Hukuki olarak Suriyeliler mülteci olarak kabul görmese de son düzenlemelerle birlikte şartlı mülteci kavramı ile sorunun üstesinden gelinmeye çalışıldığını belirtmek gerekir. Bununla birlikte Suriyeliler iyi bir yaşam sürmekten ziyade; öncelikli olarak güvenlik, beslenme, barınma, sağlık ve çocukların eğitimi gibi temel ihtiyaçlarını karşılama arayışındadırlar.
2011 Mart ayından itibaren Suriye’de başlayan halk hareketi kısa süre içerisinde silahlı bir iç savaşa dönüşürken, Suriye İç Savaşı şimdiden Ortadoğu bölgesinde siyasal, ekonomik ve toplumsal etkiler bırakmış durumdadır. Bu sonuçlardan öte Suriye krizini önemli kılan unsurlardan biri de insani boyuttur. İç savaş sırasında yaşamını yitirenlerin sayısı 300 bini geçerken, yerinden edilenlerin sayısı ise milyonları aşmış durumdadır. Tam olarak bilinemese de yaklaşık 5 milyona yakın Suriyelinin ülke dışına göç etmek zorunda kaldığı belirtilmektedir. Aynı şekilde ülke içinde de yaklaşık 5-6 milyon kişinin de yer değiştirmek zorunda kaldığı ifade edilmektedir. Dolayısıyla 10 milyonun üstünde bir kitle Suriye İç Savaşı’ndan doğrudan etkilenirken, geri kalan kesimlerde savaştan farklı şekilde etkilenmeye devam etmektedir. İç savaş öncesi toplam nüfusunun yaklaşık 23 milyon olduğu düşünülecek olursa, Aralık 2014 itibarıyla nüfusun yaklaşık yarısı iç savaşın etkilerine doğrudan maruz kalmış bulunmaktadır. Suriye dışına gitmek zorunda kalanların önemli bir kısmı ise doğrudan komşu ülkelere sığınırken, en büyük göç hareketi Türkiye ve Lübnan’a olmuştur. Çatışmaların yaşandığı bölgeler dikkate alındığında, göç hareketinin süreceği öne sürülebilir. Nitekim, Kobani’de IŞİD’in saldırıları sonucu 190 bin kişinin çok kısa süre içerisinde Türkiye’ye göç etmesi de insani krizin derinleşerek süreceğine işaret etmektedir. ABD ve bölge uzmanlarının yaptığı değerlendirmelere bakılırsa, çatışmaların beş yıldan daha uzun bir süre süreceği ifade edilmektedir. Zira çatışmaların kısa sürede sona ermesi durumunda bile geriye dönüşün sınırlı düzeyde kalacağı dikkat çekmektedir. Birçok yerleşim bölgesi çatışmaların etkisiyle büyük bir yıkım yaşarken, toplumsal düzeyde de Suriyelilerin 2011 öncesi gibi birlikte yaşaması da oldukça güçtür. Geriye dönülmez bir sürecin içerisinde olduğumuz realitesi Suriyeli mültecilere dönük uzun dönemli planlamaların yapılmasını da zorunlu hale getirmektedir. Bu durumda Türkiye’nin daha uzun dönemli program ve planlamalar içerisine girmesi de gerekecektir.
Öte yandan her ne kadar hukuki olarak Suriyeliler mülteci olarak kabul görmese de son düzenlemelerle birlikte şartlı mülteci kavramı ile sorunun üstesinden gelinmeye çalışıldığını belirtmek gerekir. Bununla birlikte Suriyeliler iyi bir yaşam sürmekten ziyade; öncelikli olarak güvenlik, beslenme, barınma, sağlık ve çocukların eğitimi gibi temel ihtiyaçlarını karşılama arayışındadırlar. Mülteciler, ev sahibi ülkeler ve toplumlar açısından da farklı etkiler doğurmaktadır. Planlı ve iyi koordine edilmeyen durumlarda toplumsal düzeyde ekonomik paylaşım, sosyal sorunlar, salgın hastalıklar gibi sağlık problemleri veya etnik-mezhepsel dengelerin değişmesinin yarattığı gerginlikler mültecileri kabul eden ülke halkı arasında farklı tartışmaların oluşmasına zemin hazırlamaktadır. Türkiye’deki duruma dikkat çekecek olursak, benzer gerginlik ve durumların yaşandığı görülmektedir.
Türkiye’deki Suriyeliler: Misafirlikten Ev Sahipliğine
29 Nisan 2011’de 252 Suriyelinin Hatay sınırından ülkeye girişiyle birlikte Türkiye uzun dönemli sonuçları olacak ilk mülteci dalgasıyla tanışmış olmaktaydı. Her ne kadar daha önceleri Iraklı Kürtlerin toplu göçüne ev sahipliği yapılmışsa da, yeni göç dalgası öngörülenin ötesinde bir etkiye yol açacağı ilk günden kendini göstermeye başlamıştı. Nitekim 252 kişilik ilk göç dalgası 2015 yılına girilirken 2 milyonluk bir kitleye ulaşmış bulunmaktadır. AFAD verilerine göre 7 Kasım 2014 itibarıyla barınma merkezleri içinde ve dışında yaklaşık 1 milyon 645 bin Suriye vatandaşı Türkiye’de bulunmaktadır. Türkiye’de 10 ilde 22 barınma merkezinde bulunan Suriyelilerin, toplam Suriyeli nüfusunu ancak %10’unu oluşturmaktadır. Toplam 16 çadır kent, 1 geçici kabul merkezi ve 6 konteyner kentte kalanların sayısı 226 bin civarındayken, yaklaşık 1.5 milyondan fazla Suriyeli ise ülke içerisine dağılmış durumdadır. Barınma merkezlerinde Suriyelilerin; barınma, yiyecek, sağlık, güvenlik, sosyal aktivite, eğitim, ibadet, tercümanlık, haberleşme, bankacılık ve diğer insani ihtiyaçları karşılanırken, kamp dışında kalanların temel hizmetlere ve yardımlara ulaşması ise oldukça güçtür. Dolayısıyla kamp dışındaki mültecilerin temel ihtiyaçları ve hizmetlere ulaşımını yerel kapasitelerle karşılamak neredeyse imkânsız hale gelmiş bulunmaktadır.
Türkiye yoğun göçün etkisiyle ilk kez göçmenlerle ilgili bir yasa hazırlığı içerisine girerken, kabul edilen Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu ile Suriyelilerin statülerinde yaşanan belirsizliği nispi anlamda gidermeye çalışmıştır. Aynı şekilde İçişleri Bakanlığı bünyesinde kurulan Göç İdaresi Genel Müdürlüğü de Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu kapsamında çalışmalara başlamıştır. Genel Müdürlük esas itibariyle göç alanına ilişkin politika ve stratejileri uygulamak, bu konularla ilgili kurum ve kuruluşlar arasında koordinasyonu sağlamak, yabancıların Türkiye’ye giriş ve Türkiye’de kalışları, Türkiye’den çıkışları ve sınır dışı edilmeleri, uluslararası koruma, geçici koruma ve insan ticareti mağdurlarının korunma – sıyla ilgili iş ve işlemleri yürütmek üzere görevlendirilmiştir. Dolayısıyla Türkiye krizden yaklaşık 2 yıl sonra Suriyelilerin durumlarına dönük daha kapsamlı strateji ve politikaların belirlenmesinin zorunlu hale geldiğini görmeye başlamış bulunmaktadır.
Bu bağlamda Türkiye’deki temel kriz alanlarının başında, kamp dışında kalan Suriyelilerin ihtiyaçlarının karşılanması, toplumsal, ekonomik, kültürel, eğitim ve benzeri alanlarda yeni duruma ilişkin düzenlemelerin yapılması gerekecektir. Barınma merkezlerinin bulunduğu bölgelerde kamp dışında kalan Suriyelilerin yanı sıra büyük şehirlere de doğru yoğun bir göç dalgası başlamış bulunmaktadır. Özellikle İstanbul, Ankara, Adana, Mersin, İzmir ve Bursa gibi illerde Suriyeli nüfusu hızlı bir şekilde artmaya başlamıştır. İstanbul’un kısa bir süre sonra en büyük Suriyeli nüfusunu barındıran il olması kaçınılmaz gibi görünmektedir.
Öte yandan Türkiye’ye göç etmek zorunda kalan Suriyelilerin önemli bir kısmının 18 yaş altı çocuklardan oluşması da oldukça önemlidir. Türkiye’deki 18 yaş altı Suriyelilerin oranının %53 olduğu ifade edilmektedir. Kadınların oranı ise %26’dır. Eğitim ve korunma ihtiyaçları bir yana krizin bir beş yıl daha sürmesi durumunda gençliklerini Türkiye’de yaşamaya başlayan Suriyelilerin geri dönüşe yönelmeyecekleri de açıktır. Suriye’de kısa vadede istikrarın sağlanmasının oldukça zor olduğu dikkate alındığında Suriyelilerin uzun bir süre daha Türkiye’de kalmaya devam edeceği daha iyi anlaşılmaktadır.
Ulusal Sivil Toplum Kuruluşları ve İnsani Yardımların Organizasyonu Sorununda Öneriler
Türkiye’deki Suriyelilerin durumu geçici bir özellik olmaktan çıkmış ve kalıcı bir takım düzenlemelerin gerçekleştirilmesini zorunlu hale getirmiştir. Bunlardan birincisi olayın insani boyut üzerinden değerlendirilmesidir. Suriye’de yaşanan iç savaştan dolayı ülkesini terk etmek zorunda kalan Suriyelilerin Türkiye’ye göç etmesi oldukça doğal ve insani bir durum olarak görülmesi gerekir. Bunun için hem devletin kurumlarının hem yerel yönetimlerin hem de toplumun hazırlanması gerekecektir. Suriyelilerin sivillerin çatışma bölgesine geri gönderilmesi, hem ulusal hem de uluslararası hukuk itibariyle ciddi sonuçlar doğuracağından, Türkiye’deki Suriyelilerin geri dönüşü kısa sürede gerçekleşmeyeceği açıktır. Bundan dolayı Türkiye yerel kapasitesinin güçlendirici adımları bir an önce geliştirmesi gerekmektedir. İkinci nokta ise Suriyelilere dönük sürdürülecek uzun dönemli strateji ve politikaların kimler tarafından gerçekleştirileceğidir.
Bu kapsamda Türkiye’deki Suriyelilerin ihtiyacının karşılanmasında devlet kurumlarının ağırlıklı bir rol oynadığı dikkat çekmektedir. AFAD, Kızılay, valilikler, kaymakamlıklar, Göç Dairesi, Sağlık ve Eğitim Bakanlıkları gibi doğrudan devletin kurumları sahada bilfiil faaliyetlerde bulunmakta veya faaliyetleri koordine etmektedir. Öte yandan devletin kurumlarının yanında ise Birleşmiş Milletler, BPRM (The Bureau of Population,Refugees, and Migration – Mülteciler ve Göçmen Nüfusu Bürosu), ECHO (European Community Humanitarian Office – Avrupa Topluluğu İnsani Yardım Ofisi) ve büyükelçilikler gibi kurumlar da sahada farklı şekillerde faaliyetlerde bulunmaktadır. Bu aktörlerin dışında sahada her geçen gün sayıları artan yabancı STK (Sivil Toplum Kuruluşu)’ların da Suriyelilere dönük yürütülen destek programlarına farklı şekillerde katıldıkları dikkat çekmektedir. Özellikle yabancı STK’ların organizasyonları sivil olmakla birlikte, kendi ülkelerinin desteklerini almada oldukça başarılı oldukları dikkat çekmektedir. Öte yandan Türkiye’de ise yüzlerce yerel STK’nın farklı şekillerde Suriyelilerin temel ihtiyaçlarını giderme noktasında hayati bir rol oynamalarına karşın, 2014 sonuna gelindiğinde önemli bir kısmı kaynak sıkıntısı veya örgütlenmedeki sorunlardan dolayı sahadaki etkinliklerini yitirmiş bulunmaktadır. Hali hazırda oldukça sınırlı sayıda olan ulusal STK’nın sahada faaliyetlerini sürdürmeye çalıştığı dikkat çekmektedir. Oysa uzun dönemli bakıldığında, Suriyelilere dönük çalışmaları sürdürecek olanların başında yerel ve ulusal STK’ların olacağı anlaşılmaktadır. Yabancı STK’ların ise bir süre sonra sahadan çıkacağı veya alanda sınırlı etkinlik gösterecekleri hesaplanmaktadır.
Bu kapsamda Türkiye’nin hızlı bir şekilde yerel ve ulusal STK’larını güçlendirici politikaları hayata geçirmesi gerekmektedir. Türkiye’nin hem kalifiye insan gücünün artması hem de ulusal düzeyde insani projeleri yürütecek STK’ların oluşması için gerekli siyasi ve yasal destekleri oluşturması gerekmektedir. Ulusal STK’ların güçlendirilmesi için yabancı STK’ların yerel ve ulusal STK’larla işbirliği içinde projelerini sürdürmesine zemin hazırlanmalıdır. Sayıları 100’ü geçen yabancı STK’lar doğrudan kendi ülkelerinin diplomatik ve siyasi desteğini arkasına almasına karşın, Türkiye merkezli yerel ve ulusal STK’ların desteklerinin oldukça sınırlı olduğu görülmektedir. AFAD veya ilgili birimler tarafından yapılacak bir düzenleme ile yabancı STK’ların doğrudan faaliyette bulunması için yerel ve/veya ulusal bir STK ile işbirliği anlaşması yapması sağlanabilir. Söz konusu düzenlemenin yapılması durumunda veya fiili bir durumun oluşturulması halinde kısa süre içerisinde Türkiye merkezli STK’ların alanda önemli bir tecrübe ve birikim elde etmesi sağlanacaktır. Böylelikle gelecekte hem Türkiye hem de Suriye, Irak ve Lübnan gibi kriz bölgelerinde ulusal STK’ların uluslararası projeleri yürütmesi sağlanmış olunacaktır.
Nitekim İçişleri Bakanlığı tarafından yabancı STK’ların çalışmasına dönük verilen izin belgelerinde, doğrudan faaliyet ve temsilcilik gibi iki ayrı kavramın kullanılması da ulusal STK’lar açısından önemli bir durum yaratmaktadır. AFAD ve İçişleri Bakanlığı eğer yabancı STK’lardan, ister temsilcilik ister doğrudan faaliyet izni almış olsun, herhangi bir operasyona başlamadan önce ulusal bir STK ile işbirliği anlaşması yapmasını talep ederse, Türkiye’deki kapasite sorunu da kısa sürede aşılacaktır. Yerel ve ulusal STK’ların korunması noktasında izlenecek politika ve stratejiler, kısa sürede Türkiye merkezli STK’ların mülteciler, insani yardımlar, eğitim programları ve benzeri birçok alanda uzmanlaşmasına imkân verecektir. Ayrıca başta BMMYK (Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği) olmak üzere uluslararası fon sağlayan kuruluşlarda doğrudan ulusal STK’larla işbirliğine daha ciddi şekilde yaklaşmaya başlayacaklardır. Aksi durumda Türkiye merkezli STK’lar, yabancı STK’ların tecrübe ve ilişki ağları karşısında zayıflayacak ve bir süre sonra da sahadan çekilmek zorunda kalacaklardır.
* IMPR International Middle East Peace Research Center
Uluslararası Ortadoğu Barış Araştırmalar Merkezi
Doç. Dr. Veysel AYHAN
IMPR* Başkanı
[email protected]
Kontrast Sayı 45, Ocak-Şubat 2015