Ceyda TAŞDELEN | Tarih ve Kültürle Yoğrulan Topraklar: GÜNEYDOĞU ANADOLU (17. Sayı)

Attığınız her adımda, tarihin ayak izlerine rastlarsınız buralarda ve aldığınız her solukta, geçmişin tadı kalır damağınızda… Esen rüzgârlar anlatır gerçekleri bu topraklarda. Burası Güneydoğu, medeniyetin beşiği, kültürlerin kaynaşma yeri. Burası kendini anlatan, insanın içine işleyen toprakların diyarı… Burası göz yaşartıcı, yürek yakıcı ve bir o kadar da büyüleyici, ezici, güçlü topraklar…

Eğer niyetlendiyseniz bu toprakları tanımaya, zorlu bir yolun ilk aşamasını geçmişsiniz demektir. Bundan sonra sizi bekleyen ilk soru, “Gerçekten tanımak, anlamak mı istiyorum bu toprakları; yoksa sadece gezip görmek, görmüş olmak mı?” olmalı. Bu soruya vereceğiniz cevap, bu gezinin belki de dönüm noktası olacak. Eğer sorunun ikinci bölümü sizin için uygunsa, o zaman bir paket tur bulup gezmiş olun mutlaka bu bölgeyi; ama ilk kısmı size uygunsa, içinizdeki gezgine kulak veriyor ve onu canlandırmaya hazırlanıyorsunuz demektir. Güneydoğu, öyle tur ajanslarının düzenlendiği 7-10 günlük gezilerle gezilip bitirilecek, anlaşılıp öğrenilecek bir bölge değildir.

Evet, rehber kitaplarınız, haritalarınız var; evet, 7-10 gün içinde tüm bu yerleri gezecek şekilde plan da yaptınız ve çok da düzenli, organize bir kişiliğiniz var… Evet, olabilir ama eğer içinizde gezginlik varsa; hissederek fotoğraflamak, gezdiğiniz yerlerin, gördüklerinizin ruhunu fotoğrafınıza bir nebze de olsa yansıtmak istiyorsanız eğer, sesime, sözüme kulak verin derim. Öncelikle, rehber kitaplarda, dergilerde vs. yazan, önerilen yerleri gezin; evet hepsi de mutlaka görülmesi gereken yerler ama sonra keşfe çıkın. Gittiğiniz kent Urfa’ysa eğer; Balıklıgöl’ü, kaleyi, camileri, Harran’ı gezip görebilirsiniz ve bir de Haşimiye Çarşısı’nı gezer, Gümrük Han’da mırranın tadına varırsınız; eh olmazsa olmaz, bir de sıra gecesi yaparlar elbette, ya sizin konakladığınız otelde ya da başka bir restore edilmiş konakta…

Evet, böylece Urfa’yı gezmiş olursunuz ama Urfa’yı tanımış olmazsınız, daha anlamamışsınızdır o toprakları. Sizler için sahnelenen oyunu izlemiş, evinize dönmüşsünüzdür. Hâlbuki ara sokaklara dalmadan, insanlarıyla sohbet etmeden, Arap halkının eğlenceli kişilikleriyle karşılaşmadan, Kürt ya da Arap köylerinde misafirperverliğin ne demek olduğunu anlamadan, pırıl pırıl kıyafetlerin giyilip uzun halayların çekildiği düğünlere katılmadan, eski mahallede bir evin damına çıkıp da kuş karıştırmayı izlemeden, bir mağarada sadece erkeklere özel yapılan ve yabancı alınmayan gerçek sıra gecelerine ne yapıp edip girmeden, Harran’ın turistik evlerini gezdikten sonra basıp gaza Solmatar ve Şuayip köylerine gidip tarihle iç içe yaşanan yoksulluğu görmeden, çocukların bir anda topraktan biterek çoğaldıklarına, yoksulluk içinde ne kadar mutlu olduklarına tanıklık etmeden, Göbekli Tepe’ye gidip dünya tarihini alt üst eden kazıya eşlik etmeden; yani Urfa’yı yaşamadan anlamış olamazsınız bu toprakları.

Peki ya Mardin, Midyat? Farklı mı sanırsınız küçük yer diye? Gezersiniz bir-iki gün, biter mi sanırsınız; bitmez… Bir defa sapsarı evlerin ve Mezopotamya’nın dili vardır bu kentte. O sizinle konuşmadan, onun sesini duymayı öğrenmeden tanıyamazsınız Mardin’i, Midyat’ı. Görürsünüz, gezersiniz elbette; içersiniz şarabından, Süryanileri anarsınız, yersiniz kaburgasından, seversiniz yerel lezzetlerini. O yüksek tavanlı butik otellerinde kalarak, düşlersiniz geçmişi belki bir nebze ama zaman ayırmazsanız, bu kentin gerçekten ne demek istediğini anlamazsınız inanın. Mardin’i ve Midyat’ı görmekle de bitmiyor ki burası; peki ya sonrası, köyleri, o köylerde yatan tarih, kültür… Dilini bile bilmediğin insanların ekmeğini paylaşırsın bu topraklarda; seni anlamayan, neden orada olduğuna akıl sır erdiremeyen çocuklarla oyuna dalarsın harabelerin arasında. Ya manastırları, kiliseleri, Dara’sı, Savur’u, Nusaybin’i; peki ya Hasankeyf, Batman, Diyarbakır, Gaziantep…

Haydi hepsi bir yana, Adıyaman’a varıp Kahta ilçesinde konakladınız; ya sabah çıktınız Nemrut’a ya da akşam…
Ya gündoğumunda izlediniz Tanrı başlarını ya da günbatımında. Peki, duyabildiniz mi Antiochos’un anlattıklarını; içten içe dalga geçişini, böbürlenmesini hissedebildiniz mi içinizde? Arsemia’da gezerken yazıtlara dokunup, kralın giyinik, Tanrı’nın çıplak olduğu kabartmayı gördüğünüzde birileri fısıldadı mı kulağınıza o günleri? Gerçekten anlamak isteyenlere açar kendini bu topraklar; anlatır yaşananları rüzgârıyla, toprağıyla, yağmuru, güneşi, insanıyla… Sadece emek harcamanızı bekler, zaman ayırmanızı, gerçekten tanımayı istemenizi bekler…

Çekim Önerisi:

Şanlıurfa: Özellikle portre çekimleri için son derece uygun bir coğrafyadır. Halk, fotoğrafını çektirmeye yatkın. İyi diyalog kurduğunuz sürece, istediğiniz hemen herkesin size fotoğraf çekmeniz için izin vereceğini göreceksiniz. Gölgelerden kaçınmak için reflektörünüzü yanınızda bulundurmanızı tavsiye ederim. Ayrıca Balıklıgöl ve çevresinde yer alan tarihî merkezin dışında eski kentin ara sokakları da çocukları ve eski mimari dokusuyla fotoğraf çekimleri için farklı bir plato oluşturuyor. Harran da özgün mimari dokusunun yanı sıra içinde bulunduğumuz dönemdeki günbatımlarında ve mavi saatte son derece güzel siluet fotoğrafları verir. Urfa’ya gitmişken Birecik ve Halfeti’ye uğramadan, Fırat’ın yönü değiştirilmiş sularının altında kalan zenginliklerimizi fotoğraflamadan dönmeyin derim. Ayrıca zaman sorununuz yoksa mutlaka Halfeti’de motor kiralayarak Fırat üzerinde tura çıkın ve Rumkale ile özellikle yarısı sular altında kalan Savaşan Köyü’nü görün. Ummadığınız fotoğraflar sizleri bekliyor olacak.

Mardin: Mardin, özgün mimari dokusu ile herkesin aklına kazındığı gibi fotoğraflarımıza da kazınmıştır. Özellikle bu dönemde günbatım ve doğumlarında müthiş renkler sunan bu yapıların fotoğraflarını yakalamak için biraz yorulacaksınız ama değecek. Birbirinden farklı alanlarda birbirinden ihtişamlı yapıların hepsini fotoğraflamak isterseniz, bu bölgeye epey zaman ayırmanız gerekecek. Eğer gündoğum ve batımında kaçırdığınız yerleri farklı saatlerde çekmeyi tercih edecekseniz, model kullanarak baskın sarı tonunun önüne geçmeyi ve fotoğrafınızı farklı kılmayı deneyebilirsiniz. Midyat, Savur ve Dara da Mardin gibi özgün mimarisi ve tarihî kalıntılarıyla sizleri bekliyor olacak. Bu bölgelerde özellikle halktan mankenler kullanmayı denerseniz, fotoğraflarınız çok daha anlam kazanacaktır; yaşlılar bu konuda en büyük yardımcınız olacaktır. İnsan-mekân ilişkisi kurabileceğiniz bu fotoğraflarınızla belgesel arşivinizi zenginleştirebileceğiniz gibi burada pek çok insan ve mekân size, foto röportaj fırsatı da sunacaktır; gözünüz açık olsun…

Gaziantep: Antep, lezzet ve tarih diyarıdır benim için. Fotoğraf dendiğinde Antep’te öncelikli rotanın ise Bakırcılar Çarşısı olması gerektiğini, orada zanaatların peşine düşülmesi gerektiğini düşünmekteyim. Ayrıca Antep, kent merkezinin tüm cazibesi ve güzelliği dışında kent dışındaki antik kentleriyle de bilinmeyi hak ediyor. Zeugma dışında çok da fazla duyulmamış olan Dülük Antik Kenti ve Yesemek Açık Hava Müzesi, Antep’te farklı fotoğraflar peşinde olan gezginleri bekliyor. Özellikle Dülük Antik Kenti’nde yer alan kaya mezarları, ek ışık kaynağı gereksinimi duymanıza neden olacaktır; hazırlıklı gitmenizi, en azından yanınızda mutlaka reflektör bulundurmanızı tavsiye ederim.

Adıyaman: Adıyaman daha çok doğa ve tarih meraklıları için bir fotoğraf cennetidir. Herkesin tahmin edeceği üzere Nemrut’a ya gündoğumu ya da batımında gitmek hem seyirlik hem de fotografik açıdan uygun olacaktır. Bunun dışında, özellikle kış günleri son derece sert rüzgârıyla fotoğraf çekimine izin vermeyen Karakuş Tümülüsü, mutlaka görülmesi gereken yerlerden biri. İçinde bulunduğumuz aylarda burada yer alan sütunların etrafı bin bir çeşit çiçekle bezenmiş olacağından, fotoğraf için de oldukça uygun koşullar sunacaktır. Buraya çok yakın olan Cendere Köprüsü de bir başka çekim alanıdır. Ayrıca Kommagene Krallığı’nın başkenti Arsemia Ören Yeri de son derece etkileyici heykel ve kabartmalarıyla fotoğraflarınızı zenginleştirecektir.


Ceyda TAŞDELEN

Kontrast Sayı 17, Mayıs-Haziran 2010

Bizi paylaşın..