Ceyda TAŞDELEN | Fırat Nehri’nin Yüreğine Yolculuk (21. Sayı)

“Tanrım!
Ömrümde bu denli gerçekdışı bir şey görmedim.
Ve dışarıda, toprağın bu açılıp temizlenmiş bölgesini
çevreleyen sessiz arazi, sanki sabırla bu akıl almaz işgalin
bitmesini bekleyen tıpkı kötülük ya da gerçek gibi ulu ve yenilmez
bir şey olduğunu düşündürüyordu bana…”

Joseph Conrad – Karanlığın Yüreği

Güneydoğu’ya erken inen bahar sabahlarından birisine uyanıyor ve heyecanla hazırlanıp çıkıyorum otel odamdan. Şanlıurfa’nın gizem dolu topraklarında yaptığımız dört beş günlük keyifli gezinin ardından, yine yollara düşecek ve bu gezinin en merak ettiğim kısımlarından birisine geçecek olmamızın heyecanıydı, sabahın bu erken saatinde beni yataktan zımba gibi kaldıran. Oteldeki kahvaltıyı bile pas geçerek yollara düşüyor ve sadece bir saat sonra Halfeti’de buluyoruz kendimizi. Yeni Halfeti karşılıyor ilk önce bizleri. Birbirinin benzeri, sıradan betonarme yapıların yer aldığı Yeni Halfeti, barajın getirdiği sularla evlerini ve tarlalarını kaybeden insanları ağırlıyor. Bölgenin mimari dokusu bir yana itilerek yapılmış bu evlerde yaşayanların, eski evlerini ve kıyı boyu yerleşimlerini özlediklerini tahmin etmek çok da güç değil. Yeni Halfeti’den beş on dakika sonra, bir sahil kasabasına inercesine virajlı yoldan ilerlemeye başlıyoruz. Hz. Musa’nın asası değmişçesine ayrılıyor dağlar ve aniden önümüzde beliriyor Fırat.

Aracımızı park ettikten sonra, uykulu gözlerini bizlerin yüzünde açmaya çalışan tekne sahipleri ve esnafa “Merhaba,” dememiz yetiyor. Çay ve kahvaltı teklifleri, onların kışın ardından yabancı ağızlardan duyacakları sözlere olan ihtiyaçlarını, bizimse ilk ağızdan dinleyeceğimiz Halfeti’nin tarihine ve bugününe ilişkin açlığımızı doyurmak için yeterli oluyor. Hemen, Fırat’ın üzerine kurulmuş tahta iskelelerden birisinde bulunan restoranın yolunu tutuyor, bir yandan demli kaçak çaylarımızı yudumlarken, diğer yandan Halfetililerin ağzından, yaşananları dinliyoruz. Biri diyor ki, “Çok şükür; zor günlerden geçtik ama şimdi memnunuz hâlimizden…” diğeri, “Şu karşıyı görüyor musunuz? Orada benim meyve bahçem vardı. Daha hasadımı yapamadan suyu boca ettiler üzerine. Hâlâ ciğerim yanıyor; öyle özlüyorum ki o günleri…” Bir başkası hemen lafa giriyor, “Tarih yatıyor aşağıda hanımefendi. Bizim ve geçmişin tüm yaşantısı, anılarımız, sizin oturduğunuz şu iskelenin hemen altında yatıyor.”

Söylenecek öyle çok söz varken sessizlikle buluşuyoruz bir anda. Sözlerin işlemediği, gerçekliğin bir çığ gibi üzerimize yığıldığı bir andan geçiyoruz. Kendimi Kongo Nehri’nin kıyısında, yerlilerle sohbet eden Marlow¹ gibi hissediyorum. Aramızdaki tek fark, benim kullanılan dili bilmem; ama ne faydası var ki yine de farklı dünyaların insanlarıyız işte. Onlar yaşayanlardan, bense izleyenlerden sadece birisiyim… Çok uzaklarda bulduğum benliğimi sarsarak tekrar bugüne dönüyor ve biraz da onların eskiyi hatırlayarak üzülmelerine engel olmak istercesine, “Peki, tüm yaşananların getirisi olarak, artık burada turlar düzenliyor, teknelerinizle Fırat’ın üzerinde insanların gezmesini sağlıyorsunuz. Biz de bu keyfi tatmak isteriz.” deyince, Bekir Amca hemen ayağa kalkıyor ve “Teknem hazır; buyurun gidelim. Yalnız, esinti var; üzerinize kalın bir şeyler almadan gelmeyin.” diyor. Hemen öğüdünü yerine getirip, teknedeki yerlerimizi alıyoruz.

Fırat’ın Sesi

Bekir Amca’nın motoru çalıştırmasıyla uzaklaşmaya başladığımız Halfeti, her şeye rağmen direnen güzelliğini sergiliyor ardımızda. Dağın yamacından sulara doğru inen, sarı taştan, çatısız bu evler ve konaklar aralarında bulunan ağaçlarla burada hâlâ yenilmez bir şeyler olduğunu hissettiriyor insana. Ardımda kalanı bir yana bırakıp, önüme bakmaya başlıyorum. Yemyeşil akıyor Fırat ve sağlı sollu sarı, çorak tepeler sarmalıyor her yanımızı. Öğle güneşi, bu topraklarda yaşananları anlatırcasına yansıtıyor tüm dağları Fırat’ın üzerine. Dipsiz bir sessizlikte, Fırat’ın yüreğine doğru yol aldığımı hissediyorum o anda. Konuşuyor Fırat, önümden akıp giderken; bana geçmişi, yaşananları, yaşanmışları anlatıyor sezdirmeden. Kimi zaman rüzgârı katıyor yanına kimi zaman gölgeleri. Anlatıyor geçmişi…

“Ben sularımı akıttım bu topraklardan, insanoğlu kültürünü. Asur Kralı Salmanassar gelene kadar Şitamrat derlerdi buralara. O günlerde de insanlar sularımla tarlalarını yeşertir, barış içinde yaşar giderlerdi. Sonradan çok medeniyet gördüm, çok farklı diller işittim bu topraklarda. Süryaniler, Bizanslılar, Araplar, Mısırlılar, Persler; kimleri görmedim ki burada. Hepsi bu toprakları işledi, kendinden bir iz bıraktı buralarda. Ben, geçerken buralardan, yavaşlar, azgın sularımı dinginleştirir; onların yaptıklarına saygı duyarak akar giderdim kendimce. Sonra, sularımı dizginleyemeyeceğim kadar çoğalttılar; biriktirmek ve farklı yerlerde kullanmak için baraj yaptılar üzerime. İstemezdim ama bin yıllardır birlikte yaşadığım tüm o medeniyetleri şimdi yüreğimde, içimde, sularımın altında barındırmaktayım üzülsem de…”

Sürreel Bir Köy: Savaşan Köyü

Fırat’ın sesini yanıma kattığım yolculuğumuzun ilk durağı Savaşan Köyü önüne geldiğimizde, tüm gerçekler anlamını yitiriyor; gerçeküstülük sarıyor her yanımı. Bildiklerimden arındığımda, yarısı sular altında kalmış evler ve sadece minaresi gözüken bir cami ile “rağmen direnmek” uğruna kıyıya inmiş evinin üzerine “Aile Çay Bahçesi” yazmış olan kadın, bana bir romanın gerçek dışı satırlarından fırlamış gibi geliyor. Birecik Barajı’nın getirdiği suların neler götürdüğünü anlatmak için kurgulanmış bir sahne sanki karşımda duran. Suyun üzerine bir yüzü yansıyan bu evler ve kıyısında yaşamını sürdürmeye çalışan insanlar, mantık sınırlarını zorlayan bir hayatın sessiz aktörleri aslında.

Bir Havarinin Anılarını Gizleyen Rumkale

Daha Savaşan Köyü’nün üzerimde yarattığı duygulardan sıyrılamadan, karşıma çıkıyor tüm görkemiyle. Fotoğraflardan, belgesellerden izlediğim Rumkale, Fırat’ın sularının üstünden kendisine doğru çekiyor bizleri. Türkiye’nin en görkemli kalelerinden birisi olarak söylenegelen Rumkale’nin yapım tarihi tam olarak bilinemiyor. Halfeti ile aynı tarihi geçmişi paylaşan kaleye dair en etkileyici söylence ise Hz. İsa’nın havarilerinden Johannes’in Roma döneminde Rumkale’de gizlenerek, kayadan oyma bir evde İncil’in nüshalarını çoğalttığına ilişkin olanı.

Yapıldığı dönemi az çok bilmesem, günümüz teknolojisiyle inşa edilmiş diyeceğim kadar düzgün kesilmiş yekpare kaya üzerine yapılmış olan dış surlar, içinde binlerce yıllık geçmişi gizliyor. Dış koşullar ve insan faktörüne rağmen direnebilen kimi yapıları görmek ve gezmek mümkün. Roma-Bizans ve Osmanlı döneminden izler barındıran Rumkale, Fırat Nehri ile Merzimen Çayı’nın birleştiği noktada stratejik amaç güdülerek kurulmuş besbelli.

Bu inanılması zor yolculuğun dönüş yolunda kabuğuma saklanıyor, sağlı sollu yanımda uzanıp giden dağların üzerindeki el yapımı mağaraları izliyorum. Suyun olduğu yerde filiz veren kültürleri düşünüyorum. Sayesinde yeşeren medeniyetlerin şimdi üzerinden akıp giden Fırat, üzgün, sessiz ve hüzün dolu… Yine güzellikleri paylaştırıyor insanlara ama onun sayesinde doğan medeniyetler şimdi onun yüreğinde gizlenmiş, belki de bin yıllar sonra açığa çıkmak için bekliyorlar…

Nasıl Ulaşılır?: Şanlıurfa ya da Gaziantep havaalanlarından araç kiralayarak ya da otogardan otobüslere binerek rahatlıkla ulaşabilirsiniz.

Görmeden Dönmeyin: Rumkale’ye ulaştığınızda iskelesinde inip, zorlu olsa da tırmanmayı ve özellikle Aziz Nerses Kilisesi’ni, Aziz Barşavma Manastırı’nı, tarihi su kuyusunu ve anıt mezarı görmeden dönmeyin.

Nerede Konaklanır?: Halfeti’de bir iki konak, pansiyon olarak işletiliyor ve bir de belediye misafirhanesi mevcut. Buralarda yer bulamazsanız en yakın yerleşim yeri olan Birecik ve Şanlıurfa’da konaklayabilirsiniz.

Dipnot

  1. Marlow: Joseph Conrad’ın “Karanlığın Yüreği” isimli romanında yer alan başkarakter.

Ceyda TAŞDELEN

Kontrast Sayı 21, Ocak-Şubat 2011

Bizi paylaşın..