İzlediğiniz fotoğrafı 2011 yılının Ocak ayında Türk Amerikan Derneği galerisinde açtığım ve hastalığım nedeniyle açılışında bulunamadığım –İğne Deliği Fotoğrafları- isimli sergimden seçtim. Pinhole fotoğrafın oluşturulması hayli güç ve eziyetli bir çalışma biçimi. Serginin hazırlığı aralıklarla dört beş yıl sürmüştü sanırım. Çeşitli kanallarla kolayca edinebileceğiniz pinhole kameralar olmasına karşın, ben karanlık kutularımı elimle yapmayı tercih etmiştim. Öncelikle kullanacağım filmlerin boyutlarına uygun karanlık kutular; sonra da onları tripod üzerinde sabitleyebilmek için düzenekler hazırlamıştım. Çekim sırasında film değiştirme şansı olmadığı için, her biri bir kare çekebilen kutulardan çok sayıda yapmak gerekiyordu ve bunların taşınması da çok zor oluyordu. Kutuların vizörü olmadığı için görebileceği açıyı yaptığım testlerle buluyordum. Karanlık kutunun konuya olması gereken uzaklığını bu testlerle çözüyordum. Çekim sonrasında ise karanlık oda aşaması başlıyordu. Sanırım işin en keyif veren bölümü de buydu. Bazen şaşırtıcı sürpriz görüntüler, bazen de çöp kutusunu boylayan görüntüler çıkıyordu film banyosundan.
İzlediğiniz fotoğrafın diğer çekimlerden farkı; gece çekimi olması. Nevizade’de bir akşam keyfi sırasında acaba olur mu diye düşünüp camera obscurayı oturduğum masanın yanındaki bir duvarın üzerine koydum. İğne deliğinin açık bırakıldığı süre yaklaşık 15 dakika. Sokak aslında kalabalık ama film, gelip geçen insanları, uzun süre içinde görmüyor. Pozlama süresince, masadaki hiçbir şeye dokunmadım, sadece rakı kadehinden bir yudum alıp kadehi eski yerine koydum. Ama koyamamışım işte. Rakı kadehinde görülen hareket o yüzden. Bir de sonradan gittiğimde fotoğrafın sol üst tarafında görülen Nevizade yazısı orada yoktu. Pozlama süresinde oluşan bir ışık alışverişi olduğunu sanıyorum. Filmi yıkadığımda çıkan sonucun tam istediğim gibi olması, çok keyif verici bir andı.
Pinhole fotoğraf çekimi çok emek isteyen bir çalışma biçimi. Benim iğne deliği fotoğraf çalışmalarım, günümüzde yaşanan görüntü kirliliğine bir karşı koyma olarak da değerlendirilebilir. Fotoğrafın özüne dönmek, örneğin saniyede 12 kare fotoğraf çekmek yerine, 12 saniyede bir kare çekmek gibi. Olağanüstü donanımlarla tüketime sunulan teknoloji harikalarına karşı, sadece ışıktan arındırılmış karanlık bir ortam ve küçük bir film parçası ile oynadığım küçük bir oyun. Deklanşör sesi sonrasında gözlerini ekrana kaydırma alışkanlığı olanlara pek de tavsiye edilmeyecek bir oyun.
Cam Evlerin Kadınları
Süreç bir gece yarısı yürüyüşünde başlamıştı. “Akşam Üstü Yine Hüzün” isimli öykü kitabımın hazırlıkları sırasında gece yarısı kendimi atölyemden dışarı atıp biraz yürümenin iyi geleceğini düşündüğüm bir gece yürüyüşünde. Tüm gün yoğun insan kalabalığı ile yaşayan Kızılay, gece saatlerinde yadırgayacağınız bir sessizliğe bürünür. Henüz ışıkları söndürülmemiş mağaza vitrinlerinin ışığı, yürüdüğünüz kaldırımları aydınlatır. Vakko mağazasının önünde, (şimdilerde Kimlik oldu sanırım) durdum. Vitrin aydınlatması yapan uzmanlardan öğreneceğimiz çok şey var diye düşünürken camın arkasında, kusursuz bir portre aydınlatması altında duran taş mankenin yüzündeki hüzün dolu ifade, (bir hüzün gecesinde bana mı öyle gelmişti bilemiyorum) uzun soluklu bir çalışmanın ilk karesi oldu.
Fotoğraf, dektol küveti içinde görünür hale geldiğinde, fotoğrafta ışığın gücü bir kez daha ortaya çıkmıştı. Seriyi çoğaltmaya karar verişim de o gün oldu. Vitrinlerde camın arkasından fotoğraf çekebilmek, istenmeyen yansımalar nedeniyle, her zaman mümkün olmuyordu. Neyse ki bazı anlayışlı mağaza sahiplerine derdimi anlatabildim. Mağaza kapandıktan sonra vitrine girmem, ışıkları istediğim gibi düzenlemem bu sayede oldu. Yine de çekimler çoğunlukla yoldan geçen arabaların azalması ve cadde ışıklarının söndürülmesi sonrasında yapıldı. Birşeyler söyleyebilen, duygu yoğunluğu olan taş manken yüzleri bulmak projenin en zor kısmıydı sanırım.
Yaptığım çekimlerin baskıları tamamlandıktan sonra, birşeylerin eksik olduğunu, çekimlerin doğrudan fotoğraf olmaktan çıkarılması gerektiğini düşündüm. Fotoğrafların içinde bana ait izler de olmalıydı. Elle renklendirme düşüncesi o günlerde oluştu. Bilgisayar marifeti ile renklendirme mümkün olsa bile başka bir teknolojiyi fotoğraflarımda kullanmak istemedim. Manken yüzlerinin boyanmadan siyah/ beyaz kalması gerektiği düşüncesi de, yine boyama çalışmaları sırasında oluştu. Üstelik elimle boyadığım bir fotoğrafı tekrar aynı biçimde renklendiremeyişim, iki boyama arasındaki farkların oluşması, fotoğrafın tek olmasını sağlayacaktı. Her fotoğrafı iki adet basarak renklendirdim. Bir baskı arşivimde kaldı, diğeri ise sergi sonucu alıcı buldu.
Sergilerin açılıp kapanması sonrasında ortada bir şey kalmaması bana hep garip gelmiştir. “Cam Evlerin Kadınları” isimli albümün basılması, fotoğraflarımın iki kapak arasına girmesi ve sergi sonrasında fotoğraf severlerin kitaplıklarında yerini alması ise, bu uzun yolculuğun son durağı oldu.
İğne Deliği Fotoğrafları ve Cam Evlerin Kadınları isimli fotoğraf çalışmalarının birer sanat hadisesi olduğunu savunacak değilim. Yine de fotoğrafın uzun yoluna yeni çıkmış olan arkadaşlarıma, proje çalışmalarının yararları hakkında ipuçları verebileceğini düşünüyorum.
Sevgilerimle.
Tuğrul ÇAKAR
Başkent Üniversitesi
Güzel Sanatlar Fakültesi Öğretim Görevlisi
Kontrast Sayı 37, Eylül-Ekim 2013