Ahmet SAY | Yayıncılığımızın Temel Sorunları (33. Sayı)

Yayıncılığın her türünde çalıştığımı söyleyebilirim. İlkin, 1953’te İstanbul Erkek Lisesi’nin “Bizim Petek” adlı dergisini yayınlamış, 1958’de ise Almanya’da Türk Öğrenci Derneği’nin “Birlik” adlı organını çıkarmıştım. Profesyonel yayıncılığa 1967 yılında haftalık “Türk Solu” dergisinin yazı işleri müdürlüğünü üstlenerek başladım. Ve kısa süre içinde, hepsi de ağır ceza mahkemelerinde görülen 14 dava açılmıştı hakkımda. Bu davaların bir kısmı, “Devletin emniyet ve muhafaza kuvvetlerini neşren tahkir” iddiasını taşıyordu. Biz ona kısaca, “yazıyla polise hakaret” derdik. Dava konusu yazımın başlığı, “Bu Polis Kimin Polisi”ydi. Olayı özetleyeyim: ABD’nin 6. Filo’sunun İstanbul’a gelip askerlerinin karaya çıkmak istemesi üzerine, 40-50 kişilik bir grupla Deniz Gezmiş ve arkadaşları, Dolmabahçe rıhtımına gelen Amerikalı denizcileri karga tulumba denize atıyordu. Bu sırada, 100-150 kişilik bir polis kuvvetimiz olay yerine gelerek Denizleri engellemek istedi. Bunun üzerine müthiş bir meydan kavgası çıktı. Ben de orada bulunan bir gazeteci olarak gözlemlerimi yazmış, Amerikan bahriyelilerini koruyan polisler için yazımın başlığını, “Bu Polis Kimin Polisi?” olarak koymuştum.

Sonuç? Avukatım Demir Özlü ve ben, gerçeği yansıtmakla yetinen bu yazıyı savunduk ve tabii ki aklandım.

1970’te “Türkiye Solu” dergisinin sahibiydim. 12 Mart 1971 darbesi döneminde ise askerî ve sivil cezaevlerinde 17 ay kadar hapis yatarak yayıncılıkta biraz bedel ödedim. Doğrusunu isterseniz hapislik işe yaramış, edebiyata yönelmemi sağlamıştı: Ankara’daki Merkez Cezaevi’nde tanıdığım mahkûmlardan Kocakurt’un anlattığı ilginç ve renkli dolandırıcılık serüvenlerinden yararlanarak bir roman çıkardım. “Kocakurt” adını taşıyan bu roman, Milliyet Gazetesi’nin yarışmasında ödül aldı ve Milliyet Yayınları tarafından yayımlandı. İzleyen yıllarda yazdığım hikâyeler için birkaç ödül daha verdiler bana. Bu hikâyeleri, Milliyet Yayınları’ndan çıkan “Bingöl Hikâyeleri” adlı kitapta toplamıştım.

1974-77 yılları arası, yazarlık tutkusunu sürdürdüğüm bir dönemdi. Dostum Cemal Süreya, çok beğendiği öykülerim üzerine yazdığı yazılarda beni göklere çıkarıyordu. Bu yıllarda, başta Cemal olmak üzere, edebiyatçı arkadaşlarla her pazar günü, Ankara’daki Mülkiyeliler Birliği’nde uzun süren öğle yemeği yiyorduk. Söz konusu yemekli toplantılar, bir edebiyat dergisinin kaynağını oluşturmuştur diyebilirim. 1977 yılına geldiğimizde, Cemal Süreya’nın öncülüğünde, Ankara’da aylık bir kültür-edebiyat dergisi yayınlamaya karar verdik. “Türkiye Yazıları” adlı bu derginin yayın yönetmenliğini doğal olarak Cemal Süreya üstlenmişti. Ben derginin hem sahibi hem yazı işleri müdürüydüm. Vecihi Timuroğlu, Öner Ünalan, Ali Püsküllüoğlu ve ben, yazı kurulundaydık. Ayrıca, Demir Özlü, derginin İstanbul temsilcisiydi. Türkiye Yazıları, 74 sayı yayınlandıktan sonra, 12 Eylül 1980 Darbesi’nin ağır sansür ortamında yeni bir söz getiremediği için, 1983 Nisan ayında yayınını durdurdu.

Çok geçmeden, Ankara’daki yazar arkadaşlarla “Dayanışma” adlı bir yayın kooperatifi kurduk. Bu yayın ortaklığına, Aziz Nesin, İlhan Selçuk ve Fikret Otyam gibi ünlü yazarlarımız destek oldular. Onların çok satan kitaplarıyla yayın kooperatifimiz geniş bir soluk aldı. Öte yandan, ben kooperatifte yalnızca kuruculuk görevi yaptım. Kooperatifin başkanı Nusret Kemal Otyam, yayın müdürü ise hapisten yeni çıkmış olan Ahmet Telli’ydi.

1984’te “Müzik Ansiklopedisi Yayınları”nı kurdum ve adı üstünde olan bu işi yaklaşık 30 yıldan beri sürdürüyorum. Her işini yüklendiğim bu yayın çabasına girişirken para kazanmak bir yana, çabucak batmamayı düşünüyordum. Türkiye gibi bir ülkede, müzik kitapları yazıp yayımlarken “Çark dönsün, bu bana yeter” niyetinin ötesinde bir beklentim yoktu. Neyse ki 30 yıldır çark dönüyor ve ben de inandığım, dolayısıyla sevdiğim bir işi yerine getirirken, yayıncılığın tatlı ve ekşi taraflarını tatmış bulunuyorum.

Oğlumun Ankara Devlet Konservatuvarı’nda piyano ve kompozisyon öğrenimi gördüğü 1980’li yıllarda, Fransız teorisyen Lavignac’ın solfej kitapları dizisinden başka hiçbir ders kitabı bulunmadığını görünce çok şaşırmıştım. İnanması zor: Atatürk’ün kurulmasına yol açtığı koskoca Ankara Devlet Konservatuvarı, ders kitapları yönünden sıfırdaydı! Bu yürekler acısı durum karşısında, İstanbul Belediye Konservatuvarı’nın eski bir öğrencisi olarak kendimce hazırladığım bir yayın programına göre, dört ciltlik bir “Müzik Ansiklopedisi”nden sonra, her biri doyurucu nitelikte olmasını öngördüğüm bir “Müzik Tarihi”, “Müzik Öğretimi”, “Müzik Teorisi” ve 600 sayfalık bir “Müzik Sözlüğü”nün yayımlanması, yaklaşık 25 yılımı aldı. 2005 yılında, sil baştan yeniden hazırlayarak altı yıl emek verdiğim “Müzik Ansiklopedisi” ise her biri yaklaşık 700 sayfa olan üç cilt halinde basıldı.

Konservatuvar öğrencileri ve üniversitelerimizin “Müzik Eğitimi Anabilim Dalı” olarak adlandırılan müzik öğretmenliği lisans ve lisansüstü dönemleri için yayımladığım bu kitapların yanı sıra, Prof. Muammer Sun, Murat Katoğlu, Prof. Koral Çalgan, Prof. Dr. Ali Uçan, Prof. Dr. Uğur Alpagut, Doç. Dr. Yılmaz Aydın, Leyla Pamir ve Fazıl Say gibi müzikçilerimizin de kitaplarını yayımladım. Böylece, müzik sanatı alanında kullanılmak üzere ülkemiz, temel müzik kitaplarından oluşan bir kitap dizisine sahip oldu.

Bu yaşanmış örneklerle Türkiye’de yayıncılığın ne menem bir iş olduğunu az çok öğrendiğimi anlatmak istiyorum. Bence yayıncılık, üretilen kitaplar ve dergilerin okura ulaştırılmasıyla sınırlı değildir. Yayıncılık, düşüncede ve yaratıda ifade özgürlüğünü sonuna kadar kullanabilmek demektir. Yayıncılığımızın bir numaralı sorunu işte budur. Açık konuşalım: Yurdumuzda demokratik kavrayışın gereği olan ifade özgürlüğü bu denli sınırlanmasaydı, çok sayıda yazarımız, gazetecimiz, çevirmenimiz ve yayıncımız hapishanelerde yılları sayar mıydı? Bu gerçek, Türkiye’de yazarlığın, gazeteciliğin, çevirmenliğin ve yayıncılığın iktidarlar tarafından engellenerek, kültür üreten insanlarımızın toplumu aydınlatma yolundan alıkonduğunu gösterir.

Düşünce ve ifade özgürlüğünün bulunmadığı yerde, ne felsefe, ne bilim, ne de sanat gelişir. Cumhuriyet aydını bunu çok iyi bilir. Özgürlüğe aykırı düşecek her çeşit uygulama, aslında düşünce, bilim ve sanat düşmanlığı yapmak demektir. Çok tehlikeli, çok zararlı bir tutumdur bu. Olumsuz tarafları belirginleştikçe toplumda derin rahatsızlıklar uyandıracak bir tutumdur. İnsanlığa ve insanlarımıza yazık etmektir.

Bu yazıyı yazdığım 18 Kasım 2012 günü gazetelerde, TÜYAP ile Türkiye Yayıncılar Birliği’nin düzenlediği Uluslararası İstanbul Kitap Fuarı’nın açılış konuşmalarına cezaevindeki yazarlar ve gazeteciler konusunun damga vurduğu belirtiliyordu. Ayrıca, Uluslararası Yazarlar Birliği (PEN) Başkanı John Ralston Saul, düşünce ve ifade özgürlüğü alanında yaşanan sorunlara dikkat çekmek için Türkiye’ye geldiğini söylüyor ve şu açıklamada bulunuyordu:

PEN olarak dünyanın her yerinde edebiyat ile düşünce ve ifade özgürlüğü için çalışıyoruz. Kitap fuarları da aynı amacı taşıyor olmalı. Türkiye’de son yıllarda gazeteci ve yazarlara yönelik artan tutuklamalar bize kaygı veriyor. Burada belirsizlik atmosferi ve korku var. Bu nedenle acilen harekete geçilmesini, terör yasalarının tekrar ele alınmasını, uzun tutuklulukların önüne geçilmesini talep ediyoruz.”

Yine aynı gün gazeteler, 12 Eylül 2012’den bu yana süren açlık grevlerine dikkat çekmek için, tanınmış köşe yazarlarının İstiklâl Caddesi’nde bildiri dağıtacağını yazıyordu. “Hükümeti vicdan siyasetine davet ediyoruz” başlıklı bildirinin, şu köşe yazarları tarafından dağıtılması öngörülmüştü: Cumhuriyet’ten Hikmet Çetinkaya, Vatan’dan Zülfü Livaneli, Milliyet’ten Can Dündar, Hürriyet’ten Ahmet Hakan, Habertürk’ten Balçiçek İlter, Birgün’den Doğan Tılıç, Radikal’den Koray Çalışkan, Posta’dan Nedim Şener.

Okurlarım aradaki farkı hemen görebilecektir sanırım: Bu yazıya sığdırdığım 1960’lı, 1970’li ve 1980’li yılların düşünce ve ifade özgürlüğü konusunda iktidarların yaklaşımı, hatta darbecilerin yaklaşımı, 2012’nin şu günlerinden daha ılımlıydı. Günümüzde ise PEN Uluslararası Başkanı Saul’un sezinlediği gibi “Burada belirsizlik atmosferi ve korku var!

Ahmet SAY

Kontrast Sayı 33, Ocak-Şubat 2013

Bizi paylaşın..