Her yenilik, insanın yalnız yaşam biçimini değil, aynı zamanda, düşüncesini de değiştirir. Bu nedenle, alışkanlıklarıyla yaşayan gelenekçiler için her yenilik bir yıkımdır. Çünkü önceki değerlerin, düşüncelerin, inançların, yıkımı demektir. Fizik ve kimya bilimi ailesinin çocuğu olan fotoğrafın keşfinin resim sanatı dünyasında nasıl bir şok yarattığını kestirebilmek günümüz insanı için pek kolay olmasa gerek. Mağara dönemi insanı için yaşam sürdürme aracı olan, büyü amacına dönük resim sanatının, sonraki çağlarda, iletişim aracı ya da -estetik içeriği dışında- yaşamın her alanını betimleyen görsel belgeler olarak da önemli bir işleve sahip olduğu bilinmektedir. Ancak teknik bir buluş olarak fotoğrafın, bir anlamda pabucunu dama attığı sanılan resim sanatına göre kolayca çoğaltılabilirlik özelliği, yaşam biçimini önemli ölçüde etkilemiş, modadan reklam endüstrisine ve bilimsel araştırmaların belgelendirilmesinden sanata dek geniş uygulama alanı bulmuştur.
Daguerre’ün buluşuyla, görüntünün saptanması anlamına gelen fotoğrafın doğum yılı sayılan 1839 tarihinin, o zamana dek nesnenin görüntüsüne bağımlı resim sanatını olumsuz etkileyerek yıkımını sağladığı sanılmıştı. Ama, o zaman belki de hiç kimse bu yeniliğin sanat tarihinin en büyük devrimini tetiklediğini aklına bile getirmemişti.
Nesnenin optik görüntüsü yerine, görüntünün ardında yatan gerçeğe inmeyi gerektiren “düşünce resmi” çağını açtığını… Böylece, sanatın salt beceri işi olmadığını ve zekâ pırıltısı taşımayan, “düşünce ürünü olmayan hiçbir şeyin sanat olamayacağı” görüşünü gündeme getirerek sanata yepyeni bir içerik kazandırmıştır.
19. yüzyılda başlayan ve 20. yüzyılda bilim ve teknolojinin yaşamı olağanüstü bir biçimde değiştirmesiyle, makineler ve onların ürettiği nesneler dünyasına gömülen insan, sanatsal anlatım gereçlerini de yeni yaşamından seçerek, sanat anlayışını değiştirmeye; böylece insan duyarlığının yerini giderek makinelerin almasıyla, İspanyol düşünürü Jose Ortega y Gasset’in deyimiyle, “sanatın insansızlaştırılması”na doğru gidiş başlamıştır.
Her şeyin baş döndürücü hızla değiştiği çağımızda, yeni buluşların yaşantımıza getirdiği değişikliklerin, değişik anlatım araçlarını da birlikte getirmesi doğaldır. Böylece başlangıçta, optik fizik yasalarına ve kimyasal maddelere bağlı, teknik bir buluştan öte bir anlam taşımayan fotoğraf da zamanla “altıncı sanat” olarak kültür ve sanat tarihinde yerini almıştır. Kuşkusuz ki, yeniliklerle birlikte, düşüncelerimize en uygun düşen sanatsal anlatım araç-gereçlerinin seçimini kestirebilmek pek kolay olmadığı gibi, neyin sanat ve kimin sanatçı olup olmadığını, kesin kuram ve kurallarla sınırlamak da olanaksızdır. Ancak sıkça dile getirildiği gibi, her anlamda, sipariş üzerine çalışmayan, ‘serbest’ yaratıcılara sanatçı denir. Öyleyse: “fotoğraf sanatçısı; kendi sanatsal düşüncelerini biçimlendirmek için fotoğraf tekniklerini kullanan ve fotoğrafı bağımsız anlatım aracı olarak anlayan kimsedir.” Pop sanatının ünlülerinden Man Ray’in şu sözünün tam da tanıma uygun düştüğünü belirtmek gerek:
“Hayallerim, rüyalarım veya ilhamlarım gibi fotoğrafını çekemediğim şeylerin resmini yaparım. Zaten varolan ve resmini yapmak istemediğim şeylerin ise fotoğraflarını çekerim.”
Sanatçılar arasında fotoğrafı bağımsız bir sanat olarak kullananlar olduğu gibi, 20. yüzyılın başlarından beri resim içerisinde kolaj olarak kullananlar da olmuştur. Örneğin: Dadaların, pop vb. sanatçıların yapıtlarında fotoğrafı kullanmış olmaları -fotoğraf sanatçıları dışında- fotoğraf sanatçısı sayılmalarını gerektirmemektedir.
Ancak, fotoğraf tekniğinin kimyasal gereçlerini ve işlem olanaklarını kullanarak yapıtlar veren ressam Polke, fotoğraf alanında da, kendi kuşağının ileri gelen sanatçılardan biridir.
Fotoğrafın geniş kullanım olanakları içinde neyin ve hangisinin sanatsal olup olmadığını belirlemek pek kolay olmadığı gibi, sorumluluk da gerektiren bir durumdur. Hangi gereci ve tekniği kullanırsa kullansın, bir sanatçı için önemli olan kendini en dolaysız biçimde dışa vurma olanağı sağlayan aracı keşfederek özgün bir dil geliştirebilmesidir. Özellikle sanat alanlarının iç içe geçtiği, akımların ortadan kalktığı ve bireyin iyice öne çıktığı çağımızda, “sanattan çok sanatçılar vardır” söyleminin oldukça taraftar bulduğu gerçeği yadsınamaz.
Özgünlüğün, öznellikle özdeşleştirildiği düşünce ortamında, sanatsal kuram ve kurallardan çok, bireyin düşüncelerinin ve duygularının ön plana çıktığı bir ortamda sanat da: “duygu ve düşünceye biçim vermek” olarak tanımlanabilir. Duygu ve düşünce varlığı olarak insanın sinmediği bir görüntünün ya da yapıtın sanat olup olamayacağı tartışma götürür bir durumdur.
Örneğin: Van Gogh’un kendini öldürmeden önceki, son yaptığı Ekin Tarlası ve Kargalar tablosundaki ne tarla ne de kargalar optik bir görüntüden ibarettir. Ekin tarlası da kargalar da, derin ruhsal bunalımlar içindeki Van Gogh’un duyumsadığı ve boyasal biçimlere dönüştürdüğü duygularının, izleyicisini de derinden kavrayan psikolojik yansımasıdır.
Kişinin parmak izi gibi, duygu ve düşüncenin izi olan bir tablonun etkisiyle optik yasalara bağımlı makineden yansıyan görüntünün etkisini nasıl ve hangi ölçütlerle değerlendirmek gerekir? Belki de bu nedenden ötürü sanatları, “pür”lük derecesine göre sınıflandıran estetik kuramcılar, teknolojik araçlara ve özdeksel gereçlere gereksinim duyup duymama durumunu göz önünde bulundurarak değerlendirme yapma gereğini duymuş olabilirler.
Örneğin, doğrudan düşüncenin kalıbı olan ve özdeksel olan hiçbir şeye gereksinim duymayan şiir sanatının en pür sanat olduğu ileri sürülmektedir.
Kuşkusuz anlatım olanakları ve gereçleri farklı olan sanat alanlarını kıyaslayarak, birbirleriyle yarıştırmak söz konusu olamaz. Kullanılan araçgereç ne olursa olsun, önemli olan onu kullananın sanatçı olup olmadığıdır.
Kafiye dizmenin şair olmak, resim yapmanın da sanatçı olmak anlamına gelmediği gibi, her deklanşöre basanın da fotoğraf sanatçısı olduğu anlamına gelmez. Amatörlerden medya ve moda fotoğrafçılarına dek birçok alanda çalışanların, çektikleri fotoğrafların az-çok estetik değer taşıması, sanatçı sayılmalarını gerektirmeyebilir.
Bir başka deyişle: “Herkes nota yazar ama operayı sanatçılar besteler.”
Çağının tanığı olan sanatçıların her şeyden önce, yaratıcı gücünü, bilinmeyen doğaüstü güçlerden değil, uzun süreli ve disiplinli bir çalışmayla, titiz bir gözlem sonucundaki araştırmalara dayalı birikimden alan, özgür düşünce insanı ve bilge olmaları gerekir. Çünkü sanatsal yaratıcılığın ön koşulu olan duyarlı ve seçimci tavır, nesneler arasındaki düzen ve düzensizlik ilişkilerini derinliğine araştırmayı zorunlu kılar.
Görsel sanatların özünü oluşturan; görsel algılama ile “düşünme”nin ilişkisi antik çağdan beri tartışma konusu olagelmiştir. Duyular aracılığıyla alınan izlenimlerin, düşünme eyleminin çıkış noktası ya da hammaddesi olduğu kabul edilmekle birlikte, görme ve düşünmenin birbirinden bağımsız olduğu sanılmıştır. Oysa, beyin denen fabrika, hammadde toplamadan düşünce üretemez. Düşünme dediğimiz anlama işlevleri, zihinsel süreçler, algının üstünde ve dışında değil, aksine algı ile sıkı ilişki içindedir. Bu bağlamda Schopenhauer, “Akıl dişi doğadır, sadece gebe kaldıktan sonra doğurabilir. Yani açıkça, aklın evrendeki sorunlarla başa çıkabilmesi için iki işlevi yerine getirmesi gerekir; bilgi malzemesi toplamak ve işlemek.” “Göz beynin evrene açılan penceresidir, gözü olmayan bir beyin, penceresiz bir ev gibidir” diyen Leonardo da Vinci de, gözün beyne giden açık kapı olduğunu, her şeyin en kolay oradan girerek akıl hanesine yerleştiğini belirterek, görsel algının insan yaşamı için ne denli önemli olduğunu vurgulamak istemiştir. Kısaca, gözle düşünmek anlamına gelen görsel algı, estetik haz ve bilgiye yönelik yoğun dikkat demektir. Çünkü “Duyumlarda olmayan akılda da yoktur.” Görme ve işitmenin “zekâyı kullanmak için en mükemmel ortamlar” olduğunu söyleyen sanat bilimcisi ve algı psikoloğu Rudolf Arnheim’a (1904-2007) göre de: “Görmenin büyük meziyeti ise, yalnızca son derece açık seçik bir iletim ortamı olmasından kaynaklanmaz, bunun yanısıra görme evreni, dış dünyanın nesneleri ve ortamı hakkında bitip tükenmez zenginlikte enformasyon da sağlar. İşte bu yüzden görme, düşünmenin temel ortamıdır.” [1]
Gözle düşünmenin, “dikkatin, bilinçle seçilmiş bir nesne üzerinde yoğunlaştırılması sonunda nesnenin kendi içindeki ve çevresiyle olan ilişkilerinin (yani farklılıklarının) irdelenmesi” olarak kabul edersek, fotoğraf sanatçısını da gözüyle ve gözünün uzantısı olan “objektifiyle düşünen” bir düşünür; kendini, aklı ve duygularıyla objektifine ekleyen biri olarak değerlendirmek gerekir. Titiz bir gözleme dayanan araştırmalar sonunda, karmaşa içindeki ayrıntılarda bütünü görmeye ve evrenin gizini sezmeye çalışan, estetik bir düzen avcısıdır sanatçılar. Güzellikleri yaratanlar onlardır; çağdaş dünyamızın tüm canlılığını, entelektüel bir aşkla, doğayla sevişen bu yaramaz çocuklara borçluyuz.
[1] R. Arnheim, Görsel Düşünme, Çev. Rahmi Öğdül, Metis Y., İstanbul, 2007, s. 34.Kontrast Sayı 30, Temmuz-Ağustos 2012
Zafer GENÇAYDIN