Bora ÇEKİÇ | EMEK’siz Festivalden Notlar ve Öneriler (29. Sayı)

Bu yıl İstanbul Film Festivali 31.yaşını kutluyor. 31 Mart’ta başlayan festival 15 Nisan’a kadar sürecek. Festivali elimden geldiğince yakından takip etmeye çalışarak sinema salonları arasında koşturmaktayım. Yazımda festival hakkında genel izlenimlerimden bahsedip, birkaç film önerisinde bulunacağım. Festival kapsamında görüp izleyemeseniz bile eminim bu filmler bir gün karşınıza çıkacaktır.

İstanbul Film Festivali ülkemiz sinemasının önemli mihenk taşlarından birisi olarak kabul edilebilir. Her yıl yüzlerce sinema sevdalısı o salon senin, bu salon benim, ellerinde kahveleri ve atıştırmalık yiyecekleriyle dolaşırlar. Artık bir gelenek haline gelen, bir film izleyenin, dayanamayıp bir tane daha ve bir tane daha izlediği festivali büyük bir beceri ile her geçen yıl biraz daha sönükleştiriyoruz. Her şeyden önce festival halen Emek’siz! Emek Sineması’nın tekrar hayata döndürülmesi için bugüne değin yapılan onca gösteri ve yayınlanan bildiriye kulakları tıkanmış ve gözleri ısrarla görmek istemeyen yetkililer, ne yazık ki festivale ciddi darbe vurduklarının farkında bile değiller. Emek Sineması sanırım bundan böyle sinemaseverlerin kalplerinde kanayan bir yara olarak kalacaktır.

Bunun yanısıra, festival takipçilerinde görülen değişim dikkate değer. Geçmiş yıllarda festivale rağbet edenlerin büyük bir bölümü öğrenci olmakla birlikte, belirli düzeyde bir sinema kültürü ve altyapısına sahipti. İzleyici de böyle olunca, sanki pek daha keyifli ve takip edilesi bir etkinlikler silsilesi içinde buluyordunuz kendinizi. Bu durum yıldan yıla değişmekte, hatta yozlaşmakta olan toplumun bir göstergesi olarak başkalaştı. İyi mi kötü mü olduğu tartışmaya açık bir konu; ancak şu söylenebilir, artık alışılmış festival izleyicisi yok. Durum böyle olunca kimi zaman bir gösterim sırasında etrafınızda oturan birilerinin bir sahne ya da filmin geneli hakkında yaptıkları anlam verilemez yorumlar, cayır cayır çalan cep telefonları ve film bittiği an yerinden ok gibi fırlayan ve adeta kaçarcasına salonu terk etmeye çalışan izleyiciler keyif kaçırmıyor değil.

Ufak bir eleştiri de festival programına geliyor. Öyle bir program yapılmış ki, artık her kim yaptıysa, örneğin bir filmin gösterimi hemen festivalin ilk üç gününde yapılıyor ve bitiyor, kaçırdın mı bir daha görebilmenin imkânı yok. Benim bildiğim ve takip ettiğim kadarıyla yurt dışında gerçekleştirilen sinema festivallerinin programları düzenlenirken filmlerin mümkün mertebe herkes tarafından izlenebilmesi için zamana yayılarak gösterimlerinin yapılmasına özen gösterilir. Geçen yıllarda festival programları sanki daha bir düzenliydi, ancak, bu sene öyle olduğu söylenemez.

Gelelim festival filmlerinden ufak notlara ve önerilere. Hakkında bir şeyler yazmak istediğim ilk film Ormandaki Kulübe, orijinal adıyla “Hutte Im Wald”. Alman yapımı film, “The Edukator (Eğitmenler)” adlı filmiyle tanınan yönetmen Hans Weingartner imzası taşıyor. Film “Dünya Festivalleri” başlığı altında gösterilmekte olup özellikle başrol oyuncusu Peter Schneider’in başarılı performansı ile göz dolduruyor. Film; arkadaşlık, saygı, yalnızlık ve önemseme gibi konular üzerine kurulu bir hikâyeye sahip. Akıl hastası matematikçi Martin, küçük öksüz göçmen Victor ile tanışır ve birlikte şehirden kaçıp ormanda bir kulübe kurarlar. “Toplumdan, şehirden, gürültüden ve hatta mantığımızdan uzakta bir yaşam sürmek bizleri iyileştirir ve daha iyi insanlar yapar mı” sorusu üzerine düşündüren ve kimi zaman bazı klişelere kaçsa da orijinalliğinden, temposundan ve sadeliğinden pek bir şey kaybetmeyen film, kanımca festivalin görülmesi gerekenleri arasında yer alıyor. Özellikle sona doğru Martin ve Victor arasındaki arkadaşlık, ormandaki kulübelerinin yıkılıp Martin’in hapse düşmesi ve filmin sürpriz kahramanı Petra’nın olaylara dâhil olması ile birlikte çok daha farklı bir anlam kazanıyor.

Bir diğer film ise; Arjantin’den ve çok sevdiğim yönetmen Carlos Sorin’den. Orijinal adı “El Gato Desaparace” olan Kaybolan Kedi, Sorin’in “Bombon”, “Köpek” ve “Arjantin Hikâyeleri” adlı filmlerinin ardından güvensizlik, şüphe ve korkunun pusuda beklediği, insan zihnine dair adeta Hitchcockvari bir filmi. 89 dakika süren ve bir çırpıda biterek tadı damağınızda kalan tipik bir Sorin filmi, “Kaybolan Kedi”. Paranoya teşhisi ile bir süre psikiyatri kliniğinde kalan akademisyen Luis evine döner. İyileşmiş gibi görünmektedir. Karısı Beatriz’in bu durum karşısında duyduğu mutluluk, eşinin evine döndüğü gün çok sevdiği kedileri Donatello’nun ortadan kaybolması ile oldukça kısa sürer. Artık herkesten şüphe duyma sırası Beatriz’e geçmiştir. Günler birbirini kovalar, kediden haber çıkmaz ve Beatriz gitgide asabileşir. Keyfi yerinde olan Luis ise eşine kısa süreli bir tatile çıkmayı önerir, bu vesile ile her şeyin yoluna gireceği umudu vardır. Özellikle final sahnesi ile hem şaşırtıp hem de yüzlerde hafif bir gülümseme yaratmayı başaran film, Latin Amerika sinemasını sevenlerin kaçırmaması gereken yapıtlardan biri. Umarım, bu filmi yeni sezonda derneğimizin etkinlikleri arasında göstermeyi başarabiliriz.

Ada sineması olmadan festival olmaz! Üçüncü film tahmin edeceğiniz üzere Birleşik Krallık’tan geliyor. “Behold the Lamb”, Tanrının Kuzusu adlı çevirisi ile festivalin iyi örneklerinden birisi. Yazar ve tiyatro yönetmeni John McElduff’un bu ilk uzun metrajı tam anlamıyla bir Kuzey İrlanda filmi. Acayip bir ikili, soğuk ve ıslak Kuzey İrlanda kırlarında kurtuluşa doğru bir yolculuğa çıkar ve elbette başlarına komik, trajik ve rahatsız edici olaylar gelir. Film 83 dakika sürüyor ve zamanın nasıl geçtiği hiçbir şekilde anlaşılmıyor. Üstüne üstlük ada sinemasından hoşlanan ve doğal oyunculuklar görmek isteyen herkesin mutlaka görmesi gereken sert bir film Tanrının Kuzusu.

Bahsettiğim bu üç film dışında festivalde elbette görülmesi gereken daha onlarca film var. Sokurov ustanın “Altın Ayı” ödüllü filmi “Faust”, ilk filmi “La Haine (Protesto)” ile büyük ses getirmiş Fransız oyuncu ve yönetmen Kassovitz’in yeni filmi “İsyan”, büyük yönetmen Scorsese’nin dünyanın en etkili müzisyenlerinden birini anlattığı filmi “George Harrison: Fani Dünyaya Karşı”, benim önem verdiğim filmlerden. Bunların yanısıra, uluslararası yarışma kapsamında gösterilecek olan ve derneğimizde izleme fırsatı bulduğunuz “Fish Tank (Akvaryum)” adlı filmin, bana göre olağanüstü yönetmeni Andrea Arnold’un son filmi “Uğultulu Tepeler”, gerçekten dikkate değer bir başka film.

Hayatımızda yer alan, bizi türlü sıkıntı ve strese sokan, yaşamdan beklentilerimizin körelmesine neden olan her şeye, tüm olumsuzluklara, sinema ile direnmek kimilerine biraz romantik bir eylem gibi görünse de, ben direnmeye devam etme kararındayım. İyi ki varsın İstanbul Film Festivali, keşke bir de Emek olsa. Sinemanız bol olsun!

Bora ÇEKİÇ


Kontrast Sayı 29, Mayıs-Haziran 2012

Bizi paylaşın..