Yerkürenin başına gelen, yerkürenin çocuklarının da başına gelecektir.
Son ırmak kuruduğunda, son ağaç yok olduğunda, son balık öldüğünde; beyaz adam paranın yenmeyen bir şey olduğunu anlayacak.
Kızılderili Atasözü
— Paydos… diyecek bize bir gün tabiat anamız,
—gülmek, ağlamak bitti çocuğum…
Nazım Hikmet
BİZ FOTOĞRAF ÇEKİYORDUK, NEREDEN ÇIKTI ŞİMDİ BU ÇEVRE MESELESİ?
Çevre, canlıların içinde yaşadıkları koşulların ve durumun tümü olarak tanımlanmaktadır. Hayatta kalmakta, besin ve barınak bulmakta güçlü olan ve böylece çoğalabilen türlerin gelişimi, hatta kültürel gelişme çevreye uyum olarak kabul edilmektedir. İleriye dönük bir bakışla, canlılar için en iyi yol, değişen koşullara ayak uydurabilmektir, en alt düzeydeki organizmada dahi çevresindeki dünyaya uyum sağlayabilecek ilkel bir sinir sistemi bulunur. İnsan oldukça kısıtlı gövde yeteneklerine karşın, alet üretimi ve kullanımı için gerekli yetenek ve becerilerini sosyal mirasının bir parçası olarak kuşaklar boyunca söz ve yazı ile iletebildiği için iklim ve hava koşullarından korunmuş, türünü devam ettirebilmiştir. Başlangıçta avcılık ve toplayıcılıkla geçinen insanoğlu, tarım ile yerleşik hayata geçmiş, devamında yeraltı ve yerüstü kaynaklarını kontrol altına alarak sanayi devrimini gerçekleştirmiştir. “Modern insan”ın bilim ve teknoloji ile artık doğaya hükmettiği, çevreyi tamamen kontrolü altına aldığı düşünülüyor.
Sanayi devrimi ile insanın hammadde gereksinimi giderek artmıştır. Üretim katlanarak büyümüş, çevrenin tahribini, fabrika atıklarının sulara ve çevreye karışmasını hızlandırmış ve adım adım çevre felaketlerini hazırlamıştır. Üretim-tüketim döngüsü içinde kârın arttırılması güdüsü sonucu pek çok canlı türünün soyu tükenmiş, ekolojik denge bozulmuş, ozon tabakası delinmiştir. Kârın arttırılmasına dayanan sistemin buna cevabı çevreyi kirleten tüm sanayi dallarını yarı sömürge ve sömürge ülkelere kaydırarak, temiz iş kollarını kendi metropollerinde yoğunlaştırmak olmuştur. 1972 yılında Birleşmiş Milletler Çevre Konferansı’nda alınan bir kararla 5 Haziran günü Dünya Çevre Günü olarak ilan edilmiş, böylece çevre sorunlarının varlığı küresel düzeyde kabul edilmiştir.
Bu dosya konusunda bizler çevre için “fotoğrafçı olarak neler yapabiliriz” sorusunu farklı görüşler ışığında irdelemek istedik. Bilim insanlarının, uzmanların çevre ile ilgili uyarılarına dikkat çekmek, gezegeni kendimiz ve paylaştığımız tüm canlılar için yaşanabilir kılmak doğrultusunda, fo-toğrafın insan kaynaklı çevre sorunları konusunda bilinç yaratmak için bir araç olarak kullanılabilirliğini sorgulamak istedik.
FOTOĞRAF NE İŞE YARAR?
Çevre konusundaki kaygı verici gelişmeler, pek çok insan gibi fotoğrafçıları da harekete geçirdi. AFSAD’lı bir grup fotoğrafsever tarafından önceleri bireysel çabalarla sürdürülen etkinlikler 2011 yılı ile birlikte ciddi bir örgütlenmeye dönüştü ve AFSAD Çevre Çalışma Grubu kuruldu. İklim ve çevre konularında faaliyetler düzenleyen AFSAD Çevre Çalışma Grubu Başkanı Nuran Kansu, bir fotoğrafçı olarak çevre duyarlılığı ile ilgili çalışmaya nasıl başladığını ve sürecin AFSAD’daki gelişimini şöyle anlatıyor:
“Her şey 2009 Eylül ayında, www.350. org sitesinden dünyaca tanınan bilim adamları, yazarlar ve aktivistlerin tüm dünyayı iklim için eylem yapmaya çağıran davetleriyle başladı.
24 Ekim 2009’da iklim değişikliğine dur demek için eylem yapan 5000 kente biz de Ankara’dan eşlik ettik. Organizasyonunu benim (www.oncecocuklar.com) yaptığım bir doğa yürüyüşünü, Eymir Gölü’nde iklim değişikliğine dikkati çekmek için çocuklar ve aileleriyle gerçekleştirdim. Aynı gün Perşembe Akşamı Bisikletçileri, İklim için Gençlik, Solaçek ve TÜDEF’in ortak organizasyonu ile 200 bisikletçi Ankara’da bisikletleriyle TBMM’nin önüne gelip bir basın açıklamasında bulundular. Daha sonraki çalışmalarımıza hep birlikte, “350 Ankara” adıyla devam ettik.
Üyesi olduğum AFSAD’dan her eylem ve etkinlik için her zaman destek aldım. Güzel fotoğraflarıyla eylemi New York’taki “billboard”larda görüntülememize büyük destek verdiler.
2010’da tüm dünya ülkeleri 350. org’un yeni çağrısı ile, bu sefer eylem yerine “İŞ” yapmak için hazırlıklara başladı. 10.10.2010 yılında 350 Ankara’nın önderliğinde Türkiye’de 10 kentte 350 bisikletçi kendi şehirlerinde bisiklet yolu açtı. Ankara’daki eylemi fotoğraflamak için AFSAD’dan yedi arkadaşım destek verdi.
Etkinliğin hemen ardından 350 Ankara’nın farkındalık yaratmak ve bilgilendirmek amaçlı düzenlediği “İklim Enstitüsü-İklim” seminerlerinden ilkine AFSAD üye ve yönetim kurulu üyelerinden katılımın olması AFSAD’ın bu önemli konuya olan duyarlılığını arttırdı ve bir sonraki seminer AFSAD’da gerçekleştirildi.
2011’de AFSAD’ın yeni yönetim kurulunun teklifi ile Çevre Çalışma Grubu’nu oluşturduk.
Grubun amacı doğa, çevre ve iklimle ilgili tehdit oluşturan konularda insanları bilgilendirmek amacıyla, farkındalık ve duyarlılık yaratmaya yönelik fotoğraf çalışmalarını kurumsal olarak sürdürmektir. Çalışmalara hızla başladık. Şu anda grubun “İklim” ve “Anadolu’yu Vermeyeceğiz” adlı iki alt grubu var. Çevre Çalışma Grubu, etkinliklere katılmak isteyen ya da yeni bir proje ile gelip çalışmasını sürdürmek isteyen herkese açıktır.”
Çevre ile ilgili sorunların çözümünde fotoğraf aracılığı ile bir şeyler yapmaya çalışan başka bir grup da Genç Çevre Girişimi. Bu grup da çalışmalarına ETTİK BULDUK başlığı ile yön vermiş. Çalışmaları hakkında sorularımızı grubun lideri Barış Yaşbala şöyle yanıtladı:
“Çevreye duyarlı, insanlığın doğanın bir parçası olduğuna inanan ve insansız çevre olmayacağı gibi, çevresiz insan da olmayacağı düşüncesini bir yaşam felsefesi haline getirmiş üniversiteli, genç, çevreci bir girişimiz. Amaçlarımızdan biri olan gençlerin sanatsal, kültürel ve düşünsel faaliyetlerle çevreye duyarlılığını arttırmak için ilk olarak ‘’Doğanın Direnişi’’ Fotoğraf Yarışması’nı düzenledik. Birçok kurumun destek verdiği yarışmanın geri bildirimleri bizi bu alanda yeni projeler yapmaya teşvik etti.
Bu sene 19 Mayıs Gençlik Haftası kapsamında gençlerin katılımına açık bir fotoğraf sergisi düzenlemeye karar verdik ve serginin konusunu ‘’ETTİK BULDUK’’ olarak belirledik. Bu sergiyle amaçladığımız gençlerin doğada olup bitenlerin, insanların yarattığı tahribatın farkına varabilecekleri bir bakış açısı oluşturmalarını sağlamak ve bu tahribat geri dönülemez boyutlara ulaşmadan gençlerin harekete geçmelerini teşvik etmekti.”
Orman Ağaçları ve Tohumları Araştırma Müdürlüğü’nde görev yapan ve amatör olarak doğa fotoğrafçılığı ile ilgilenen Dr. Selim Kaplan ise çevre ve fotoğraf ilişkisini sorgulayan bir yaklaşımla bizlere şunları söyledi:
“Doğa ve çevre kavramları zaman zaman birbirlerinin yerine kullanılmaktadır. İnsanlık doğuşundan günümüze ihtiyaçlarını karşılamak amacıyla, kendisi ile birlikte doğa kavramının öğeleri olan toprak, su, hava, bitkiler ve hayvanlara müdahale ederek onları olumlu ya da olumsuz olarak etkilemiştir. İnsanların çevrenin öğelerini kendi çıkarları doğrultusunda kullanma ve dönüştürme çabaları sırasında doğaya verdiği zararın, doğanın kendini yenileyebilme özelliği nedeni ile uzun süre farkına varılmamıştır. Kullanma ve dönüştürme doğanın kendini yenileyebilme kapasitesinin üstüne çıkınca çevre sorunsalı ortaya çıkmıştır.
Doğal çevre insanlık tarihinin başlangıcından itibaren değişik zamanlarda, değişik fonksiyonlar üstlenmiş; barınma, beslenme, enerji, dinlenme, su ve hava ihtiyacını karşılarken, sanat alanında da ilham kaynağı olmuştur.
Sanat ve onun bir kolu olan fotoğrafçılığın farklı tanımlarını düşündüğümüzde, insanlığın kendisinin de bir parçası olduğu doğal çevre ile nasıl bir etkileşim içinde olduğunu anlamak mümkün olabilir. Düşünürlerin, sanatçıların doğa ve yaşamla kurdukları ilişkiler sonucunda ortaya koydukları ürünlerin, toplumların varlıklarını devam ettirmeleri için ihtiyaç duyduğu kültürel birikimi oluşturduğu kabul edilebilir.
Bugün çevre sorunlarına ilişkin paradigma küresel kapitalizmin “açgözlü” üretim ve tüketim anlayışının yol açtığı bir dizi çevre sorunsalının varlığı ve buna karşı Acaba durum bu kadar basit, açık ve şeffaf mıdır…? Küresel kapitalizm kendine karşı toplumsal muhalefeti bertaraf etmek, bölmek, parçalamak için bir alan mı keşfetmiştir? Hatta bu alandan kendine yeni bir tüketim ve kar alanı mı yaratmaktadır…?
Fotoğraf sanatı için “makinenin arkasında duran kişinin düşünce dünyasına uygun kareleri çekip sunmasıdır” tanımı yapıldığına göre, fotoğraf sanatçılarının çevre konusundaki düşünce dünyalarını farklı açılarda zenginleştirerek sunumlarını yapmaları, bu konularda dünya toplumunun ihtiyaç duyduğu kültürel birikime katkı koyabilecek midir?”
AFSAD Çevre Grubu’nun ANADOLU’YU VERMEYECEĞİZ ekibinde yer alan Özgür Yıldırım fotoğrafçıları da bu eyleme katılanları desteklemeye çağırırken “Eğer bugün onların yanında yer almazsak, yarın fotoğraflarımıza konu olacak bir doğa kalmayacak” diyerek haklı bir isyanı seslendiriyor, fotoğrafçıları, fotoğraflarına konu ettikleri yaşamlara daha duyarlı olmaya davet ediyordu. Aynı gruptan Hilmi Aslan söz konusu hareketi şöyle özetliyor:
“Anadolu’yu Vermeyeceğiz” diyen insanlar, kendiliğinden ve hiçbir grupla, dernekle, siyasi partiyle ilişkileri olmadan bir araya gelip, ilk olarak 2 Nisan’da Doğu Karadeniz Kervanı olarak Artvin’den yola çıktılar. Suların siyanürle kirletilmesine, Kaz Dağları’nın doğal yaşamının yok edilmesine, derelerine bent vurulan Karadeniz’in bitki ve hayvan zenginliğinin yok edilmesine, Akkuyu’da yapılması düşünülen Atom Santralinin kurulmasına ve daha birçok doğa tahribatına dikkat çekmek ve bu konuda bilinç oluşturmak amacındaydılar. Başkent Ankara’da bir araya gelip seslerini ülkeyi yönetenlere duyurmak için Anadolu’nun 11 ayrı bölgesinden, Başkent’e yakınlıklarına göre değişik tarihlerde yola çıktılar.
Ankara’ya ilk ulaşan Orta Anadolu Kervanının şehre girmesine izin verilmedi ve kervan Gölbaşı’na dört kilometre uzaklıkta beklemeye zorlandı. Anadolu’nun diğer bölgelerindeki kervanlar da Ankara’ya geldikçe bu bölgeye yönlendirildi. Anadolu’yu Vermeyeceğiz ekipleri 20 Mayıs günü Başkent Ankara’ya yürümek için yola çıktıklarında, dinlenme tesislerinin dışında güvenlik ekiplerince durduruldu. Böylece, Kervanların Ankara’ya ulaşması engellendi. Onlar şehre gelemeyince, doğa dostları onlara destek vermek için oraya gitmeye başladı.”
SİSTEM BİZİ TÜKETİCİ, GEZEGENİ HAMMADDE HALİNE GETİRDİ…
Çevre ile ilgili sorunların temelinde ekonomik büyümenin sağlanması için tüketim toplumu haline getirilmemiz yatmaktadır. İnsanlar karnını doyurma, barınma gibi temel gereksinimlerinin çok uzağında; ihtiyaçları medya tarafından belirlenen, belli markalara sahip olmanın sosyal prestij sağladığı, otomobilin ulaşımın merkezine yerleştiği, tek kullanımlık ürünlerle atık dağları oluşturan, doğadan uzaklaşmış, sürekli tüketen kitlelere dönüştürülmüştür. 1980 sonrası yeni-liberal düşünce tarzıyla, harcadığı kadar özgür olduğuna inanan, kendine ait vakitlerini AVM’lerde geçiren, en yeni ürünü satın alma tutkusu olan kuşaklar yetişmiştir.
Hatta, “küresel ısınma” ve “iklim değişikliği” olgularına indirgenen çevre sorunları kendi sektörünü de yaratmakta gecikmemiştir. Karbon salınımını azaltan eşyalar, yeşil teknolojiler, beyaz eşyadan gıdaya ekolojik ürünler insanların sempatisini de kazanarak tüketim sürecinin de devamını sağlayarak kısırdöngü yaratmaktadır.
Sanayiye dayalı üretim yoğun bir hammadde talebi ortaya çıkararak, dünyanın doğal bileşenlerini, hava, su ve toprağı birer hammaddeye dönüştürmektedir. İnsanoğlu doğanın efendisi olarak maden yataklarını, ormanları, sanayinin hizmetine sokmuş; ekonomik gelişimini “doğal kaynakların” acımasızca sömürülmesi üzerine dayandırmıştır.
Doğa koruma ve doğa fotoğrafçılığında bir duayen olan Tansu Gürpınar uzun yıllara dayanan gözlemlerini şöyle özetliyor:
“İnsan, varlığını sürdürebilmek için doğal kaynaklardan yararlanmak zorundadır. Bunu yaparken elverdiğince akıllı davranması kendi geleceği açısından yaşamsal önem taşır.
Bilindiği gibi doğal kaynaklar genel hatları ile “yenilenebilir” ve “yenilenemez” olmak üzere ikiye ayrılır. Su, hava, orman, sulak alan ve benzerleri yenilenebilir; toprak, maden ve fosil yakıtlar ise yenilenemez nitelik taşırlar. Su ve hava meteorolojik koşullara bağlıdır. Sulak alanlar, meralar, ormanlar, yaban hayatı yenilenebilir doğal kaynaklardır ve doğru kullanıldığı takdirde sosyal ve ekonomik amaçlar için güvenilir ve sürdürülebilir kaynak olma niteliklerini korurlar. Basit bir örnekle açıklayacak olursak, belirli büyüklükteki bir ormandan bilimsel verilere göre her yıl düzenli olarak belirli miktarda ağaç kesilerek kereste ve odun üretimi yapılabilir. Böylelikle ormanın ekolojik yapısı bozulmadığı gibi, oksijen üretimi, su rejimlerini düzenleme, yabani hayvanlar için yaşama ortamı, insanlar için rekreasyon alanı olma özelliklerini de devam ettirir. Çevresinde oluşturduğu estetik değerlere ise paha biçilemez. Örnekler diğer doğal kaynaklar için çeşitlendirilebilir. Ülkemizde yenilenebilir doğal kaynakların kullanımında akıllıca davrandığımız söylenemez. Ormanlara ilişkin gözlemlerim altmış yılı aştı. Bu süre zarfında ormanlar hep azaldı. 1940’lı yıllarda Bafra ovasının bir orman denizine benzediğini anımsıyorum. 1950’li yılların ilk yarısında Ankara İstanbul arasında yol, Bolu’dan itibaren ormana girer, Adapazarı yakınlarına kadar neredeyse tamamen ormanlar içinden giderdi. Orman azalmasının 1950’li yıllardan itibaren ivmelendiği bir gerçek. Bu duruma, makineleşmenin doğal kaynaklar üzerindeki tahrip gücünün artmasının rolü olduğu kadar, siyasetin ormana bakış açısının da etkisi mevcut. Orman Teşkilatı’nın ormanların değerlendirilmesinde çağdaş teknik ve yöntemleri kullanma gayretleri sorunun çözümünde yeterli olamamıştır. Siyasetin ve toplumun ormana yaklaşımı (aslında birbirinden pek farklı değil) bu varlığın nicelik ve niteliğinden sürekli kaybetmesine neden oluyor. Bu kayıplar son yıllarda çok arttı. 2006 yılında gelirini orman ürünleri satışından sağlayan Orman Genel Müdürlüğü Türkiye’de en fazla kurumlar vergisi ödeyen kuruluş oldu. Sonraki yıllarda da tempo pek değişmedi.
Orman varlığının çevrenin en temel yapı taşlarından biri olduğunu anlayan ve ona sahip çıkan iki devlet büyüğümüz olmuştu: Fatih Sultan Mehmet ve Kemal Atatürk. Özellikle Fatih Sultan Mehmet’in yaşadığı dönemde doğal çevre ve sağlık alanında yaptıkları dikkate alındığında, tarihin kaydettiği en büyük çevrecilerden biri olduğunu söylemek sanırım abartılı bir ifade olmaz.
Önlerinde bu iki güzel örnek varken mevcut siyasi kadroların ormanları ihmal etmeleri, daha da kötüsü, oy avcılığına alet etmeleri, keçiden, baltadan, yangından daha kötü. Ağaçların oy hakkı yok, oy hakkı olanların da bilgi ve sevgisi eksik.
Türkiye’de durum böyle iken dünyada nasıl? Ormanlar, özellikle tropikal yağmur ormanları büyük baskı altında. Her yıl yüz binlerce kilometrekarelik tropikal orman alanı bu niteliğini yitiriyor ve atmosferdeki CO2 miktarı artıyor. Ormanlar atmosferdeki oksijenin en önemli kaynaklarından biri olduğu kadar CO2’nin de en önemli kullanıcısı durumunda. İklim Değişikliği Sözleşmesi’ndeki tanımıyla “yutak”. Bu sözleşme ormanları ve sulak alanları CO2 miktarını azaltmakta en etkili yutaklar olarak tanımlıyor.
Peki, ormanlarını koruyanlar, geliştirenler var mı? Neyse ki var. Hangi ülkeler? Sanayileşmiş, kalkınmış, gelişmiş ülkeler. Onlar da ormanlarından ağaç kesip ihtiyaçlarını karşılıyorlar ama yukarıda belirttiğim şekilde; bilimsel verileri aklın süzgecinden geçirerek uyguluyorlar kesimleri. Kestiklerinden fazlasını da dikiyorlar. Siyasette ağacı, ormanı sevgiyle kucaklayan liderler eksik değil. Toplum bitkilerin hayatımızdaki yerini doğru olarak biliyor ve ona göre değerlendiriyor. Bütün bu global tabloda ormanlar için umutlu şeyler söyleyebilmek zor. Ormanlarını koruyan ülkelerin çabaları iklim değişikliği etkilerini tamponlamak için yeterli değil. Endüstride, özellikle de otomotiv endüstrisinde karbon gazlarını azaltan teknolojilerin olumlu etkisi, üretilen milyonlarca motorlu araç karşısında zayıflıyor.
Kömür, petrol ve doğalgaz gibi fosil yakıtların toplam enerji içindeki payının azalması, özellikle rüzgar, güneş gibi yenilenebilir enerji kaynaklarının yaygınlaşması, insanların tüketim iştahlarının azalması, insanların birbirlerine ve çevrelerine daha anlayışlı, daha sevecen yaklaşmaları, iklim değişikliği ve biyolojik çeşitliliğin azalması gibi küresel çevre sorunlarının azaltılmasında yarar sağlayabilir.
Bütün bu yerel ve global çevre sorunları karşısında fotoğrafın ve fotoğrafçının yerinin ve rolünün önemli olduğunu düşünmüşümdür. Fotoğraf ondokuzuncu değil de dokuzuncu yüzyılda icat edilmiş olsa idi tarihin akışının farklı olacağı da yine bu bağlamdaki düşüncelerimdendir. Fotoğrafın anlatım gücü bazen akan suları durduracak kadar büyük olabiliyor. Vietnam Savaşı’nı savaş fotoğraflarının bitirdiği yorumunu getirenler yukarıdaki ifadeyi doğruluyor. Günümüz dünyasını, doğasını, çevresini fotoğraflamak sahip olduklarımızı tanımamızda, tanıtmamızda çok etkili araçlar. Sevmenin yolunun tanımadan geçtiği anımsandığında fotoğrafın bu konudaki işlevinin önemi daha iyi anlaşılır. Otuz kırk yıl öncesinde çoğumuz için flamingo, TRT’de yayınlanan “Flamingo Yolu” dizisinin jeneriğinde gösterilen kuşlar; pelikan ise bir dolmakalem markası idi. Bu kuşların Sultansazlığı’nda, Kuşcenneti’nde çektiğim fotoğraflarından oluşan dia gösterilerinde izleyenlerin mutluluk dolu coşkularını değerli anılar olarak saklıyorum.
Fotoğrafçının çalıştığı konuya olan duyarlığına Ansel Adams iyi bir örnek oluşturur. Siyah beyazda “Zone” sistemini kuran, arkadaşı Edward Weston ile pozometrelerin ölçüm tekniklerini geliştiren Adams, başta Yosemitee olmak üzere ABD milli parklarının fotoğraflanmasına büyük emek vermiş, milli parkların tanıtılması ve korunması için sergiler açmış, konuyla ilgili bini aşkın makale ve benzeri metin kaleme almıştır. ABD’de bulunmuş olanlar bilir. Millî parklar orada bütün vatandaşlar için yaşamın bir parçasıdır ve bugüne gelinmesinde Adams’ın önemli katkısı olmuştur.
Ülkemizdeki doğa fotoğrafçılarının doğayı fotoğraflarken sosyal boyutunu gözettiklerini biliyorum ve yaklaşımlarını takdirle karşılıyorum. Şimdi daha da iyilerini yapıyorlar ve doğada belirli konuları sistematik olarak işliyorlar. Bu çalışmaların birbirleriyle ilişkilendirilmesi, bütünlenmesi ve erişim olanaklarının sağlanması bu alandaki emekleri daha da verimli hale getirecektir.”
RÜZGAR VE GÜNEŞ BİZE YETER (Mİ?)
Hızla artan nüfus, şehirleşme ve sanayileşmeye paralel olarak enerjiye olan ihtiyacımız kaçınılmaz bir şekilde büyümektedir. Son yıllarda uzmanlar sürekli bir enerji krizinin kapımızda olduğu konusunda uyarılarda bulunuyor. Neden bu kadar çok enerjiye ihtiyacımız var? Sürekli artan enerji fiyatlarından, “iklim değişikliğine, çevre kirliliğine” yol açan sonuçlarından kurtulmak için ne yapılabilir? Yenilenebilir enerji kaynakları, enerjinin verimli kullanımı sorunumuzu çözer mi? HES’ler, Nükleer santraller kaçınılmaz mı?
Bu konuda görüşüne başvurduğumuz Makine Mühendisleri Odası Ankara Şube Enerji Komisyonu Üyesi İzzet Seferbeyoğlu sorularımızı şöyle yanıtladı:
“İklim değişikliğine karşı mücadelede alternatifimizin var olduğunu gösteren bir slogan vardır: “Rüzgar ve güneş bize yeter”. Zaten bu sözlerin ardında genelde kömürcü ve nükleerci lobinin argümanları hazırdır. “Mumla mı aydınlanacaksınız?” diye sorarlar. 2050 yılında bütün enerjimizin yenilenebilir enerjiden karşılanacağına dair bir dizi rapor artık ortaya çıkıyor. Ancak, bütün bu senaryolar, sınırsız ve sorumsuz bir enerji kullanımı ile mümkün mü? Ya da ne zamana kadar yeter? Oysa, konuyu enerjinin verimli kullanılması üzerinden tartışmak daha ön açıcı olmaktadır. Yani konuyu şu kadar MW nükleer santral kurarsak çözülür ya da şu kadar MW rüzgar ve güneş santrali kurarsak iyi olur ekseninden kurtarmak gerekiyor. Elbette ki nükleer santral güvenlik, pahalılık ve atık; termik santraller saldıkları emisyonların sakıncaları açısından sonuna kadar tartışılacak. Ama asıl tartışılması gereken konu bu yaşam; bizi tüketici duruma hapsetmek için var olan aşırı ve adaletsiz üretim biçimimizi karşılayabilecek elektrik üretim tesislerinin de bir sınırının olduğudur. Daha da vahimi yerkürenin bunu kaldıramamasıdır. Enerji verimliliği konusuna geri dönersek sorulacak birkaç soru konuyu özetler:
“Nükleer santrallerden elde edilecek elektrikten daha fazlasının, elektrik iletim ve dağıtım hatlarında %15 olan kayıpkaçak oranının iyileştirmesiyle elde edilecek kazançtan daha az olması!”
“Doğalgazı olmayan Türkiye, elektrik üretiminin %50’sini neden doğalgaz çevrim santrallerinden karşılamaktadır?”
“Al ya da öde anlaşması çerçevesinde almadığımız doğalgaz için ne kadar para ödedik?”
“Fosil yakıtlara harcanan paralarla bugün daha verimli ve yenilenebilir bir enerji sistemi kuramaz mıydık?”
“Isı yalıtım hesapları merkezî sisteme göre yapılmış binalarda doğalgazla ısıtma sistemlerine geçildiğinde merkezî sistemlerin bozulması ve evlere eski teknoloji ve ihtiyaç fazlası kombilerin takılması sonucu ne kadar enerji havaya uçtu?”
“Otoyol yerine trenle insan ve yük taşımacılığı yapıldığında enerji kazancı ne olacaktır?”
“Ankara’da maliyeti öne sürülerek yapılmayan metro güzergahlarında bireysel araç kullanımında, trafikte harcanan zaman ve yakıtın maliyeti ne kadardır?”
Sorular çok, cevapları basit. Burada önemli olan niyet. İstenirse nükleer ve termik santral kurmadan da yaşam sürer.”
Türkiye’de nükleer santral kurulması gündemdeyken, yakın zamanda Japonya’da yaşanan nükleer felaket henüz hafızalardayken, nükleer santrallerin çevre ve halk sağlığı üzerindeki olumsuz etkileri daha yüksek sesle dile getirilmeye başladı. Halk Sağlığı Uzmanı Dr. Ferruh Yavuz aynı zamanda NÜSED – Nükleer Tehlikeye Karşı Barış ve Çevre için Sağlıkçılar Derneği’nin kurucularından. Diyor ki:
“Bizim öykümüz Türkiye’deki egemen güçlerin, dünyadaki nükleer lobilerle işbirliğinin ilginç bir örneğidir. Size bu öyküyü özetleyerek, halkın nükleer enerjinin gereğine ve tehlikesizliğine nasıl ikna edilmek istendiğini kısaca anlatmak istiyorum.
NÜSED olarak 1987’de Çernobil’den dokuz ay sonra kurulduk. Ancak, resmen faaliyete geçebilmemiz için valiliğin izni gerekiyordu. Valilik, bizim gibi sorumsuz (!) kişilerin yapacağı açıklamaların halkı paniğe sürükleyeceğini gerekçe göstererek, savcılığa kapatılmamız başvurusunda bulundu. Savcılık, kurulmamızda bir sakınca görmedi. İdare mahkemesine başvurdular, o da sakınca bulmayınca Danıştay’a gittiler. Sonunda yasal olarak kurulduk; ama ilk genel kurulumuzu yapabilmek için aradan 39 ay geçmesi gerekti. O sırada neler mi oluyordu? İhraç ettiğimiz bütün mallar radyasyonlu oldukları gerekçesi ile geri dönüyordu, Kenan Evren televizyonda çay içiyor: “Bakın ben içiyorum bir şey olmuyor” diyor, Turgut Özal televizyona çıkıp az radyasyon yararlıdır diyor, Sanayi ve Ticaret Bakanı Cahit Aral televizyonda çay içiyordu (yıllar sonra bunun için halktan özür diledi). 6-7 yıl sonra Trabzon Tıp Fakültesi’nin, bölgede kanserlerin arttığını gösteren araştırmasını TAEK, Hacettepe’nin de desteği ile yalanlıyordu.
Halktan yana siyaset yapan Erdal İnönü, Deniz Baykal ve Bülent Ecevit de nükleer santral yapılmasını istiyorlar, doğa savunucularını hiç dinlemiyorlardı. Ecevit tam santrali başlatacakken ekonomik kriz araya girdi ve mecburen vazgeçti. Ortağı Mesut Yılmaz aynı gün, yabancı şirketlere yaptıkları masraflar karşılığında (dikkatinizi çekerim onlar istemeden) 30 milyon dolar ödememiz gerektiğini söyledi. Sık sık elektrikler kesildi. En son Japonya’daki felaketin hemen arkasından Erdoğan, nükleer santrallerin mutlaka yapılacağını söyledi. Burada size hepinizin bildiği radyasyonun çevreye verdiği zarardan, nükleer atık sorunundan, deprem ve tsunami tehlikesinden söz etmeyeceğim. Onun için diyoruz ki; en ucuz enerji tasarruf edilen enerjidir; güneş, rüzgar, dalga, jeotermal gibi yenilenebilir ve çevreye zararsız enerji kaynakları varken nükleere, HES’lere ve fosil yakıtlı santrallere HAYIR. Almanya 2022’ye kadar bütün nükleer santrallarını kaldırma kararı aldı. İtalya hükümeti, kurulması planlanan 12 nükleer santral projesini askıya aldı, halkın tepkisinden çekindikleri için referanduma gitmekten de vazgeçtiler. Bunlara karşılık Mısır, tıpkı Türk hükümeti ve yandaşları gibi 4 nükleer santral yapma kararı aldı. Biz buna layık mıyız? Buna boyun eğecek miyiz? İşte bütün mesele bu!”
AKTİVİSTLER NELER YAPIYOR?
Dere yataklarının yapılaşmaya açıldığı, kıyıların otoyollar ile yok edildiği, orman alanlarının taş ocaklarına dönüştürüldüğü, yerleşime açılmaması gereken kaçak yapı alanlarında “kentsel dönüşüm” adı altında yapılan uygulamalar ile ülkemizde, kentlerimizde giderek artan biçimde sel, toprak kayması gibi felaketlere bağlı olarak insanlarımızı kaybetmekteyiz. Neyse ki, hukuka uymayan, teknik ve bilimsel gerçeklere dayanmayan yaklaşımların sonucu ortaya çıkan bu çevre felaketlerine karşı, toplumda, siyasetçilerde, basın dünyasında duyarlılık yaratmak için çaba gösteren, kampanyalar düzenleyen pek çok kişi ve kuruluş bulunmakta. İklim değişikliğini durdurmak için atmosferdeki karbondioksit yoğunluğunun milyonda 350 parçacığa düşürmek için çaba harcayan 350 Ankara hareketi aktivistlerinden Önder Algedik bizi iklim için harekete geçmeye çağırıyor:
“1979 yılından bu yana, hükümetler iklim değişikliğini “müzakere” ediyor. Bugün atmosferdeki karbondioksit miktarı 393 ppm (milyonda parçacık sayısı). Bu yaklaşık bir derecelik küresel ısınma anlamına geliyor. Ancak sorun, artık ısınmanın da ötesinde, aşırı iklim olaylarının olağan hale geleceği, iklimin devrilme noktası. 2007 yılına kadar, böylesi bir noktanın 450 ppm olduğu düşünülüyordu. Ancak, o yıl çıkan raporda 450 ppm’nin çok riskli olduğunu ortaya koyarken, bilim, güvenli yoğunluğu geçtiğimizi ve bunun da 350 ppm olduğunu ortaya koydu.
İklim değişikliğinin faturasını hiç suçu olmayan fakirler ve fakir ülke halkları acı bir şekilde öderken, bizler de bu faturadan payımızı acı bir şekilde alacağız. Çözüm için ülkeler bir taraftan azaltım hedefleri koyarken, bir taraftan 2012’den sonrası için Kyoto Protokolü’nün ikinci yükümlülük dönemi anlaşmasını ağırdan alıyor. Ülkelerin hedefleri yeterli değil. Bu hedefler sadece iklimin devrilme noktasına dair riskleri birkaç yıl öteleyecek kadar; ama çözecek kadar değil. Hiç yükümlülüğü olmayan Maldivler 2020’de karbon nötr olmayı hedeflerken, Etiyopya gibi ülkeler herkesi imrendirecek projelere imza atıyor.
Ülkelerin attıkları adımlar yeterli değil; ancak, Türkiye hiçbir adım atmıyor. Hâlâ kömürün hepsini kullanmayı hedefliyor, toplu taşıma ve raylı sistem yerine otoyollar planlıyor ve sera gazı salımlarını ikiye katladı bile!
Zamanımız geçiyor, belki geçti bile! Bugün gereken adımları atarsak yarının tehlikelerini daha hafif atlatacağız. Ancak, politikacılar bu noktada değil.
Bilim dünyası 350 ppm’nin güvenli karbondioksit yoğunluğu olduğunu açıkladıktan sonra, dünyada 350 hareketi ortaya çıktı. 24 Ekim 2009’da 4500 kentte harekete geç çağrısı ile eylemler yaptı. 10.10.2010’da ise politikacıları beklemenin ötesine geçmek için iş yapma çağrısı ile 6000 kentte eylem yaptı. 2011’de ise daha fazla kentte ve insanla 24 Eylül’de sokakta olunacak!
350 Ankara, 24 Ekim’de meclis önüne yüzlerce bisikletli ve yaya ile çıkarma yaparken, 10.10.10’da 10 kentte bisiklet yolu açılışı yaptı. “Biz bisiklet yolunu açıyoruz; politikacılar, siz de iklimin yolunu açın” mesajını verdi. 350 Ankara içinde bir dizi aktivist var. İçlerinde, fotoğrafçılar, bisikletçiler ve tüketici örgütleri yer alıyor ve herkese ulaşmaya çalışıyor. Ancak, iklim meselesi hepimizin meselesi ve geleceğimiz için herkesin harekete geçmesi gerekiyor!”
İKLİM DEĞİŞİKLİĞİ, FELAKET Mİ OLAĞAN DÖNGÜ MÜ?
Belirli dönemlerde, gezegenimizin unsurları arasındaki doğal dengenin çeşitli nedenlerle bozulmasına bağlı olarak, iklimde de büyük değişmeler yaşanmaktadır. Doğal etkenlerle ilişkili olan bu değişmelere, endüstri devrimiyle birlikte, insan etkilerinin de katkısı olduğu düşünülmektedir. İklim değişikliği konusu bilim insanları, düşünürler, çevre aktivistleri arasında sürekli tartışılıyor. Yukarıda Önder Algedik’in belirttiği gibi, bir grup, iklim değişikliğinin sanayileşme ve tüketim toplumu gibi etkenlerle dünyayı ve yaşamı yok edebilecek tehlikeli bir süreç izlediğini, bu nedenle önlemler alınmasını savunurken, başka bir grup bu sürecin doğal olduğunu ve bu kadar kaygılanmaya gerek olmadığını söylüyor.
Hacettepe Üniversitesi, Çevre Mühendisliği Bölümü Öğretim üyesi Prof. Dr. Cemal Saydam sürecin doğal akışını izlediğini düşünenlerden. Sayın Saydam konu ile görüşlerini bizim için şu şekilde özetledi:
“Günümüzde çevresel sorunların ulaştığı boyut, ister istemez her olumsuz olayı insan eli ile bozulan doğanın bir cezalandırması şeklinde algılamamıza neden olmaktadır. Emin olun ki, geçmişte de böyle olaylar olmakta idi; ancak, küresel anlamda ulaşılan insan sayısı ve doğal olarak yaşam alanlarının gelişmesi, haberleşme, uydu verileri derken, meydana gelen her olaydan anında haberdar olmamız bizi hemen kötü düşüncelere itebilmektedir.
Yerküre var olduğu süreçte kimi zaman ısınmış, kimi zaman da soğumuştur, bunlar doğası gereği oluşan salınımlardır. İşte bunların farkında olmamız bir kışı ılıman, diğerini de soğuk geçirdiğimiz zaman bizi farklı düşüncelere itmektedir. Çok değil, daha 2011 kışını gayet ılıman geçiren bir Anadolu ve hemen kuzeyinde kara kıştan kasıp kavrulan bir Avrupa. Onlara göre küresel soğuma, bize göre küresel ısınma. Tüm dertler de buradan başlıyor zaten. Mevsimsel değişimler ile küresel iklim değişimleri arasındaki fark. Mevsimsel salınımların döngüsü 50, 100, hatta 500 sene olabiliyor; ama küresel iklim değişikliklerinin zaman aralığı binlerce seneler ile ifade edilebiliyor.
Bir faninin yaşamı sürecinde küresel iklim değişikliğinin alt veya üst tepe noktasını görebilmesi neredeyse imkansızdır. Çünkü bu süre en az 2-3 bin senelik bir zaman dilimini kapsamaktadır. Halbuki en iyi ihtimal ile yaşam sürecimiz ise sadece 80-100 sene. Bu noktaya temas ettikten sonra, gelelim yaşam sürecimizde yaşadıklarımıza. Elbette değişen bir şeyler var. Anılarımızdaki hava koşulları, yaşadıklarımız, doğal çevremiz, kuşlar, ağaçlar. İşte ağaçlar denilince bir başka olay da geliyor dikkatimize. Ağaçlar her geçen sene, büyümelerini gövdelerine bir halka olarak resmediyorlar. Yağışlı geçen sene geniş, yağışı az olan sene için ise dar bir halka ve bu süreç ağacın yaşamı boyunca devam ediyor ve de biliyoruz ki, bazıları da bin sene yaşıyor. İşte bunlardan alınan örneklere bakıp geçmişte ne olmuş onlar hakkında da yorum yapan bir bilim dalı bile var. Özetle, bu bilim dalına ait yayınlar diyor ki; Doğu Akdeniz’de 1400 seneden bu yana yağış rejiminde değişen hiç bir şey yok, her şey normal, olağan koşullarda sürüp gidiyor. Ve bizi şaşırtıyor. Halbuki bizim beklentimiz bir şeyler değişiyor sinyalini görmek; olmayınca, göremeyince kızıyoruz nedense, ama onlar, yani ağaç halkaları yalan söylemeyi bilmiyor ki! Neyse onu resmediyor. İçinizi rahat tutun, inanması zor belki; ama değişen bir şey yok, aslında var elbette. Farkındalığımız artıyor, teknoloji her yere anında ulaşabilmemizi sağlıyor; ama halen doğal güçlerin, doğanın acımasız kuvveti, kudreti altında ezilip gidiyoruz. En gelişmiş ülke de, en geri kalmışı da aynı kaderi paylaşıyor. Biri dertlerini daha çabuk sarabiliyor. Fark sadece bu kadar. Bunlar aslında ona saygımızın sürmesi gerektiğini anımsatan olaylar ve ona rağmen değil; onunla yaşamayı öğrenmemiz gerektiğini gösteren acımasız gerçekler.”
TUKODER Ankara Yönetim Kurulu Üyesi ve 350 Ankara aktivistlerinden Tülin Yıldırım ise iklim değişikliğine karşı mücadelede Türkiye’nin durumunu şöyle açıklıyor:
“İklim Değişikliği ile ilgili yürütülen müzakerelerde Türkiye aktif bir rol oynamadığı gibi, mümkün olduğu kadar sessiz kalarak ya da görünmez olarak sorunun kendisini pas geçeceğini düşünüyor. Bundan bir süre öncesine kadar sadece gelişmiş ülkelerin yarattığı iklim değişikliğinden bahsedilip onların çözüm üretmesi beklenirken, artık gelinen noktada gelişmiş ülkeler emisyonlarını sıfırlasa bile, bizim gibi gelişmekte olan ülkelerdeki artışın iklim değişikliğini devam ettireceği araştırmalarla ortaya kondu. Nitekim, Türkiye’nin kişi başı CO2 salınımları (5.3 ton) dünya ortalamasının (4.3 ton) oldukça üstünde. Üstelik iklim değişikliğinin yaratacağı kuraklığın da Akdeniz coğrafyasında yer alan bölgeleri ciddi olarak etkileyeceği bilinmektedir.
Türkiye, müzakerelerde, gelişmekte olan ülke statüsünde olduğu için sorumluluk almayacağını belirtmiştir. Fakat aynı ekonomik büyüme değerlerine sahip Meksika (%30), Endonezya (%26), G. Kore (%30) gibi ülkeler Kopenhag Uzlaşması çerçevesinde gönüllü olarak yapacakları azaltım hedeflerini bildirirken Türkiye bildirimde bulunmadı. Üstelik az gelişmiş ülkelerden Etiyopya bile bir dizi yenilenebilir enerji projesi yapmayı taahhüt etti.
Çevre ve Orman Bakanlığı’nın UNDP ile beraber hazırladığı ve yakında yayınlanacak olan Eylem Planında ise, daha önce hazırlanan strateji belgelerinde yer alan 2023 için %100 HES ve %100 kömür santrali hedeflerine sadık kalındığı görülüyor. Hala, talep oluştuktan sonra raylı sistem alt yapısı oluşturulmasından bahsediyor ve bunu 2020 hedefi olarak koyuyor. Çevre Tüketim Vergileri ile elde edilen paranın nereye gittiği bilinmezken bu vergileri artırmaya çalışıyor.
İklim değişikliğine karşı uyum için çalışma yapılmayan, hedef koymayan, ve bunlarla beraber iklim değişikliği karşısında büyük kayıplara uğrayacak bir ülkede hükümetlere baskı yapıp adım attırmak ise sivil topluma düşüyor.”
SIRA BİZDE… ÇÜNKÜ AĞAÇLARIN OY HAKKI YOK!
Doğa fotoğrafçısı, AFSAD Doğa Atölyesi eğitmeni Tarık Yurtgezer, çevre sorunları ve doğanın korunması ile ilgili olarak biz fotoğrafçılara düşen sorumlulukları şöyle açıklıyor:
“İklim değişikliğini en iyi gözlemleyenler arasında doğa fotoğrafçılarını sayabiliriz. Çünkü doğa fotoğrafçıları birkaç yıl arayla gittikleri aynı bölgedeki değişimleri görmekte ve belgelemekteler. Özellikle İç Anadolu’daki sulak alanlarda bu değişim belirgin bir biçimde kendisini gösteriyor. Dört yıl önce gittiğimiz göllerin su seviyesindeki düşüşler bölgedeki iklim ve yağış düzensizliklerinin ve yeraltı su seviyesindeki azalışların da göstergesi oluyor. Dört yıl arayla çekilmiş iki fotoğrafı yan yana koyduğumuzda durumun vahameti ortaya çıkıyor. Bu durum bilimsel araştırmalarla ortaya konmuş olsa bile, fotoğraflar çok daha etkileyici olabiliyor.
Doğa fotoğrafçıları bu sorunları ortaya koydukları gibi, sürecin sonunda yitirmemizin kaçınılmaz olduğu doğal değerlerimizi de göstermek, belgelemek gibi bir görevi üstlenip kamuoyu oluşumuna yardımcı olabilirler. Örneğin, Tuz Gölü’nün kuraklığa ve yeraltı su seviyelerindeki düşüşlere bağlı olarak yıldan yıla küçüldüğü kamuoyunca bilinmektedir. Fakat yitip giden sadece Tuz Gölü dediğimiz su birikintisi midir? Kamuoyunun bunu bilmesine rağmen Tuz Gölü çevresinde yaşayan, bu göle bağımlı, gölle birlikte bir ekosistem oluşturan canlılar ve akarsu, jeolojik oluşumlar gibi doğal yapılar hakkında hiç bilgisi yoktur. Bu ve buna benzer eko sistemlerin fotoğraflanması, bu alanlarda faaliyet gösteren doğa korumacı kuruluşlara görsel malzeme sağlayıp ortak çalışmalar yapılması doğa fotoğrafçıları için bir görev gibi görünmekte. Bunun için doğa fotoğrafçılığının kurumsallaşması gereklidir. Fotoğraf dernekleri bünyesinde çalışma yapan doğa fotoğrafı grupları için bu tip çalışmalar hem bir fotoğraf çalışması hem de doğanın korunmasına katkı sağlayacakları bir etkinliktir.
Dünyada yedi milyar insan yaşamakta. Bu muazzam bir popülasyon. Bu kadar insanın barınma ihtiyacı, ısınması, gıda gereksinmesi ve bunların karşılanması için sanayi üretimine hız verilmesi, doğal kaynakların hızla tüketilmesi ve tüm bunların sonunda doğaya bırakılan atıklar, diğer canlıların yaşam alanlarının daralması…
Bütün bunlara bakınca karamsar olmaktan daha çok umutsuzluğa kapılıyorum. Doğayı korumalıyız; ama bilmeliyiz ki, doğa koruma çalışmaları kaçınılmaz sonu sadece geciktirecek. Çıkış yok gibi görünse bile, çocuklarımız için bu sonu mümkün olduğunca geciktirmeliyiz.”
Günlük hayatımızdan tüketim anlayışımıza, tercihlerimize uzanan geniş bir yelpazede özeleştiriye ihtiyacımız olduğu kesin. Gezegenimiz, kendimiz ve gelecek kuşaklar için şimdiden harekete geçmemiz gerekiyor. Fotoğraf, yakın geçmişte savaşları bitirebilen bir araç, belki gezegenimizi de kurtarma konusunda bize yardımcı olabilir.
Tansu Hocamızın dediği gibi: : “Ağaçların oy hakkı yok; oy hakkı olanların da bilgi ve sevgisi eksik.”
Sıra bizde… Tüm fotoğrafçıları ağaçların, hayvanların, doğanın yanında olmaya davet ediyoruz.
Bilgimizi ve sevgimizi çoğaltarak…
Kontrast Sayı 24, Temmuz-Ağustos 2011
Hazırlayan: Zeynep ŞİŞMAN