Amerikalı fotoğraf eleştirmeni A. D. Coleman, 1990’lı yılların başlarında “Modern Photography” dergisinde yayımlanan bir makalesinde, bende önceleri hayli ütopik olduğu izlenimi yaratarak bıyık altından gülmeme neden olan, ama daima naif bir gerçekliği de canlı kılan şu düşüncelerine yer veriyordu: “21.yy’da fotoğrafçı sayısı o denli artacak ki, tüm kamusal alanları ellerinde fotoğraf makinalarıyla insanlar dolduracak. Avlanmaya çalışan bu fotoğrafçıların diğerlerine verdikleri rahatsızlıktan dolayı, kamusal alanlarda fotoğraf çekimi yasaklanacak.
Özel girişimlerle, belli bölgelerde fotoğraf çekim çiftlikleri oluşturulacak ve buralarda her grup, meslek ya da sınıftan maaşlı fotomodeller çalışacak. Fotoğrafçılar da buralara ücretli safariler düzenleyebilecek…”
İki yıl önce Lozan’daki Elysée Fotoğraf Müzesi tarafından düzenlenen müze gecesinde fotoğraflarımla yer almıştım. Bir rastlantı olsa gerek ki, etkinliğin ismi “We Are All Photographers of the Public Space! (Hepimiz Kamusal Alan Fotoğrafçılarıyız!)” idi ve Coleman’ın 20 yıl önceki makalesini anımsadığımda, o günden bugüne tasnif edildiğim endişesine kapılıvermiştim.
Özellikle, 21.yy ile birlikte yaşadığımız “Sayısal Teknoloji Devrimi”, sanatta da ciddi bir dönüşüm olgusunu yaratmıştır. Fotoğraf, “yüksek sanat” kavramının kesin olarak yıkılmasıyla birlikte, sanatın üvey çocuğu olma durumundan kurtulmuştur. Sayısal teknolojiyle ortaya çıkarak gelişmeye başlayan birçok sanat türüyle ve yeni medya sanatlarıyla, besbelli ya da belirsiz ama sunum biçimine kadar yansıyan bir ilişki içerisine girmiştir.
Buna karşın, kayıt cihazlarının inanılmaz ölçüde artışıyla birlikte, fotoğraf, kendine özgü belgesel işleviyle, daha açık seçik bir bağ oluşturmuş ama ne var ki, belgesel kavramı “teşhir” anlamıyla karışır olmuştur.
Amerika’da yapılan araştırmalar, bugün kişi başına çekilen fotoğraf sayısının 260 olduğunu ve bu rakamın 2015 yılında 325 civarında olacağını göstermektedir. Geçtiğimiz yıl Facebook ağında yer alan fotoğraf sayısı 140 milyar olurken, Dünya’da çekilen fotoğraf sayısının ise 3,5 trilyon civarında olduğu varsayılmaktadır. Kuşkusuz insanların özel ilgi alanlarının da bu ölçüde evrildiğini varsayarak, neyin sanat olup olmadığını düşünmeye başladığımızda, hem işin hem de sanatın içinden çıkabilmek olanaksız gibi görünmektedir. Aslında, bu belirsiz durum tam da sistemin öngördüğü gibidir. Bir yandan, sanatsal üretim için teknolojiyi tükettirirken, öte yandan üretilenin olası sanat değerini kamusal olma noktasında sıygaya çeken bir sanat endüstrisi sistemiyle tüketim olgusunu döngüsel ve diri kılmaktadır. Böyle bir iktidar iradesiyle pazara sunulan şey ise, artık toplumsal olmaktan hayli uzaktır.
Bir başka deyişle, sanatın kamusal anlamdaki demokratik paylaşımı piyasa gereksinimleriyle örtüşmemektedir. Pazar boyutlarını bir an görmezden geldiğimizde, fotoğrafa yeni yüklenen “çağdaş” kavramıyla birlikte, fotoğrafçının, “yaratıcı belgesel” gibi öznel bakışını daha çok işin içine kattığı bir foto-öykü şeklini verme zorunluluğunu hissettiği ve günümüzde çok değerlenen zamanını hayli ekonomik kullanma eğilimindeki izleyici kitlesinin de küçük lokmalar halinde tüketebileceği, etkili işler üretilmeye başlanmıştır. Artık fotoğrafın kendisinden çok, özü ve sunum biçimi yeni bir estetik dil oluşturmaya başlamıştır. Bu nedenledir ki, günümüzde, çoğu zaman belgesel fotoğrafın bile işin içine katılarak, nesnel ve öznel gerçekliğin bir arada sınandığı fotoğraf, fotoğraf-video ve fotoğraf-ses yerleştirmeleri sanat ortamında çoklukla görülmeye başlanmış; yine fotoğrafla birlikte, ses-müzikvideonun tümünün ya da birkaçının bir arada kullanılabildiği çoklu medya sunumları, Magnum gibi saygın haber ajanslarının bile servis seçenekleri arasına girmiştir.
1998 yılında, 21. yüzyıla girildiğinde dağılmak üzere, internet üzerinde yapılanmış olan R2001 (Renaissance 2001) adlı bir grubun üyesi olmuştum. Bana göre, R2001 Manifestosu’nun en dikkate değer yanını şu cümle özetliyordu: “R2001 ağ oluşumu, günümüz sanat dünyasının hiyerarşik gücüne ve önyargıya dayalı sistemine karşı ideal, demokratik bir sığınaktır”. R2001 ortak etkinliklerinde sayısal yeniden üretim çağında, sanatın metalaşmasına karşı teknolojinin kullanılabilirliğini sorgulayan, birer performans olarak kabul edilebilecek pek çok eşsiz deneyimin içinde bulunmuştum.
Bundan 13 yıl sonra, günümüzde fotoğrafın etkileşimli ve yeni bir imge dili olarak kullanımına örnek vermek gerekirse, hiç kuşku yok ki, yeniçağın en sarsıcı performanslarından biri “Bilal-Kamera”dır. Bu, sanatçı ve New York Üniversitesi profesörü, Irak doğumlu Wafaa Bilal’in kafatasının arkasına vidalattığı kamerayla bir yıl boyunca kamusal alanda geride bıraktıklarını öykülemek amacıyla, dakikada bir fotoğraf çekerek bu görselleri web sitesinde (http://www.3rdi.me) günce şeklinde paylaşmasına dayalı bir performans projesiydi. Bilal’in kafatasına kamera vidalatma görüntüleri de en az projenin kendisi kadar popüler oldu.
Bir başka şaşırtıcı yaklaşım ise, “gözetim toplumu” olgusuna karşı, Michael Wolf (http://www.photomichaelwolf.com) ve Edgar Leciejewski (http://edgarl.de) gibi sanatçılar tarafından, Google 3B cadde görüntüleri üzerinden, yine Google kamerasını kullanarak yeniden üretilen görsellerin sunulmalarıydı. Sonrasında ait oldukları büyük caddelere devasa boyutlarda yerleştirilen bu fotoğraflar, bir yandan gözetim altında tutulan topluma eleştirel bir yaklaşım getirirken, diğer yandan da yeni moda bir belgesel tavrın örnekleri olarak tanımlanabilirler.
Macar sanatçı Adam Magyar (http://www.magyaradam.com) da kamusal alan üzerine kafa yoran bir diğer fotoğrafçıdır. Son dönem çalışmaları olan “Stainless”, daima aynı açıdan çekilmiş raylı toplu ulaşım araçlarını içerir. Bu görsellerin web sitesindeki etkileşimli sunumu ise, dikizci topluma taş çıkartacak şekilde, araçlarda yolculuk yapanların büyüteçle incelenmesine dayanır ve izleyenin bir röntgenci hazzını deneyimlemesine olanak tanır. Magyar’ın bu çalışmasına ait video işi de hayli etkileyicidir.
Bugün çevresel kaynaklara, etnik kimliklere ve ulus yapılara ilişkin pek çok mikro ölçekli sorunla birlikte küreselleşme olgusundan yola çıkarak tek tip dünya düzenine doğru gidilirken, birer tüketim hedefi olarak görülen ve hızla tüketim nesnesine dönüşmekte olan bireyin yalnızlığı olağanüstü boyutlara doğru yol almaktadır. Oysa, bu yalnızlık, imgeler dünyasının akıllıca yönetimi sayesinde yeterince hissedilememektedir. Sanatçı ise, tüm bu yönetilen imgeler sarmalını yerlerine koyacağı doğru imgelerle kırabilecek, sonsuz olasılıklara sahip bir Don Kişot’tur.
Kontrast Sayı 30, Temmuz-Ağustos 2012
Tahir ÜN
http://www.tahirun.net
[email protected]