Ergün TURAN | Fotoğraf Eğitimi ve Analog Kültür (35. Sayı)

Hakkari 2003, Tmax-400 (Roll film)1/125 – f/11 f: Ergün TURAN

Ben 1994-1999 yılları arasında M.S.Ü. Fotoğraf Bölümünde eğitim gördüm. O yıllarda yapılan eğitim tamamen analog teknolojiye dayanıyordu. Verilen ödevler filme kaydediliyor ve karanlık odada öğrencinin kendisi tarafından basılıyordu. Hocalara sunulan işler sadece konuya uygunluk ve içerik açısından değil aynı zamanda baskı tekniği açısından da eleştiriliyordu. 1999 yılında M.Ü.G.S.F. Fotoğraf Bölümünde akademisyen olarak çalışmaya başladım. Göreve başladığım günlerde her ne kadar zorunlu bir yöntem olsa da, günümüzde de fotoğraf eğitiminin temellerinin analog teknoloji üzerinden atılması gerektiğine inanıyorum.

Nedenine gelince; analog teknolojide sonuç hemen görülmez. Deklanşöre basıldığı anda elde edilen şey, sadece “gizli görüntü”dür. Görülebilir hale gelmesi için filmin banyo edilmesi ve fotoğraf kâğıdına basılması gerekir. Yani deklanşöre basılan an ile sonuç görüntünün görülebildiği an arasında bir “zaman aralığı” vardır. İşte bu zamansal aralık, öğrenim gören kişi açısından teknik ve estetik birikimin altyapısını oluşturur. Geçen süre ne kadar kısa olursa olsun bu zamansal aralık fotoğrafçının imgelemini kışkırtır. Çekilen fotoğrafın nasıl çıkacağına ilişkin bu beklenti, hem teknik hem de estetik anlamda fotoğrafçının kendisini yeniden üretmesine ve yenilemesine zemin yaratır. Hatalarını sorgular, yeni olasılıkların hayalini kurar. Zamansal aralığın kışkırttığı bu olanakları destekleyen diğer bir faktör de film teknolojisinin yapısal olarak sınırlayıcı etkisidir. Çekilen her bir karenin parasal olarak bir maliyeti, emek ve zaman olarak bir bedeli vardır. Bu nedenledir ki, analog makine kullanan bir fotoğrafçının görüntü karşısındaki tavrı ile dijital makine kullanan fotoğrafçının tavrı arasında kullandıkları teknolojilerin doğasından kaynaklanan temel bir farklılık göze çarpar. O da çekilen fotoğraf sayısıdır. Aynı konuyu fotoğrafladıklarını varsaydığımız da bile dijital makine kullanan fotoğrafçının çektiği fotoğraf sayısı, anolog makine kullanan fotoğrafçının çekim sayısıyla kıyaslandığında önemli bir fark yaratacaktır. Peki, neden?
Yanıt olarak üç önemli faktörden söz edebiliriz.
1) Sıfır maliyet
2)Kaydedilen görüntünün anındagörülebilir olması
3) Sonradan ayıklama ilkesini temel alması

Fotoğrafın çekildiği anda görülebilir olmasının öğrenme sürecini hızlandıracağı tezini savunanlar, aynı zamanda çok sayıda fotoğraf çekmenin de bu sürece önemli bir katkı sağlayacağına inanırlar. Bu cephedeki yaygın inanış, deneme yanılmanın en iyi öğretmen olduğudur. Ben bu görüşü fazlasıyla pragmatik buluyorum. Elbette ki dijital makineler sayesinde sonuç görüntüye hemen ulaşılabilmesi, profesyonel anlamda hizmet veren fotoğrafçılar için biçilmiş kaftandır. Bu sayede, çekim öncesinde ışık dengesini, poz hatalarını ve kompozisyona ilişkin düzenlemeleri gözden geçirmek için kullanılan polaroid tekniği hızla terk edilmiştir. Belki, ileri seviyedeki amatörler için de benzer bir kolaylıktan söz etmek mümkün olabilir. Ama yaşanan deneyimler göstermiştir ki her iki alanda uğraş veren fotoğrafçıların paylaştıkları ortak sıkıntı, çok sayıda fotoğraf çekmenin yarattığı mesleki deformasyondur. Artık bütün fotoğrafçılar, film kullanılan dönemle kıyas edilemeyecek kadar çok sayıda fotoğraf çekmekte ve daha sonra bu fotoğraflar arasından seçim yapmaya çalışmaktadır. Ayrıca çekilen bütün fotoğrafların bilgisayar ortamında yeniden işleme tabi tutulması, önceden çekim anında düzenlenmesi gereken pek çok ayrıntının (pozlandırma, kadraj, renk dengesi, kompozisyon öğeleri, perspektif vb.) kolaylıkla ihmal edilmesini getirmiş, çekim aşaması eskiz niteliğine bürünmüştür.

Fotoğraf, görsel bir disiplindir. Duygu ve düşünceler görsel bir anlatımla izleyiciye aktarılır. Bu nedenle fotoğraf alanında verilecek eğitimin temeli “görmeye” dayanır. Bu, belgesel fotoğraflar için olduğu kadar kurgusal ya da deneysel fotoğraflar için de geçerli bir prensiptir. Görme eğitimi, bir tür çoktan seçme eğitimi olamaz. Fotoğrafçı adayı, karşılaştığı ya da tasarımladığı görsel elemanları bir dil bütünlüğü içerisinde bir arada görebilmelidir. Bu bir tür “önceden görme” eğitimidir. Önceden görme, görsel elemanların bir duygu ve düşüncenin karşılığı olarak tasarımlanabilmesi becerisidir. Bu beceri, estetik birikimin yanı sıra teknik birikimi de öngörür.

Ben, bu tür bir eğitimin verilebilmesi için en uygun aracın, “görünmezlik” ilkesini esas alan analog teknoloji olduğuna inanıyorum. M.Ü.G.S.F. Fotoğraf Bölümünde ilk bir yıl boyunca verilen bütün eğitimin analog teknoloji üzerinden yürütülmesi, söz konusu bu yaklaşımın doğal bir sonucudur. Ayrıca birinci sınıfın ilk dönemi boyunca verilen bütün uygulama konularının sadece 50mm objektif kullanılarak yapılması da şart koşulmaktadır. Bilindiği gibi 50mm objektif, 35mm makine formatı için normal objektif olarak anılır ve insan gözüne eş oranla görme olanağı vermesi nedeniyle görme eğitiminin vazgeçilmez bir elemanıdır. Eğitsel açıdan bakıldığında, sıradan görmenin ötesine geçen dar ve geniş açılı optiklerin, “şekerli” optikler olarak anılmasında hiçbir sakınca yoktur. Tasarımları gereği önsel olarak, görmeyi değil şaşırmayı kışkırtırlar. Benzer bir tutum zoom optikler için de geçerlidir. Görme açısının değiştirilebildiği, dolayısıyla fotoğrafçının bulunduğu noktadan kadraj düzenlemesine izin veren bu tip objektifleri de eğitimin başlangıç yıllarında sakıncalı buluyorum. Tek bir noktadan çoklu görme açısına sahip olan zoom objektifler yerine sabit odaklı objektiflerin kullanılması, hem doğru bakış noktasının seçimi için öğrencinin hareketli olmasını şart koşar hem de söz konusu seçimin görsel anlatımdaki işlevinin vurgulanmasında etkili bir rol oynar. Böylesi bir perspektiften bakıldığında görme eğitiminin, öğrencinin sadece estetik ve teknik donanım düzeyinden değil ama aynı zamanda reflekslerinin gelişiminden de sorumlu tutulması gerektiği açıktır.

Tekrar edecek olursak, “gizli görüntü” ilkesine dayanan analog teknoloji “anında görüntü” ilkesine dayanan dijital teknolojiye oranla görme eğitiminin temel yapı taşlarının oluşturulması açısından çok daha zengin olanaklara sahiptir. Elbette ki bu değerlendirme, fotoğrafın çekim aşaması dikkate alınarak yorumlanmalıdır. Eğitimin sunum (gösterim) aşaması söz konusu olduğunda sayısal teknolojinin analog teknoloji karşısında kıyas kabul etmez bir üstünlüğe sahip olduğu su götürmez bir gerçektir.

Diğer yandan dijital fotoğrafı sadece kayıt teknolojisindeki bir yenilik (ülkemiz fotoğrafçıları arasındaki yaygın kanı budur) olarak algılamak, içeriğindeki devrimci potansiyellere gözümüzü kapamakla eş anlamlıdır. O, doğası gereği plastik bir yapıya sahiptir. Bu nedenle, iki boyutlu bir sunum alanı olan analog fotoğraf teknolojisinin hayal sınırlarının çok ötesinde yaratım ve sunum olanaklarını bünyesinde barındırır. Üniversitelerdeki fotoğraf eğitiminin sorumluluk alanlarından birisi de bu potansiyelin kışkırtılması ve açığa çıkartılması olmalıdır.

Ergün TURAN
Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi
Fotoğraf Bölümü Öğretim Üyesi

Kontrast Sayı 35, Mayıs-Haziran 2013

Bizi paylaşın..