20.yüzyıla kadar, sanatın en önemli özelliği, toplumun “değerli” gördüğü herşeyi “doğru” olarak yansıtmasıydı. Fotoğrafın icadıyla beraber resim sanatının taklittemsil ile tüm mekan ve anlam bütünlüğü de ortadan kalktı. Bir zamanlar sanat akımlarının doğmasına neden olan fotoğraf, tarih süresi içinde resim yapıtının fotoğrafını (çekip) çoğaltarak onun tek olma özelliğini de elinden aldı. Bu yolla sanat yapıtı artık yalnızca olduğu yerde değil birçok yerde görülebilir bir hale geldi.
Bir müzedeki yapıt, takvim yapraklarına, posterlere, kitaplara, t-shirtlere basılabilir oldu. Kendi mekanında “tek” olan yapıt, görüntüsünün çoğaltılmasıyla beraber mekan değiştirip bir anlam kaybına uğramaya başladı. Yapıt artık müzedeki anlamından çıkıp gündelik hayatın içinde bambaşka bir anlama karıştı. Örneğin Da Vinci’nin La Jakond tablosunun müzedeki anlamıyla, bir manav dükkanındaki anlamı artık aynı değildi. Bu anlamların birbirine karışmaya başlaması, kopyanın orjinali etkilemesi tartışmasını da beraberinde getirdi.
Bir zamanlar sanat yapıtının imgesini etkileyen, onu çoğaltan fotoğraf bugün yerini gazeteler, dergiler, bilgisayarlar ve televizyon ekranlarına bıraktı. Böylece günümüzde imgelerin üzerimizdeki hakimiyeti sanat boyutundan gündelik hayata sıçramış oldu. İmgeler artık günümüzde temsil ettikleri gerçeklikten daha fazlasını (hatta görmek istemediklerimizi de) bize göstermeye başlamıştır. İmgelerin içerikleri, teknoloji ve medya kurumlarının hakimiyetindeki ekranlar üzerinden bize dağıtılmaktadır. Bu görüntü bombardımanı, tıpkı bir zamanlar resimde olduğu gibi, aslının (orjinalinin) yerine göstergeleri konmuş bir gerçeklikten oluşmaktadır. Yani, artık içeriği saptırılmış bir gerçekliğin hayatımıza egemen olmaya başladığı söylenebilir (günümüzde politikayı kamuoyu araştırmaları, reklamı testler, radyoda çalınan parçaları tüketici panelleri, sinemada oynatılan filmlerin sonunu ve afişlerini anketler, televizyon programlarını reytingler belirlemektedir).
Belki de geçmişten günümüze yaşadığımız en büyük değişim, bugün imgelerin kontrolünün, üretiminin ve dağıtımının dijital işlemcilere, yapay belleklere ve teknolojik iletişim araçlarına geçmiş olmasıdır.
Örneğin; “Bugün dünyada saniyede iki Barbie bebek satılırken, 2,8 milyar insan günde iki doların altında parayla çalışmaktadır. Dünyada saatte bir milyon Coca Cola satılırken Avrupa’da iki milyon işsiz vardır.” Bu tür iki farklı kutupta oluşturulmuş gerçek haberlerin içerikleri ve görsel şablonların dağılımı yapılırken, güç ve kontrol artık haberin kaynağından gelmemektedir. İmgelerin kontrolünün artık bizim hakimiyetimizden çıkmış olması bu gerçekliğin yoğunluğunu sürekli azaltıp değiştirmektedir. İç içe geçen imgeler ve süreklilikleri haberin önemini zamanla kaybettirmektedir. Bu bağlamda görüntü üretiminin teknolojik seyri, bugün bize siyasal, dinsel, ekonomik vs. yapısıyla ilgili de bir çok tehlike uyarısında bulunmaktadır.
Bu kadar imge bolluğunda görecek birşey bulamamız ve hiçbir şeyin üzerimizde kalıcı bir iz bırakmaması, bu sistemin fraktal yapısının bir sonucu olarak karşımıza çıkıyor. Dolayısıyla, gerçeklikle bağlantısı kopmuş imajlar üreten sanat da bu sistemin bir iz düşümü haline geliyor.
Modern dönemde, geçmişin gerçeği olduğu gibi belgeleme ve kanıt olarak kullanma özelliği, günümüzde tarihi manipüle etme gücüne dönüşmüştür. Artık fotoğraf sanatı içerikle değil görüntülerle uğraşmaktadır. Gerçeği yeniden üreterek “öz” ün anlam ve içeriğini değiştirmeye başlamıştır. İmgelerin ve görüntülerin bombardımanı ile kendine yabancılaşan insan, günümüzde algıda gerçeğin bozulumunu yaşıyor. Fotoğraf tarihinin kısa ama hızlı serüveni günümüzde medya ağının ve teknolojinin gelişmesiyle belleklerimizi köşeye sıkıştırıyor.
Ve henüz yaşadığımız yüzyılın başındayız…
Kontrast Sayı 38, Kasım-Aralık 2013
Ali ALIŞIR
[email protected]