Bora ÇEKİÇ | Kısa Film: Antrenman Sahası (24. Sayı)

Sinema için söylenebilecek en kısa tanım şudur: Devinim! Birbirini takip eden karelerin izleyiciler tarafından devinim olarak algılanması üzerine kurulu olan ve yedinci sanat olarak kabul edilen sinema uzun bir tarihe sahiptir.

Aslında, tüm hikaye Lumière kardeşler ile başladı. Louis Lumière, kendini ilginç icatlar yapmaya ve bir şekilde gündelik hayatı belgelemeye adamış bir kişi olarak, kardeşinin de yardımlarıyla, “sinematograf” adını verdiği garip aletle 28 Aralık 1895 günü, sinemanın başlangıcı olarak kabul edilen bir gösteri yaptı. Bu gösteri beyaz bir perdeye, buharlı trenin istasyona girişini gösteren, çok kısa bir görüntünün yansıtılmasından ibaretti. Ancak, gösteri sırasında ön sırada oturanların, “tren üzerimize geliyor, imdat!” feryatlarıyla kaçışmaları bunu bir efsaneye dönüştürdü. Sinematografın yanı sıra, özellikle 19. yüzyılda, hareketli resim yaratmak için birçok aygıt icat edilmişti. Bunlar birbirinden çok farklı şekillerde ve işlevlerdeydi. Bu konuda yapılan çalışmalar o kadar zengindi ki, “sinema arkeolojisi” adı verilen bir disiplinin oluşmasına neden oldu. Bu aygıtların en kötü tarafı çok kısa süreli gösterimlere olanak tanıyor olmasıydı. Ancak, Lumière kardeşlerin icadı olan sinematograf bu süreyi bir nebze de olsa uzatmayı ve izleyicileri gösterimin yapılacağı mekanda daha uzun süre tutmayı başarmıştı.

Zaman ilerledikçe, Lumière kardeşler, bu işten fazlasıyla para kazanabileceklerini anlamışlardı. Her geçen gün gösterim sayısını artırıyor ve gündelik hayattan kısa enstantaneler çekmeye devam ediyorlardı. Örneğin; işçilerin bir duvarı yıkmaları, bir fabrikanın mesai bitimindeki görünümü… Bunu, ilginç buluşları sinematografı dünyanın dört bir yanına gönderip, farklı mekanların görüntülerini çektirip, izleyicilere sunmaları izledi.

O sırada, bu gösterilerden çok etkilenen George Méliès adlı bir sihirbaz, sinemanın büyüsüne kapılıp, tüm kazancını yatırdığı bir stüdyo kurup filmlerini çekmeye başladı. Méliès hakkında ilginç iddialar sözkonusudur. Bir iddiaya göre 400, bir başkasına göre ise 700 film yapmıştı. Bunlardan en önemlisi 12 dakika süren, “Aya Seyahat” adlı 1902 yapımı filmidir. Anlatı sinemasının ilk önemli yönetmenlerinden biri sayılan Méliès, sinema tarihi açısından önemli bir ikondur. Anlatı sineması diyoruz; çünkü Méliès’nin filmleri, Lumière kardeşlerinki gibi sadece gündelik hayattan ya da ilginç mekanlardan oluşan kareler değil; içinde bir öyküsü olan, izleyicilere bir şeyler anlatmak için yapılmış kısa filmlerdir.

Görüldüğü üzere, şunu demek bizleri çok büyük bir yanılgıya düşürmez: Sinema tarihi, teknik yetersizlikler ve teknolojinin henüz ciddi bir atılım içinde olmamasından ötürü kısa film ile başlamıştır. Bu aşamalar geçilip, film süreleri uzamaya başlayınca sinemanın endüstrileşmesi de hız kazanmış ve günümüze değin ulaşmıştır. Buna karşılık, kısa film özellikle şu iki kavram üzerine kurulmuştur: sinema endüstrisi dışında olma ve sinemanın sanat olduğunu vurgulama.

Kısa film nicelikten çok, nitelik üzerine kuruludur. Yönetmene kapıları sonuna kadar açık olan, sonsuz bir özgürlük sunar. Tüm sınırları ve biçimleri zorlayabilir ya da aklınıza gelen en basit ve tanıdık bir hikayeyi, özellikle sanat dilini kullanarak başkalaştırabilir, izleyenleri kısa yoldan etkileyebilirsiniz.

Kısa film için söylenebilecek bir diğer önemli konu ise, asla ticari kaygılar gütmeden yapılabilecek olmasıdır. İşin içinden gişe başarısı, finansman, yapımcı ve sponsor gibi kavramları çıkarttığınızda, karşınızda kalan geniş bir sahada istediğiniz gibi üretim yapabilirsiniz. Bu yüzden, kısa film özgür ruhlu, kendi üslubunu yaratma sürecinde olan ve sinemayı yakından tanıyıp anlamak isteyenler için vazgeçilmez bir alandır.

Türkiye’de kısa filmin tarihsel süreci ve günümüzdeki yeri önemli bir inceleme konusudur. 1921 yılına gittiğimizde, ilk Türk kurmaca kısa filmi ile karşılaşırız. Şadi Fikret Karagözoğlu, yönetmen ve oyuncu olarak yer aldığı, yirmişer dakikalık “Bican Efendi” güldürülerini çekmiştir. 1927’de gelişen teknolojiyle birlikte sinemaya sesin de dahil olmasının ardından 1933 yılında Nazım Hikmet tarafından “Düğün Gecesi/Kanlı Nigar” adıyla ilk Türk, sesli belgesel filmi çekilmiştir. Bu iki film hem kısa filmin ülkemizdeki yolculuğu, hem de Türk sinemasının gelişimi açısından önem taşımaktadır.

Ne yazık ki, bu iki önemli atılımdan sonra, Türk sinemasında kısa film adına uzun bir sessizlik dönemi görülür. 1960 yılına geldiğimizde Robert Koleji’nde okuyan, sinemaya meraklı ve Avrupa’daki sinema hareketlerini takip eden bir grup genç tarafından kurulan Robert Koleji Sinema Kulübü 1967 yılında 1. Hisar Kısa Film yarışmasını başlatır.

Dünya’da ve Türkiye’de bugünün kısa filminin bulunduğu konum ise oldukça farklıdır. Kısa filmin her ülkedeki konumu, o ülke sinemasının ve kültürel altyapısının gelişimi ile yakından ilgilidir. Özellikle Avrupa ülkelerinde, kısa filmciler istedikleri projeleri rahatlıkla hayata geçirmektedir. Ancak, bu ülkelerde ve ABD’de kısa filme bakış açısı ikiye ayrılmaya başlamıştır. Bir grup, kısa filmi sadece gençlerin sinemayı öğrendiği alan; bir başka grup ise başlı başına bir sanat olarak değerlendirmektedir.

Giderek tekelleşmeye yönelen, tamamen ticari kaygılar ve gişe başarısının ön planda olduğu, “gelişmekte olan sinema” başlığı altında sadece belirli bir zümreye hizmet etmeye başlayan Türk sinemasında ne yazık ki kısa filmin, genç sinemacıların ve kalıpların dışında iş yapmak isteyen, sınırları zorlamaya çalışan yönetmenlerin önemi giderek azalmakta ve yok olma noktasına gelmektedir. Kısa film, basit bir antrenman sahası olarak görülmektedir. Halen, birkaç sponsorun desteği ile gerçekleştirilen festivaller dışında, Türk kısa filminin konu edilebileceği başka bir ortam yoktur.

Oysa, kısa film çekmek, anlatılmak isteneni yoğunlaştırarak sinemasal bir dile dönüştürmektir. Bunu başarabilmek, içselleştirilmiş bir altyapı ve sinema diline hakimiyet gerektirmektedir. Bu yüzden, bir ülke sinemasında ne kadar çok kısa film üretilir, bu eserler ne kadar çok kabul görür ve izleyicilerle paylaşılırsa o ülke sinemasında daha ciddi bir gelişim ve daha doğru bir yapılanma söz konusu olur.

Sizce kısa film yapmak, şu anda ülkemizdeki yaygın kanıya göre uzun metraj film çekmekten çok daha kolay ve kısa film herkesin istediği zaman eline kamerasını alıp çekebileceği, ciddi bir derinliğe sahip olmayan bir alan mıdır?

Bora ÇEKİÇ


Kontrast Sayı 24, Temmuz-Ağustos 2011

Bizi paylaşın..