Bikem EKBERZADE – Özge ERSOY | Söyleşi (23. Sayı)

Fotomuhabirileştiremediklerimizden miymişsiniz?

Bikem Ekberzade yirmi yıla yakın bir süredir savaş ve iç karışıklık bölgelerinde aktif fotomuhabirliği yapıyor. Şu sıralarda Irak’ta Musul, Erbil, Bağdat ve Basra arasında mekik dokumakta. Ciddi bir sağlık sorunu yaşamazsa 2012’ye kadar bölgede kalmayı planlıyor.
Özge Ersoy küratör ve yazar olarak çalışıyor.
Bikem Ekberzade ve Özge Ersoy, fotoğrafa dair düşüncelerini karşılıklı diyaloglar halinde yazılara dökmüşler. Dosya konumuzda onların, Dorothea Lange’in Göçmen Anne isimli fotoğrafından yola çıkıp belgesel fotoğrafçılık, basın fotoğrafçılığı, telif hakları ve basındaki etik anlayışını mercek altına aldıkları söyleşilerine yer verdik.

Ö.E.: Şöyle bir soruyla başlayalım mı: bu fotoğrafın sahibi kim? Lange’in bu fotoğrafın telif haklarını Amerikan Kongresi Kü-tüphanesi’ne devrettiğini biliyoruz. “Bu kurum fotoğrafı çoğaltma hakkına sahip… Bu, onun fotoğrafı; benim değil,” [1] diyor fotoğrafçı. Burada ‘o’ ile hitap edilen kişi fotoğrafta görüntülenen Florence Owens Thompson. 1970’lerde Associated Press tarafından yapılan bir röportajda ise Thompson şu ifadeyi kullanıyor: “Keşke fotoğrafım çekilmeseydi… Bir kuruş alamadım. [Lange] ismimi sormadı. Fotoğrafları satmayacağını ancak bana bir kopya göndereceğini söyledi. Hiçbir zaman yollamadı.” [2] Kısacası, haklarım çiğnendi, diyor Thompson. Ne dersin?

B.E.: Fotoğraf süjeye mi yoksa fotoğrafçıya mı ait? Fotoğrafçıya. Gazetecilik/belgesel söz konusu olduğunda bu zaten karşılıklı mutabık olunan bir alan. Önceden konuşup, anlaşıyorsun. Sen bana senin fotoğraflarını çekmem için izin ver, ben de senin hikayeni her yerde anlatayım, gibi bir anlaşmadan bahsediyoruz. Para ile alışveriş yok. Böyle bir şey kabul edilemez zaten, çünkü izleyiciye de bir sorumluluğu var fotoğrafçının. “Ben bu fotoğrafı para ile satın almadım, kurgulamadım, olan ne ise sana onu gösteriyorum; salt görsel gerçek,” diyor fotoğrafçı. Lange çalışmasını bir kurum için yapıyor. Böyle durumlarda fotoğrafçı gazeteci gibi çalışıyor, ama gazeteci değil. Yaptığı ticari bir proje aslında ve çalıştığı kurum “fotoğrafları agresif bir şekilde basına dağıtıyor.” [3] Bu noktada kurumla fotoğrafçı arasında yapılan anlaşmanın detayları önemli. Telif kurumun mu? Fotoğrafçının mı? Farklı olarak, Associated Press (AP) örneğine bakalım. Bir fotoğraf/haber ajansı, gazete ve dergiler için görsel malzeme ve haber topluyor, bunları dağıtıyor. 1990’ların ortasında birden kontratını değiştiriyor. Bağımsız çalışanlarla (freelance) aralarında imzaladıkları anlaşmaya göre çekilen fotoğrafların tüm telif hakkı artık AP’ye geçiyor. Burada bağımsız fotoğrafçıyı ‘mağdur eden,’ zorlayan bir yaptırım söz konusu. Hem sahanın tüm risklerini omzunda taşıyorsun, hem de fotoğrafının tüm yayın haklarını sembolik bir ücret karşılığında AP’ye devrediyorsun. Ayrıca, AP birçok durumda yayın izni (photographic release) için fotoğrafçı ve süjeden yazılı onay talep ediyor. Yani gazeteciler uluslararası arenada artık giderek süjeyi koruyan yasal kısıtlamalarla çalışmak zorunda.

Ö.E.: O zaman diyorsun ki, basın fotoğraflarını çoğaltma ve kullanma hakkı…

B.E.: …fotoğrafçıya aittir. Ait olmalıdır, daha doğrusu (AP örneğinde, AP’nin yaptırımlarını kabul etmeyen benim de aralarında bulunduğum bir grup fotoğrafçı, telifi kayıtsız şartsız AP’ye veren anlaşmayı kabul etmedik). Bahsettiğim süje ve fotoğrafçının aralarında yaptıkları sözel (ya da yazılı) anlaşma sınırlarından çıkmadıkça. Ben çektiğim mülteci fotoğraflarını gazeteci kimliğimle çekmiş ve bunları reklamcı kimliğimle pazarlıyorsam, o zaman süjenin beni dava etme haklı saklıdır. Örneğin, ticari kazanca yol açan bir kampanya başlattım ve Darfur’dan bir kare kullanıyorum. Ben milyonlarca lira kazanıyorsam, süjeyi sömürmüş olmuyor muyum? Haber ile reklam arasındaki o ince fark…

Ö.E.: Evet, haber ile reklamın arasındaki o ince fark nedir sence?

B.E.: Bu tanımlar bilgiyi dağıtmayı misyon edinenler, dağıtım şekilleri ve hızı değiştikçe giderek sınırlı ve eski kalmaya başladı. Bazı yerlerde tartışılabilir (ve tartışılması gerekli) ölçülerde birbirine yaklaşmış durumda. Ama özetle şöyle diyebiliriz: Birincisi ‘haberdar etme’ üzerine kurulu; diğeri ise salt ticaret. Birincisinde de bir nevi ticaret var tabii, en fazla parayı veren dergiye satıyorsun fotoğrafı, ama süjeye söz verdiğin ‘mesajını iletme’ olgusu çerçevesinde. Bu onunla aranda gerçekleştirdiğin bir alışveriş. Aslında bir bakıma fotoğrafçıya ait olması gereken fotoğraf (malzeme diyelim) okuyucuya da (son kullanıcı/ tüketici) ait oluyor. Ama çoğaltma ve kullanma kontrolü daha önce bahsettiğim sınırlar içerisinde tamamen fotoğrafçıya ait. Neticede o, sahada bir editör işi yapıyor. Hikayeyi alıyor ve “okuyucuya en doğru nasıl aktarabilir”in hesabını yaptıktan sonra malzemeyi oluşturuyor veya yaratıyor. Malzeme artık fotoğrafçının. Ama beraberinde getirdiği sorumluluk da.

Ö.E.: Basında durum nasıl?

B.E.: Bir basın fotoğrafındaki süjenin normal şartlarda izin formu (release form) imzalaması gerekmez. Fotoğraf o haber içeriğinde kullanıldığı sürece de problem teşkil etmez (fotoğrafın bir şekilde şahsı karalamadığı, onu yersiz/ispatlanamaz ithamlarla suçlamadığı sürece). ‘Alaylı’ ve ‘okullu’ fotoğrafçı arasındaki fark da burada. Etik olan nedir, ne değildir/olmalıdır tam burada yatıyor. Türk basınındaki en büyük problemlerden birisi de bu zaten.

Ö.E.: Göçmen Anne fotoğrafına dönelim. 1960’da Lange şöyle bir demeç vermiş: “… Aç ve çaresiz bir anne gördüm ve ona yaklaştım. Adeta bir mıknatıs tarafından çekiliyor gibiydim. Kendimi ya da kameramı kendisine nasıl açıkladım anımsamıyorum; ama bana soru sormadığını hatırlıyorum. Beş poz çektim, aynı yönden, giderek ona yaklaşarak. Ona ne ismini ne de geçmişini sordum. Bana 32 yaşında olduğunu söyledi. Etraftaki tarlalardan buldukları donmuş sebzeler ve çocukların öldürdüğü kuşlarla beslendiklerini anlattı. Arabasının lastiklerini daha yeni satmıştı, yemek alabilmek için. Yıkılması an meselesi olan çadırda, çocuklarıyla yumak oluşturmuş şekilde oturuyordu. Fotoğraflarımın ona yardım edeceğini biliyormuş gibiydi ve o da bana yardım etti. Aramızda bir çeşit eşitlik vardı.” [4] İsmini sormadan, salt bir süje olarak kullanılan figür fikri içime sinmiyor galiba.

B.E.: “Fotoğraflarımın ona yardım edeceğini biliyormuş gibiydi ve o da bana yardım etti.” Sözlü, ya da çok da sözlü olmasa da bir anlaşmadan bahsediyoruz. Buradaki sorun şu: Lange bir gazeteci gibi davranıyor; oysa değil. Ya da benim bildiğim kadarıyla değil. Ancak yukarıda da söylediğim gibi FSA bu fotoğrafları basın aracılığıyla da kullanıyor. “İsmini sormadan, salt bir süje olarak kullanmak” ise fotomuhabirlerinin sıklıkla yaptığı bir ‘hata’. Süjeye karşı tutumun, aslında senin hikayenin tüketilebilirliğini veya bir tüketim ‘malzemesi’ haline gelmesini garantiliyor. Burada fotomuhabirinin savunması: gazeteci objektif olmalı, duygusal bağ kurmamalıdır.
Ona yapılabilecek haklı suçlama ise: karşındaki bir insan, bir meta değil; onun da hakları, geçmişi, hikayesi var. Bu ikilemde hangi safta yer alacağın senin ne tür bir gazeteci/belgeselci/ fotoğrafçı olduğunu belirliyor.

Ö.E.: Fotoğraf okumakla fotomuhabirliği okumak dedik…

B.E.: Fotoğraf okumakla fotomuhabirliği okumak, fotoğrafın teknik kısmını öğrendiğin günden itibaren iki farklı yolda yürümek gibidir. O yüzden, fotoğraf okuyan güzel sanatlar fakültesinde, fotomuhabirliği okuyan ise iletişim fakültesinde eğitimini sürdürür. Gazeteci için zaman ve gerçeklik önemli iken, sanatçı her ikisi ile de esnekçe oynayabilir. Amaç/sonuç genelde farklıdır.

Ö.E.: Türkiye’deki basından bahsedelim mi biraz?

B.E.: Türk basınında ‘etik’ nedir, sorgulanmıyor. Basın her şeyi basma/kullanma yetkisi varmış gibi davranıyor, buna başka fotoğrafçıların malzemeleri de dahil. Fotoğrafa para verilmez, internette bulunan her şey (bir telif altında olsa dahi) dağıtıma sokulabilir, kullanılabilir, soru sorulmaz, ihtiyaç giderilir, pürüz çıkarsa sonra uğraşılır, zaten çıkan pürüz de bu konuda ciddi açıkları olan bir adalet sisteminde sorgulanacağı için problem büyümeden hallolur, vb. gibi bir mantıktan bahsediyoruz. Biraz zorbaca, biraz mahalle kabadayısı tadında…

Ö.E.: Senin karşılaştığın problemleri merak ediyorum.

B.E.: İki farklı trajikomik ‘anı’. Sene 98 ya da 99, farklı bir iş için gittiğim Saraybosna’da Türk yıldız millileri de fotoğrafladım. Elvan (sanırım) ilk defa uluslararası koşmuştu. İstanbul’a döndüğümde Milliyet Spor’un o dönemdeki editörü beni cep telefonumdan aradı. Aramızda geçen konuşma genel hatları ile şöyle idi: “Şu, şu fotoğraf var mı,” “var,” “ne zaman geçebilirsin,” “telif olarak ne ödüyorsunuz,” (kısa bir sessizlik) “ne telifi,” “para ödemeyecek misiniz,” “seni Milliyet’ten arıyorum, yarın bütün gazetelerde senin fotoğrafın olacak,” “kusura bakmayın telif ödemiyorsanız daha fazla vakit kaybetmeyelim, zira beni yetiştirmem gereken bir işten alıkoyuyorsunuz, iyi günler.”
2000’lerdeyiz, Patara’dan New York Times için bir çekimden dönüyorum, hikaye hemen yayınlanıyor, fotoğraflar bir sergi için D.C.’ye davet ediliyor ve üç hafta sonra çektiğim fotoğraflardan bir tanesini Sabah gazetesinde görüyorum. NYT’dan editörüm bana aralarında birikmiş bir sürü telif davaları olduğunu, bunu da onlara ekleyeceklerini söylüyor.

Ö.E.: Fotomuhabirliği eğitimi öğrencileri bu konuda bilinçlendiriyor diye tahmin ediyorum.

B.E.: Türkiye’de henüz fotomuhabirliği üniversitede bir branş olarak sunulmuyor bildiğim kadarıyla. Bazı bağımsız atölyeler bunu özel programlarla telafi etmeye çalışıyorlar gerçi. Belki daha ileride bu çaba üniversitelere de yansır. Tabii burada düşünülmesi gereken konu, Türkiye’nin gelecek nesil gazetecilerini kimler yetiştirecek? Şimdiki basın mensupları ise, büyük ölçüde yandık!


Notlar:
[1] Marie Monique Robin, Les 100 Photos du siècle (Paris: Editions du Chene, 2000)
[2] Geoffrey Dunn, “Photographic License,” New Times (2002)
[3] Linda Gordon, “Dorothea Lange: The Photographer as Agricultural Sociologist,” The Journal of American History (Vol. 93, No. 3, Aralık 2006)
[4] http://en.wikipedia.org/wiki/Dorothea_Lange

Kontrast Sayı 23, Mayıs-Haziran 2011

Bizi paylaşın..