, eser bir kısmıyla ilişkili oluyor. Ama baştan konulmuş bir kuram veya çerçeve şeklinde değil. Sonradan açıklamak ve kategorize etmek için kullanılıyor. Ama biz işin o kısmıyla pek ilgilenmiyoruz.

“Varlık”, yani ontolojik açıdan bakacak olursak estetiğe, yaptığımız sanat eserinin bazı katmanları ya da derinliği oluyor. Kuram anlamında onlardan bahsedebiliriz. İki tabaka var, ya da iki gerçeklik var. Biri reel tabaka; taş, bronz, demir, çelik gibi. Gerçek materyal. Bu dünyadaki gerçekliğe ait, gerçek boyutu sanat eserinin. Belki birkaç malzeme veya teknik bir arada olabilir. Gerçek olan nedir, görünen? Taş.

Bundan sonra irreel tabaka var. İşte orada devreye giriyor estetik, kuramsal boyut.

İrreel tabaka o heykelin sahip olduğu form. Aslında içinde barındırdığı bütün imge ve temalar diyebilirim. Benim düşündüğüm şeyler, yaptığım soyutlamalar, kullandığım yöntemler. İşten işe değişebilen şeyler bunlar. Bir kadın heykeli yaptık diyelim. Reel tabakaya bakacak olursak; bir, kadın heykeli. İki, ama nasıl bir kadın heykeli? Tanrıça mı, kibele mi, modern mi? Bu sefer ikinci bir kat daha çıkıyor. Kibele’yse Mezopotamya mıdır, Efes’teki Artemis midir, tarihte hangi referanslar vardır gibi bir takım sorgulamalar; kat kat, derinine inen bir takım tabakalar silsilesi.

Bu katlar ne kadar çok olursa sanat eserinin estetik anlamda o kadar zengin olduğundan bahsedilir.

Heykelde de öyle değil mi; malzemeden, formdan yola çıkınca?

Resim romana benziyorsa, heykel şiir gibi. Daha sade. Tek, yalın. Heykelde de bir anlamlar bütünü var; ama heykel öyle bir şey ki, yapısı gereği fazla etkilenmiyor kuramsal konulardan. Bir imgeyle, bir sözle çok şey anlatmak gibi. Tek bir objeyle anlatabildiğiniz kadar çok şey anlatıyorsunuz. Bunlar resimde, heykelden çok daha fazla kullanılabilen şeylerdir. Çünkü karışık birkaç form veya imge de olsa içinde, sonuçta heykel tek başına bir obje. Bir resim gibi. Ama resimde, çerçevenin içinde bir sürü imge, detay, katman olabilir. O da başka bir zenginlik, o dilin zenginliği denebilir. Resmi romana benzetebilirsin, Tolstoy veya Dostoyevski’nin romanı gibi yüzelli karakter olabilir içinde, bir sürü detay olabilir. Hepsi bir örgü içinde tek bir iştir evet, tek bir kompozisyondur; ama bu açılımlar, detaylar irreel tabakalardır.

Heykel sanatı aslında tarih boyunca pek çok sanat akımından en son ve en az etkilenen sanat dalı olmuş. Kendine has bir yapısı ve atmosferi olmuş. Resimde ise, örneğin, Rönesans, yüzyıl başları, 19. yüzyıl sonları ve 20. yüzyıl başlarındaki değişimlere bakacak olursak klasisizmden empresyonizme, hemen birkaç yıl ötesinde soyut denemelerden deneysel sanata, hızlı bir ivmeyle pek çok deneysel ürün verilmiş.

Ama heykelde bu gelişim daha az oluyor. Yapısı ve doğası başka bir sanat. Onun kurallarına uyuyorsun, ona biat ediyorsun. Öyle her akımdan etkilenen ya da çözülebilen bir şey değil. Kullanılan materyaller gibi biraz katı bir yapısı var.

Yine de heykelde gittikçe artan bir malzeme çeşitliliği yok mu?

Deneysel çalışmalar onlar. Sanat bir yetenek ve ustalık işi, zor bir iş. Yeteneği az olan insanların deneysel akımlardan etkilenip kolay yoldan sanatçı olması mümkün. 60’lı yılların sonrasında Avrupa’da denenmemiş iş kalmamış. Bizden de daha çok akademisyenler, özellikle 60’lı 70’li yıllarda devlet bursuyla yurtdışına gitmişler. Gördükleri, karşılaştıkları o deneysel işler olmuş. Tabii ülkenin sanatı da genelde akademi çevrelerindeki bu hocaların etkileriyle, kuşaktan kuşağa sanatın merkezi deneysel sanatmış, kavramsal sanatmış gibi şekillendi. Ben bunu kolaycılığa bağlıyorum. Toplumsal doygunluk Batı’yı oraya getirmiş olabilir. Onlar için normal şeyler, deneyebilirler.

Deneysellik görsel sanatların birçok dalında yaygın bir şekilde kullanılıyor. Bu bir çeşit olgunlaşma süreci mi? Sonunda bir öze dönüş mü olacak, bir doyuma ulaşmadan sonra veya umulan bu mu?

Edebiyatta da var deneysellik, müzikte de, bütün sanat dallarında. Ancak, maalesef artık deneysellik Batı’nın bir zamanlar denediği şeylerin yinelenmesinden öteye gidemiyor, götüremiyor kimseyi. Keşke gidebilse. Artık yapılmamış şey yok dünyada, söylenmemiş söz, yazılmamış birşey, yontulmamış bir form yok. Ancak senin yaptığın gibi yontulmamıştır, senin söylediğin gibi söylenmemiştir. Onu söyleyebilmek lazım. Pleksiglas cam çıkmış, cam kullanıyorlar. Bu modernlik mi? Modernizm malzeme ve biçimde mi oluyor? Modernizm, yenilik, çeşitlilik malzemede olmaz; fikirde olur, düşüncede, sizin olayı ele alış ve uygulama şeklinizde olur. Onun için ben taş yontuyorum, yontmaya da devam edeceğim. Öğrenciyken de deneysellikten pek etkilenmemiştim. Bu biraz sizin olgunluğunuzla, altyapınızla ilgili bir şey. Ortada zor ve ustalık gerektiren, zekâ gerektiren bir iş var. İyisi, ya onu yapacaksın veya yapmayacaksın.

Ayrıca, yaşam çok hızlandı. Kavramlar çok hızlı değişiyor. Dünya sanki çok daha hızlı dönüyor. Doğal olarak eskisi gibi, bir Michelangelo, bir Dürer gibi uzun süren işleri üretmeye ne ekonomi ne zaman, ne de yaşamdaki kavramlar izin veriyor. Dolayısıyla, sadeleşmeye, daha kolay ve çabuk üretmeye gidiliyor. Ne zaman, zaman bulacaksın üretmeye, o kadar detaylı işlere? Bu da minimalizmin özü, sebebi bence. Minimalizm biraz ekonomi ve politikanın, gelişen kavramların getirdiği, dayattığı bir sonuç. Kendi mantığı, kendi kuralları var. İyisi var, kötüsü var.

Bu bir çeşit arz talep dengesi mi, insanlar bir an önce renge, figüre geçmek, hayalindeki esere, başarıya ulaşmak istiyor. Onun getirdiği bir altyapı eksikliği mi?

Akademizm Türkiye’de zaten zayıf. Batı’daki veya Rusya’daki gibi bir akademizm yok. İnsanların bir an önce renge, forma geçmek istemesini anlıyorum; ama hobi kurslarında da öyle olmalı. Temeli sağlam, insan anatomisini iyi öğreten, sağlam desen çizmeyi, figürü öğreten, gördüğünü çamura aktarabilen insanlar yetiştirmek lazım. Bu altyapı sadece, sanat bunun üstüne gelişiyor. Ancak onun üzerine inşa edilen soyutlamalar veya modernizmden bahsedilir. Burada da bir sürü güzel materyel var, onlardan da deneysel bir takım şeyler yapılabilir ama… temel yoksa, bence çok da ayakları yere basmaz. Akademi çevresine bakarsan, sanki bunlar sanat değil. Biz bunları aştık; sanat daha başka bir şey, daha ileride bir şey. Evet, olabilir; ama öğrenciyi önce o çıraklık sürecinden geçirmek lazım. Derece derece öğretilen, öğrenilen bir şey sanat. Nasıl olacak? Düşünceyle. Sanatta düşünce var. Ama dili kullanmayı bilmiyorsan, o düşünceyi nasıl yansıtacaksın? Taşın dilini bilmiyorsun; metalin, çamurun dilini bilmiyorsun; gördüğün şeyi yapmayı bilmiyorsun. Nasıl soyutlama yapacaksın veya nasıl fikir, idea katacaksın onun içine? İfade aracı olan dil. Yabancı dilleri düşün. Taşın bir dili var, bilmiyorsun. Çok iyi bir fikir olabilir; hiçbir anlamı yok, sen onu ifade edemedikten sonra. Hepsinin ayrı dili var ve hepsini de iyi konuşmak lazım o dillerin. İşte o zaman aklındakini, düşünceni çok iyi ifade edebilirsin.

Sanat eğitiminde genellikle hoca veya eğitmenin etkisinde şekillenen atölye çalışmaları baskın görünüyor. Temel eğitim kısa ve yetersiz kalıyor. Bunların hepsi birbirini bütünleyen ögeler değil mi?

Aslında anaokulu eğitiminden başlayarak, ilkokul, ortaokul ve lisede de daha fonksiyonel, daha sempatik, daha yaratıcı şekilde sanat dersleri verilecek ve kökten gelenin üstüne kaliteli üniversite, akademi eğitimi koyacaksın. Bizde anaokulundan üniversiteye kadar bu işin metodolojisinde çok eksiklikler var. Onun için de sonuç böyle, çok da şaşırmıyorum aslında. Gittikçe daha kolaya yöneliyor insanlar.

Ayrıca, kolay olan bir yerde tükenmiyor mu dediğin gibi, ya da kendini tüketmiyor mu ve sonuçta bunların hepsi birbirini etkilemez mi?

Doğanın gidişi o yönde. Öğrenciler de okulda ne görüyorsa belki de onunla yetiniyor. Onlar da pek araştırıcı değil. Ama hocaları tarafından da tabii, böyle yönlendiriliyorlar. Kimse zor olanı seçmiyor, seçmek istemiyor. Hâlbuki zor olanın algılanması, kabul edilmesi zaman alıyor; ama unutulması daha da çok zaman alıyor. Unutulmuyor, klasikleşiyor. Her çağda muhakkak modalar olacaktır. Şimdi güncel, aktüel sanat gibi kavramlardan bahsediyorlar. Aktüel olan, yani şu anda olup biten şeylere de bakacağız; ama bu, güne oynamaktır. Yarına kalmıyor. İnsan aktüel olabilir; para, popülarite de kazanabilir. Ama çabuk algılanan şeyler çabuk unutuluyor. Geriye kalan, anlaşılması, algılanması uzun süre alan işler de bir elin parmakları kadar, kaliteli iş yapan adam oluyor.

Peki bunlar bir yerde kültüre ya da altkültürlere bağlı, kimi zaman eğitimden tamamen bağımsız görünen değerlerin etkisiyle de şekillenmiyor mu?

Her şey evde anababa terbiyesiyle başlıyor ona bakarsan. En basitinden demokrasi kavramına bak. Bütün yasaları getirip duruyorsun, ama işlemiyor sistem. Çünkü insan faktörü var. Her toplumun bir algılama biçimi var. Demokrasi dediğin temelde nedir? Kendinden farklı olana tahammül gösterebilmek, biraz toleranslı, efendi, ağırbaşlı olmak. Bu aile terbiyesi aslında. Aile içinde demokrasi, saygı yok ki. Aile içinde böyle bir kültür olmayınca, toplum böyle oluyor. Toplum neyse, sanat da öyle oluyor. Bireysel çıkışlar olacaktır. Bireysel olarak, biraz medeni cesareti olanlar yapacağını yapacaktır. Geri kalanını da zaten tarih belirleyecektir.

Bu “ucube” tanımlar ve tahrifat çok gündemde son dönemde. Senin de heykellerin zarar gördü, kayboldu.

“Ucube” yorumlar tamamen cehaletten kaynaklanıyor. Hırsızlık ve tahrifatın ise; bir kısmı metal hırsızlığı için yapılıyor, bunları anlayabiliyoruz. Bazıları ise tabii ki heykel düşmanlığı. Çalınan, sökülen heykeller de oldu. Bulunamadı; istense araştırılabilir, bulunabilir belki. Temelde eğitim sorunu var. Ancak akılcı bir eğitimle insanların sempatisi kazanılabilir. Herkesin sanatçı olması zaten mümkün değil; gerek de yok. Çok büyük sanat aşığı olması da şart değil. Sempatiyle bakabilecek kuşaklar yetiştirebilirler. Düşman olmasınlar yeter.

Yaratıcılık önemli bir kavram. Her insanın içinde, yaşamın her boyutunda, her meslek grubunda var; ama sanatçı olarak yaratıcılığını diğer disiplinlere göre daha özgür kullanabiliyorsun. Yaratıcı düşünmeyi de sanat eğitimi geliştiriyor. Özellikle küçük çocuklarda, anaokulu ve ilkokulda. O zaman esnek düşünme, toleranslı düşünme mümkün olabiliyor. Hayatın kendisine dayattığı zorluklara çok kolay cevap bulup yaratıcı çözümler üretebiliyor. Politikacı olabilir, büyük bir patron veya çalışan olabilir.

Yaratıcı insanlara ihtiyacımız var. Her kademede, her boyutta. Ülke için iyi olur.

Sanat eğitiminin bir de böyle fonksiyonu var. Bu yönden de bakmak lazım; yaratıcılık kimin işine geliyor, kimin işine gelmiyor.

Neden heykel? Heykel sanatçısı olman, kendini heykelle ifade etmeyi tercih etmen babanın şair olmasıyla ilişkilendirilebilir mi?

Heykel benim tercihim. Babamın şair olmasının heykel sanatçısı olmamda değil; ama iyi bir heykel sanatçısı olmamda etkisi ve çok faydası olmuştur. Sanatın nasıl doğru yapılacağı, iyi sanatın ne olacağı, bu işin nasıl yapılacağını zaten biliyordum. Okula girdiğimde de, sezgisel olarak da, babamdan gördüğüm için de. Meslektaşlarımın hemen hepsinden çok daha avantajlı durumdayım diyebilirim. Bu işe kolay adapte olmuşumdur, kendi yolumu çok daha kolay seçebilmişimdir. Bildiğim yolda dik durmayı, taviz vermeden… herkesten daha önce ve kolay yapabilmişimdir. Ama heykeli tercih etmem tamamen kişisel, tamamen benle ilgili bir şey.

Farklı malzemeler ile farklı iletişim kuruyor musun? Malzemeye göre değişiyordur herhalde. Sence heykelin özü taş mıdır?

Malzeme sınırı koymak, malzeme şövenizmi yapmak çok yanlış. Çünkü hepsi farklı, hepsi bir bütün. Çamur çok temel bir malzeme. Onu iyi bilmek lazım. İyi ressam olabilmek için iyi desen çizeceksin. İyi heykeltraş olabilmek için de o desenin üzerine çok iyi çamur modelleyip, modelaj yapabileceksin. Ondan sonra gerisi geliyor.

Taşla anlattığını metalle anlatamayabilirsin. Metalde söylediğin o uçucu, yırtıcı formları taşla yapamayabilirsin. Anlatmak, yapmak istediğin kavrama ve düşünceye göre uygun malzemeyi ve dili seçiyorsun. Bazen farklı birkaç malzemeyi, taşı bir arada kullanabiliyorsun, onları kombine edebiliyorsun. Zaten her şey birbiriyle etkileşim içinde, öyle düşünmek lazım. Bunu Mevlana’nın felsefesi de doğruluyor, diyalektik de söylüyor. Her şey birbiriyle etkileşim ve döngü halinde. Hiçbir şey yok olmuyor; dönüşüyor aslında. Benim malzemeyle etkileşime girmemem mümkün mü? Mümkün değil. Aşağı yukarı hepsi birbirine benzer ama, taş, mermer biraz daha farklı, daha çok çekiyor beni. Milyonlarca yıl önce oluşmuş. Benim varlığım dışında yaratılmış. Zamanı süzmüş. Tıpkı karbon testleri gibi. Oluşumundan bu yana olan biten herşeyi doğasında, içinde barındırıyormuş gibi bir duyguya kapılıyorum ve onu alıp ben, biçimlendirmeye başlıyorum. Taş ihanet etmez, ne verirsen onu alırsın. İnsan öyle olmayabiliyor.

Taşla, mesela, diyaloğumuz şöyle. Elimde bir proje var, onu taşa uygulayacağım. Çizimini yapıyorum, bazen maketini. Bazen hiçbirşey yapmadan, çizerek taşın üzerinde, bir şekilde başlıyorum. Aklındakini tamamen taşa uygulamak mümkün, hesap kitap, gönye, pergel, maket, teknoloji ile. Ama yaparken o etkileşim devreye giriyor. Çekiçle vurunca taşın üstüne, önce deliniyor, çatlıyor, molekül bağları zayıflıyor. Birkaç kere vurunca çürüyor ve kopuyor. Fiziği, kimyası her şeyi değişiyor, varlığı değişiyor. Benim dışımda var olan bir varlık; ama varlığı değişiyor. Onun varlığını değiştiren benim, benim düşüncem aslında. Sonra o düşünce geliyor benim ellerime çekiçle, başlıyorum işlemeye. O değişiyor. O değiştikten sonra ben de aynı kalamıyorum. Mümkün değil. Onu değiştirmiş, etkilemiş bir insan olarak sen de ondan etkilenmeye başlıyorsun. Taş senden etkileniyor, sen ondan… derken bir macera başlıyor. Mesela, taş bir yerde direniyor. İçinde bir demir damarı çıkıyor, sert. Orayı yontamıyorsun. Zorlayınca kırılıyor. Bir bakıyorsun içinden bir form çıkmış rastlantısal olarak. Taş seninle konuşmaya başlıyor. “Bak, beni dinle,” diyor. “Benim içimde sırlar var. Görmeyi, dinlemeyi biliyorsan açacağım sana o sırları”. Ama sen dersen ki, ben aklımdakini yapacağım, dayanırsan çekice; göremezsin o sırları.

Biz biraz da o macerayı, etkileşimi seviyoruz sanatçılar olarak. Ben öyleyim en azından, muhtemelen diğerleri de benzerdir. Evet, tabii ki bir fikir var başta, bir proje var. Ama o etkileşimin sonunda çıkan ürün bambaşka bir şey oluyor. Aklındakinin aynısı olmuyor, olmaması daha iyi aslında. Baştakine %70-80 benzeyen; ama çok daha güçlü bir ürün çıkıyor ortaya. Daha yaşamın içinde. Deneyselleşmiş, denenmiş. İşte deneysellik, rastlantıları yönlendirebilmek burada devreye giriyor. Felsefe de olacak, diyalektik de. Hepsi birbiriyle etkileşim halinde. Etkileşimin olmaması mümkün değil.

Heykel yapmak çocuk sahibi olmak gibi. Dünyaya gelene kadar sana ihtiyacı var heykelin. Sonra alıcısıyla, izleyicisiyle ilişkiye geçiyor. Başta bahsettiğim o varlık tabakaları, irreel tabakalar, her insan tarafından farklılıklarla algılanabilir. O, onun iletişimi, derinliği. İzleyicide de derinlik olacak ki, iletişim içine girebilsin.

Bazı insanlar onu anlamayabilir, onun hakkında bir şeyler söyleyebilir… bu o çocuğun varlığını değiştirir mi? Değiştirmez. O biraz da insanların duruşu, kişiliği ve davranış biçimleriyle ilgilidir. Biz yapacağımızı yapıyoruz, gerisiyle pek ilgilenmiyoruz. Bunları düşünürsen sanat olmuyor zaten. Birilerine beğendirme kaygısıyla yapınca, o da estetikle ilgili bir şey olmuyor, ayıp oluyor! Önce benim beğenmem önemli. Ben beğeniyorsam, içim rahatsa, o değerini bulacaktır.

Türkiye’deki fotoğraf veya fotoğraf sanatı hakkında ne düşünüyorsun? Örnekler sana neyi çağrıştırıyor? Benzer eksiklikleri orada da görüyor musun?

Heykellerimin fotoğraflarını; amatör, artistik bir şekilde çekecek birini bulamadığım için biraz fotoğraf öğreneyim dedim. Elbette bir profesyonel kadar olmayacaktır benimki ama, kendi işlerimde anlattığım duygu bari kaybolmasın fotoğraflarda.

İyi bir fotoğrafçı olmak kolay değil. Fakat sanatlar içinde değerlendirecek olursak bir heykeltraş, ressam, müzisyen veya edebiyatçı olmaktan daha kolay. Kolay sanatçı olmak isteyenler fotoğrafla daha fazla ilgileniyor. Sonuca varmak ise, kişinin kendini yetiştirmesine bağlı, her işte olduğu gibi.

Teknolojinin gelişmesiyle fotoğraf ve fotoğrafçı sayısında bunca artış olmasına karşın, kayda değer iş oranında beklenen artış yok mu diyorsun?

Teknoloji güzel bir şey. Ama yıllardır o taşı yontan benim elimdeki teknoloji mi benim beynim mi? Bir ton teknoloji var burada. Sen onu bir kere elle yontmayı bileceksin ki, huyuna göre teknoloji kullanacaksın, yoksa kasap gibi kesmiş olursun taşı. Böyle fotoğraf çekenler de herhalde fotoğraf kasabı oluyor. Belgesel de olsa, iyi bir iş için yaratıcılık, estetik olmalı. Fotoğrafta kurgu varsa, bu da insanın yaptığı bir kurgu sonuçta. İde var en başta. Sinemaya bakalım. Resim sanatından anlamayan yönetmen de olamaz, sinemacı da bence. Çünkü dikdörtgen ya da kare, bir çerçevedir. Televizyon olsun ya da sinema ekranı; kadrajdır. O kadrajın içindeki oyuncusu; oyuncunun girişi, çıkışı, söyleyeceği tamamıyla resimdir. Resimden farklı bir şey değildir. Dolayısıyla, estetik olacaktır.

Ortaya çıkan işin estetik olarak yorumlanması? Farklı yaklaşımlar, ilk bakışta “güzel” görünmeyen, çirkin bulunan ama etkisi zamanla ortaya çıkanlar?

Estetik deyince, Antik Yunan zamanında tanımlanmış bir Afrodit’in güzelliğinden bahsetmiyorum. O çağa veya ihtiyaçlara göre değişen bir kavram, göreceli; hatta sanatçıya göre de değişir. Çirkinin de estetiği var. Mesela, Rodin’in kadınlarına veya madencilere bak, hiçbiri atletik figürler değil. Hatta yaşlı madenci kadınları, dilencileri model olarak kullanmış. Ama heykel güzel, düşünce güzel, ele alış biçimi güzel, işleme biçimi güzel, sonuç güzel. 90-60-90 bir güzellikten bahsetmiyorum, estetik o değil.

Bu diğer sanat dalları, eserleri için de geçerli mi?

Bu bütün sanat dalları için geçerli. Sadece, çiçekten, böcekten, denizden mi bahsetmeli şiirler? Hiç öfkeli olmamalı mı, öfkeden bahsetmemeli mi? Yanlışları dile getirmemeli mi? Mesela, Victor Hugo Sefiller’i yazdı. Peki Victor Hugo bunu sefilliği vurgulamak için mi yazdı? Tam tersine bir düşünceyle yazmıştır bence. Sefaletin de bir estetiği var. Tolstoy’un da, Dostoyevski’nin de, hepsinin kendine has bir estetiği, kendi yolu var. Hepsi, güçlü bir sanatçı olup kendi biçimini, kendi üslubunu güzel bir şekilde oluşturabilmekle ilgili.

Estetik ile sanat felsefesinin farkı nedir?

Estetik ve sanat felsefesini bazen karıştırıyorlar. İlişkili olduğu durumlar olabilir elbette; ama sanat felsefesi başka, estetik başka. Estetikten farklı olarak, sanat felsefesinin çok ciddi bir fonksiyonu var. Türkiye’de bugün herkes “sanatçı”. Ama sanatın da, müzikte olduğu gibi, iki türü var; eğlence kısmı, yani genel geçer şeyler ve diğerleri. Bizim işimiz için de geçerli.

Sanat felsefesi burada devreye giriyor. Hangi iş daha az sanattır, hangi iş daha fazla sanattır kısmında. Sanat felsefesinin şablonları var. Belli kuramları var. Bu şablonları alırsınız, esere uygularsınız. Kaçıncı seviyede kalıyor, ortaya çıkar. Başta bahsettiğimiz gibi reel ve irreel tabakalar üzerinden örnek vereyim. Önce, biçim. Taş mıdır, fotoğraf mıdır onu anlıyorsunuz. Sonra, irreel tabaka geliyor. İçindeki derinliklerle izleyiciyle iletişim kurabilmesi gerekiyor. Baktıkça içine çekecek, daha fazla detay, derinlik bulacak. Mesajın derinliği arttığı ve izleyiciyi işin başından ayırmadığı zaman o ürün daha fazla sanat oluyor diyor sanat felsefesi. Her sanatçının yaptığı her iş de bu kalitede olmayabilir. Dönemseldir, rastlantısaldır. Ama genelde vasatın üstünde bir kaliteyi tutturmak lazım. O dediğimiz %90-100 ise, genel olarak %70-80’in üzerinde ol, 70’lerde kal, onları yakalama şansın daha fazla olur. Çünkü tam bir formülü yok bunun. Yapınca anlaşılıyor. Çok çalışmak ve ortalamayı, çıtayı yüksek tutmak lazım.


Fotoğraflar: Koray OLŞEN

Kontrast Sayı 26, Kasım-Aralık 2011 / Fotoğraf ve Estetik

Bizi paylaşın..