Fotoğraf bir teknolojinin adıdır. Bu teknolojiyi haber üretmek için kullandığımızda haber fotoğrafı, doğayı görüntülemek için kullandığımızda doğa fotoğrafı, bir ürün ya da hizmeti tanıtmak için kullandığımızda tanıtım fotoğrafı, sanat üretmek için kullandığımızda sanat fotoğrafı, bilimsel araştırmaları görüntülemek için kullandığımızda da bilimsel fotoğraf dediğimiz ürünler ortaya çıkar. Yani, amacımız ne türde fotoğraf üretmekse, o amaca uygun ekipman, teknik ve yaklaşımları kullanırız. Dolayısıyla tüm fotografik yaklaşımlar için tek bir genelleme yapıp, hepsini aynı kefeye koymak doğru değildir. Tüm fotografik yaklaşımlar için “fotoğraf şöyledir, fotoğraf böyle olmalıdır” gibi söylemler her zaman gereksiz, bu şekilde konuşanlar da “dar görüşlü” ya da “cahil”dir. Fotoğrafın bu geniş kullanım alanları içinde herkes kendine uygun bir ya da birkaç kulvar seçer ve bu yönde kendini geliştirir, ürünler verir. Ama ilginçtir ki, özellikle dernek ortamlarında eli yüzü düzgün fotoğraflar üretmeye başlayan hemen herkes kısa bir süre içinde başımıza “usta fotoğrafçı” kesilir ve sınırlı bilgisiyle ahkâm kesmeye başlar: “O öyle olmaz, doğrusu budur” şeklinde… Herkesin bilgisini diğerleriyle paylaşması çok güzel bir şey olsa da, bunu söyleyiş şekli, kullanım ortamı ve üretilen fotoğrafın alanı çok önemlidir. Örneğin belgesel tarzda fotoğraf üreten bir kişinin, deneysel sanat fotoğrafı peşindeki bir gence söyleyebileceği fazla bir şey yoktur, olmamalıdır.
Fotoğrafın dijitalleşmesi sürecinde önemli değişimler yaşandı. Kullanılan ekipman, baskı teknikleri ve beğeniler tümüyle değişti. Fotoğraf çekmek çok kolaylaştı ve bunun sonucunda da çok yaygınlaştı. Fotoğrafın kullanım ve paylaşım alanları da çok genişledi. Artık insanlar tek bir tür fotoğrafın peşinde koşmuyorlar. Literatürümüze “Facebook pozu” ya da “Instagram fotoğrafı” gibi kavramlar da girdi. Cep telefonuyla fotoğraf çeken pek çok kişi kendini “mobil fotoğrafçı” olarak adlandırıyor. Fotoğrafçı olmadıklarını itiraf eden sanatçılar, eserlerinde fotoğrafı kullanabiliyorlar. Gazete ve dergiler, hiçbir fotoğraf eğitimi almamış elemanlarını habere gönderebiliyorlar…
Bütün bu değişimlere paralel olarak “görüntü işleme” programları gelişti ve fotoğraf yaşamımızın vazgeçilmezleri arasına girdi. Bu süreçte “fotoğrafa müdahale edilmeli mi, edilmemeli mi? Edilirse ne kadar edilmeli?
Her müdahale manipülasyon mudur?” gibi sorularla çok sık karşılaştım ve karşılaşmaya da devam ediyorum. Keşke bu tür soruların yanıtları “Evet” ya da “Hayır” gibi kısa ve kolay anlaşılabilir olabilseydi. Açıklama gerektiren yanıtlar ne yazık ki kısa olamazlar, ama kolay anlaşılabilir olmalarını sağlamanın bir yolu her zaman bulunur…
Sonuçta, tam bir yeme-içme ülkesinde olduğumuzu düşünerek fotoğrafı “yemeğe” benzetmenin herkesin anlayabileceği bir yaklaşım olduğuna karar verdim…
Fotoğraf üretimini “yemek yapma”ya benzetiyorum, çünkü yemek yapmak için de pek çok araç gereç kullanılıyor: Fotoğraf makinesi yerine tencere, objektif yerine tencere kapağı, ışık yerine ateş, kağıt yerine tabak kullanılıyor. Bu tencerenin içine ne atarsanız, onu pişiriyorsunuz. Kimi yemek için düdüklü tencere, kimisi için kazan gibi derin tencere, kimisi için de pilav tenceresi gibi yüksekliği az tencere gerekir. Bazı yemekler için tencere değil tava gerekir. Kimi yemekler kızgın ateşte birkaç dakikada pişerken, öyle yemekler var ki kısık ateşte saatlerce pişmesi gerekir. Bazı yemekler çiğ yenirken, bazıları birkaç değişik işlemden geçtikten sonra yenebilir hale gelir. Bazı aşçılar çok pişmiş yemeğin daha iyi olduğunu öne sürerken bazı aşçılar da az pişmişin makbul olduğuna inanır. İşe böyle baktığınız zaman çok fazla değişkenin olduğunu ve doğru söz söylemenin ne kadar zor olduğunu daha iyi görürsünüz.
Bir aşçı bütün bu malzemelerle uğraşıp da işine bütün bilgi birikimini ve emeğini katarken kaç kişinin aklına “Hangi marka tencere kapağı kullanıyorsunuz” gibi bir soru gelebilir?
Yemekle uğraşanların aklına gelmiyor, ama niyeyse fotoğrafla uğraşanların aklına geliyor! Kimi aşçı uzun sürede pişen yemekleri sever ve mutfağında fazla zaman geçirirken, kiminin de eli hızlıdır ve 5 dakikada pişen yemekler yapıp mutfakta fazla zaman harcamak istemez.
Kimi yemekler hızlı üretilir ve hızlı tüketilir; genel olarak “fast food” olarak bilinirler. Mobil fotoğrafçılık olarak adlandırılan, akıllı telefonlarda üretilip yine akıllı telefonlarda tüketilen fotoğrafçılık türünü bu gruba sokabiliriz. Aperatif yani iştah açıcı olarak doğa fotoğrafçılığının uygun olduğunu düşünüyorum: Ortaya çıkan işlerin iştah açıcı olmasından hareketle…
Ana yemek olarak haber ve belgesel fotoğrafçılığı uygun seçim olacaktır. Ne de olsa en çok üretim yapılan alan, ayrıca malzemesi de et! Salata ve turşu gibi her türlü yemekle birlikte tüketildiği gibi tek başına da yenebilen yemekler ise kanımca tanıtım fotoğrafçılığına karşılık gelir: Neredeyse her yemekle birlikte karşımıza çıktıkları için…
Sanatsal nitelikli fotoğraflar elbette tatlı sınıfını oluşturacaktır. Hem deneysel hem de kavramsal lezzetlere ulaşılabildiği için (hanım göbeği, dilber dudağı gibi örneklerden hareketle…). Burada yer veremediğim diğer fotoğraf alanlarını da kendi hayal gücünüzle uygun bir yemek sınıfıyla denkleştirebileceğinizi düşünüyorum.
Manipülasyon ya da fotoğrafa müdahale dediğimiz şey bu yemeklerin tadı, tuzu, biberidir… Eğer çektiğiniz fotoğrafa hiçbir şekilde müdahale etmezseniz, bu yemeği sade sevdiğiniz anlamına gelir. Ama biraz tuz, karabiber, kırmızıbiber, nane, kimyon, kimi zaman sirke, zeytinyağı, limon, tatlılar için de şeker, tarçın gibi eklentiler yapılmadan ortaya lezzetli yemekler çıkabilir mi? Yanıt basit: HAYIR! Yapıtlarını hayranlıkla izlediğimiz Henri Cartier-Bresson, Sebastiao Salgado gibi isimlerin fotoğraflarının çekildiği gibi basıldıklarını mı sanıyorsunuz? Bu ve benzeri isimlerin fotoğrafları, karanlık odada yeniden yorumlayarak baskıları yapan karanlık odacıları sayesinde en mükemmel değerlerine ulaşmışlardır. Eugene Smith, Edward Weston gibi ustalar ise kendi baskılarını kendileri yorumlayarak basıyorlardı. Ami Vitale, Marcus Bleasdale gibi günümüzün önemli belgesel fotoğrafçıları ise arkalarındaki ekibin, dozunda Photoshop müdahaleleri ile var olabiliyorlar.
Burada yer verdiğim isimler yalnızca belgesel nitelikte çalışan fotoğrafçılardan bir kaçı. Bunlara tanıtım, sanat ya da diğer alanlarda ürün veren ve Photoshop’u “başkalaştırmak amacıyla” yoğun biçimde kullanan isimleri katmıyorum bile…
Her fotoğrafın görsel bir lezzeti vardır ve bunu yemekler için kullandığımız “damak tadı”na benzetebiliriz. Bir ana yemeğin az pişmiş olması, ya da az tuzlu olması, ya da yağsız olması onu nasıl “tatsız”, “kötü pişmiş” ya da “perhiz tabağı” sınıfına sokuyorsa, çekildikten sonra hiç işlem görmeyen fotoğraflar da benzer şekilde “olmamış” ya da “bitmemiş” fotoğraflardır. Elbette çok fazla müdahaleye uğrayarak “çok tuzlu”, “yanmış”, “çok ekşi” yemekler de vardır. Amatör arkadaşlarımızın son yıllarda fotoğraf paylaşım sitelerindeki HDR uygulanmış fotoğraflarını bu tür yemeklere benzetebiliriz.
Önceki paragrafta dile getirdiğim tuz, karabiber, kırmızıbiber, nane gibi eklentilerin her birini fotoğraftaki kontrast, renk, parlaklık, keskinlik, köşe kararması gibi kavramlarla özdeşleştirebiliriz. Bu tür son dokunuşları yapmadan fotoğraf “bitmiş olmaz”. Bir şeyleri eksik kalır. Bu eksiklerle yaşamak isteyenler için söyleyecek sözüm yok, ama toplumun büyük bölümünün kabul ettiği ortak bir damak zevkimiz var. Çektiğiniz fotoğrafta eğer bazı eksiklikler olduğunu düşünürseniz ve bu olumsuzlukları ortadan kaldırmak için fotoğrafınıza müdahale etme gereği duyarsanız, bütün yapmanız gereken kendi damak zevkinize güvenmektir.
Kontrast Sayı 38, Kasım-Aralık 2013
Emre İKİZLER
Marmara Üniversitesi GSF Fotoğraf Bölümü