Eserlerinizde,tarihteki sanatçıların eserlerini kullanarak, kendi vücudunuzu veya yüzünüzü yerleştiriyorsunuz. Güzel sanat üretme açısından baktığımızda, bu stiliniz hakkındaki düşüncelerinizi öğrenebilir miyiz?
Başlangıçta, tamamen farklı bir şey düşünmüştüm. Amacım, ne güzel sanat tarihini altüst etmek ne parodi eserler yaratmak ne de şaheser diye bilinen eserlere hakarette bulunmaktı. Yalnızca, kendi stilimle “otoportre”i sanat tarihiyle ilişkilendirerek, sanat tarihini kendimce yorumlamayı istedim. Buna rağmen stilimin, güzel sanatlar tarihine bir çeşit huzursuzluk getirmiş olduğu hissine kapıldım.
Ben modern zamanda yaşayan bir insanım. Bu zamanın insanlarının yüzlerini, birkaç yüzyıl önceki şaheserlerin içine işliyorum. Ellenmemesi gereken değerli kültürel miraslarını pervasızca yorumlamam, güzel sanatlar tarihine saygı duyan insanlar için, oldukça mutsuz edici bir hareket olmuş olmalı. Benim eserlerimi gördükten sonra; nereden geldiği belli olmayan, adsız birinin, hiçbir çekinmesi olmaksızın ve onay beklemeksizin gayet rahat bir şekilde kutsal bir yere girmesi gibi düşünmüş olmalılar.
Ayrıca ben, tipik bir Japon yüzüne ve fiziğine sahibim. Japonların batının güzel sanat tarihinde görünmesi, yine kimilerini yabancı kültürlerden batı kültürüne zoraki bir müdahale diye düşündürmüş olabilir.
Resimlerimde kendimi sık sık kılık değiştirerek kadınların yerine koyarım. Erkek olduğum için, erkeğin bir kadın kılığına girmesi, elbette zordur ve burada da bir huzursuzluk hissi oluşuyor. İnsanlar, erkeklere ve kadınlara yönelik şeyler arasında, belirgin bir çizgi olduğunu düşündüğünden, benim eserlerim, fazlasıyla ahlaksız görünmüştür.
Bu negatif yorumları göz önünde bulundurunca, “Belki de bu huzursuzluk hissi, güzel sanatın asıl gücüdür.” diye düşünüp gitgide daha ileriye dönük bir yaklaşım elde ettim. Caravaggio, eski efsanelerdeki karakterleri, kendi yaşadığı dönemdeki insanlara benzeterek, eskiyi güncele getirmeyi başarmıştır. Rembrandt ise, tanrıça çizdiği zaman, alımlı yüz ve fiziğe sahip bir model kullanmadığından, öğrencisi tarafından eleştirilmişti ama şimdi bakacak olursak, bu ressamın çizdiği tanrıça figüründe, öğrencilerinin eserlerinden çok daha fazla canlılık hâkim. Ve Van Gogh’a gelince, Japon kültürünü, muhtemelen kendince yorumlamasıyla; o özgün renkleri, motifleri ve duygu yüklü parlaklığı elde edebilmiştir.
Sabitlemesi ya da değiştirmesi zor bir hal almış güzel sanatlar tarihine huzursuzluk hissini getirerek, güzel sanatlar tarihini yeniden yorumluyorum. Büyük ressamların, ellerinden gelen her türlü yöntemle meydan okuduğu bu savaşa, ben de bana ait olan stilimle meydan okumayı istiyorum.
Yeniden yorumladığınız görselleri seçme kıstasınız nedir? Bu görseller ne çeşit değerler ya da nitelikler taşıyorlar?
Kendi eserlerimde hangi temayı seçmem konusunda, öyle kalıplaşmış bir kıstasım yok. Ama şimdiye kadar üzerinde çalıştığım eserlere dönüp baktığımda, hepsinde bulunan ortak bir temayı fark ettim. Örneğin, bundan 32 sene önce (1985), Van Gogh’un “kulağı kesik otoportresi”ni kullanarak, kendi otoportre resmimi yaptım. Kulağını kesmenin verdiği acının resmedildiği bir eserin temasıyla yapılmış bu resim, benim ilk gerçek eserim oldu.
Ardından Lucas Cranach, Caravaggio, Frida Kahlo’nun oto portreleri ya da Vietnam savaşı, Japon sağcı gençlerinin solcu bir politikacıya suikast düzenlediği sahne, harakiri yaparak hayatına son veren Yukio Mishima’nın balkon konuşması gibi “acı” temalı eserleri yeniden canlandırdım ve geliştirmeye çalıştım.
Bu “acı” temasına eğilimli oluşumun pek farkında değildim ama son zamanlarda farkına vardım ki, bu his benim için en önemli temalardan biriymiş.
Eğer “acı”yı hiç hissetmemiş olsaydım, muhtemelen kendimin farkına varamazdım. Kendi “acı”ma duyarlı olmasaydım, başkalarının “acı”sını da kendi acımmış gibi hissedemezdim.
Kendimin ve başkalarının “acı”sı ile duyularımı güçlendirmem, güzel sanatlardaki dışavurumumla da bağlantılıdır. Elbette eser yaratmak için kullandığım birçok başka tema da mevcut. Fakat unutulmuş veya körelmiş anıları “acı” dürtüsü ile uyandıran güzel sanatlara, fazlasıyla ilgim var.
Üretim ve tüketim, yaratıcılık ve taklitçilik, kendine mal etme ve orijinal olan arasındaki çizgiyi çeken Post-Modern Sanat hakkındaki fikirlerinizi alabilir miyiz?
“Çizgi çekmek” dediğimiz şey: dünyayı, kategorize ettiğimiz parçaların bütünü olarak algılamamız anlamına gelir. Böylece dünya, kategorize edilerek anlaşılabilir bir hâl almıştır. İnsan, cinsiyet ve ülke sınırı gibi sınıflandırmalarla her şey, dünyayı algılayabilmek için insanın yaratmış olduğu bir “ayrımcılık bilinci”dir.
Böylesine bir “ayrımcılık bilinci”nin etkisiz olduğu bir yer olarak, güzel sanatı ele almak istiyorum. Tabii ki bunun gerçekten uzak bir ütopya olmaktan ileri gitmediğinin farkındayım. Buna rağmen, kategorize etmemeye (ayrımcılık yapmamaya) yüzümü dönerek, hedeflediğim yolumda bıkmadan kendimi geliştirerek ilerlemek için sanatı ele almamın, çok anlamlı olduğunu düşünüyorum.
Üretim ve tüketim, yaratıcılık ve taklitçilik, hazıra konma ve orijinal olan… Bunlar gibi zıtlıklar da yine dünyayı anlayabilmek için olan sınıflandırmanın varyasyonlarıdır. Herhangi bir şeyi sınıflandırdığımızda anlamamız kolaylaşır ama sınıflandırmanın özü, aslen sabitleştirmeye karşı durmalıdır. Örnek olarak, “yaratıcılık” ile “taklitçilik” diye sınıflandırdığımızda, yaratıcılığın taklitçilikten daha değerli olduğunu düşünmemizin sebebi, telif hakkı ve özel mülkü olağan bir şey olarak kabul gören toplum sisteminin içinden çıkmış, göreceli bir “değer bilinci”olmasıdır. Asla mutlak bir değer değildir.
Dikkatli düşününce, yaratıcılığın, taklitçiliğin sürdürülmesi sonucu oluşmuş olması ya da taklitçilikten doğan bir yaratıcılığın olması, çok ender bir durum değildir. Kendimi tekrarlamış olacağım ama yaratıcılığın taklitçiliğe yönelik
baskın önderliğinden bahsedersem, toplum sistemi tarafından insan bilinci sabit değerlerce etrafı sarılı bir hale geliyor.
Kategorize etme ya da edilmeyi reddetmenin, sanatçının sahip olması gereken bir davranış olarak oldukça etkili olduğunu düşünüyorum.
Sanatın geçmişteki çevresi ile şimdiki çevresi kıyaslandığında,nedenfotoğrafmedyasınıkullandığınız hakkında bize düşüncelerinizden bahseder misiniz?
Fransa’nın meşhur fotoğrafçılarından biri olan Henri Cartier-Bresson, gençliğinde ressam olmayı istemiş, ama fotoğrafçı olmuştu. Neden peki? Muhtemelen elle çizimden çok “göz ile çizim” yaparak amacına ulaşacağını biliyordu. Çünkü onun gözleri “kamera gözü”ydü. Ayrıca elin değil de gözün daha önemli olduğu bir düşünce yapısı, 20. yüzyılın mantalitesine tam uymaktaydı.
Man Ray’in durumu ise Bresson’dan farklıydı. Resim de çizdi, sanat eseri de yaptı ve bunlarla birlikte ardında bolca film ve fotoğraf bıraktı.
Çeşitli denemelerinin içinde, en ilginç olanının fotoğraf olduğu düşünülmekte. Yaptığı şeyin bir sanat eseri mi değil mi, sorusunu bir kenara bırakıp yalnızca fotoğraf makinesi ile karanlık odada eğlenmeyi sevmişti. Sonuç olarak güzel sanatlar tarihinin ağırlığı altında ezilen sanat eserlerinin genel fikirlerinden sıyrılıp 20. yüzyıla ait bir “hafiflik” elde etmiştir. Fotoğraf makinesinin sahip olduğu çeşitlilik, popülerlik, portatif olması hızlı olması, hafifliği ve estetiği: 20. yüzyılı yaşayan Man Ray’i fotoğrafçılığa yöneltmiştir.
Bana gelince, güzel sanat çalışmalarıma resim çizmek ile başladığımdan durumum Bresson’a oldukça benziyor. Ama aynı zamanda Man Ray gibi fotoğraf makinesi ile tanışmam, tamamen ilgi ve eğlence olarak başladı. Onları görünce 20. yüzyılın ortalarında (1951’de) doğan ben de onlarla benzer şekilde 20. yüzyılın duygularına sahibim ve bu duyguları fotoğraf ile dışavurumun çok anlamlı olduğunu, tekrar tekrar hissediyorum.
Ama artık 21. yüzyıldayız. Fotoğrafın dönemi sona erdi desem, yalan olmaz. Hâlâ fotoğraf ile dışavurum yöntemlerini kullanalım dersek, hangi yöntemler kaldı ki! Artık fotoğrafa güvenmez olduğumuz bu devirde, fotoğrafçıların “fotoğrafa dair fotoğraf” veya “fotoğraf eleştirisi olarak fotoğraf” yöntemlerini denemek dışında başka pek bir seçenekleri kalmadı. Yine de bu yöntemler kendi içinde oldukça motive edici ve ilginç denemeler olup güzel sonuçlar ortaya çıkartır diye düşünüyorum.
Sanat akımları ve stilleri şeklinde bölümlere ayırınca, sanat tarihini anlamak daha kolay olmalı. Peki kendinizi izleyici yerine koyduğunuzda, tamamen değişik bir stil kullanarak yeniden yorumlamanın ve bir sanat eserini güncellemenin iyi yanları ve de zorlukları ne gibi şeylerdir?
Sanat tarihinin rekonstrüksiyon (yeniden yorumlama) denemesi, bir çeşit macera gibi ve bu benim hoşuma gidiyor. Sanat tarihinde kabul gören fikirler, sanat dünyasına yönelik kalıplaşmış çözümler sunuyor ve tabii ki, bunları zorunlu hâle getirmeye çalışıyor. Aslında sanat tarihini tekrar tekrar yazıp değiştirmek mümkün. 100 kişi toplanırsa, 100 farklı güzel sanat tarihi olur. Mesela, batı güzel sanatlar tarihindeki kabul gören fikirleri, neredeyse hepsini batılı erkekler yorumlamıştır desek, abartmış olmayız. Eğer bir kadın sanat tarihçisinin gözünden bakarsak, tamamen farklı bir görüş elde ederiz ya da benim gibi batılı olmayan bir kültürün insanının gözünden bakınca da bambaşka bir görüş elde etmiş oluruz. Sanat tarihinin böylesine çeşitliliği, aslında bu tarihin keyifli yanı oluyor ama zorunluluklarla sabitleşmiş ve değişiklik yaratmayan bir sanat tarihi, daha anlaşılır olduğundan birçok insan tarafından daha çok seviliyor gibi görünüyor.
Sanat tarihini tek bir büyük yol gibi algılamak yerine, sayısız küçük yollardan oluşan bir yapı olarak algılamak ve bu yolları dikkatlice çözümlemek gerekir. Bu, çok uğraş gerektiren bir çalışma ve sanat tarihini anlaşılmaz bir hâle getirebilir ama birisinin yapması gereken bir şey. Daha anlaşılır olmayı hedefleyip popülizmin tuzağına düşmek, tamamen sakındığım bir şeydir.
Sanatçı ya da eser; sizce hangisi daha değerlidir?
Eser yaratıcılarının çoğu, eserin daha değerli olması gerektiğini düşünüyor. “Siz ne kadar da harika birisiniz!” diye övülmek yerine ardında “Bu eseriniz ne kadar da harika!” diye övünülecek bir şey bırakmak, sanatçılar için daha mutlu edici bir olgudur.
Ama eserleri görmeye gelen kişilerin birçoğu, bu konuda yanılıyor. Birçok insan, “Bu eseri kim yaptı?” diye sorması gerektiğini sanıyor. Başarısız bir eser dahi olsa, Picasso’nun bir eseri olduğunu fark edince, hiç ilgisini çekmemiş bu eser, bir anda çok değerli bir eser hâline geliyor.
İşte bu yüzden, sanatçı ya da eserden hangisi daha değerli gibi bir sorudan önce “İnsanlar neden sanatçının daha değerli olduğunu düşünüyor?” ya da “Sanatçılar neden eserin daha değerli olduğunu düşünüyor?” gibi sorular sorulması daha öncelikli. Hem böyle bir sorunun yanıtının daha ilgi çekici olduğuna inanıyorum.
Bize son işlerinizden bahseder misiniz? Nasıl tarif edersiniz?
Benim şimdiki stilime karar verişim, bundan 32 yıl kadar önce 1985’teydi. O zamandan beri kararlı bir şekilde devam ettim ve şimdiye kadarki çalışmalarıma bizzat geriye dönüp baktığımda, “Tam olarak ne yaptım?” diye yeniden düşününce, bu düşüncenin kendisinin sonuç çıkarmam gereken bir ders olduğunu düşünüyorum. Şu zamana kadar denediklerim, güzel sanatlar tarihi ve insanlık tarihinden esinlenerek yorumladığım şeylerdi ama bundan sonra yapmam gerekenlerden bir tanesi, üzerinde çalıştığım eserlerden esinlenerek onları yeniden yorumlamak olacak. Artık böyle bir şey yapmam gereğini hissettiğim bir vakte geldim.
Sanatın geleceği hakkında ve geleceğine yönelik fikirleriniz varsa bunlardan bize bahseder misiniz? Sanatın geleceği sizce nasıl bir şey olacak?
Sanatın geleceğinden ziyade, insanoğlunun geleceği beni daha çok endişelendiriyor. İnsan var olduğu sürece sanat da olacaktır. Muhtemelen bizim şu anda sanat olarak adlandırdığımız şey fazlasıyla değişecek ama sanatın tek başına yok olması söz konusu değildir.
Ancak insanoğlunun yok olma olasılığı, şu anda bile fazlasıyla göz önünde bulunuyor. İşte o zaman, sanat yok olur.
Çeviri: Cihan Yavuzcan
Yasumasa Morimura’nın portfolyosuna buradan ulaşabilirsiniz