Şenay ÖZDEN | Suriyeli Sığınmacılarla Dayanışma(ma) Pratikleri (45. Sayı)

Türkiye’de hükümetin ilk dönemde Suriyelilere yönelik yaygın bir şekilde kullandığı “mülteci değil, misafir” söylemi, devletin sığınmacılara yönelik sorumluluklarını ve sığınmacıların sahip oldukları hakları düzenleyecek yasal bir çerçevenin çok uzun bir süre oluşturulmamış olması; Gaziantep, Kahramanmaraş, Ankara ve İstanbul gibi birçok ilde Suriyelilere yönelik sokak saldırıları ve ev kundaklama girişimlerinin ve genel olarak halk arasında gitgide yaygınlaşan sığınmacı karşıtı duruşun arka planını hazırladı.

Mart 2011’de Suriye’de halk ayaklanmasının başlamasından sadece bir kaç ay sonra Suriyeli sığınmacılar Türkiye’ye gelmeye başladılar. İlk gelenler, rejimin baskısından, tutuklanma ve işkence tehdidinden kaçan barışçıl eylemcilerdi. Türkiye’ye gelen sığınmacıların sayısı, Esad rejiminin uyguladığı şiddetle doğru orantılı olarak arttı. Köylerin, mahallelerin rejim tarafından bombalanmaya başlaması; Suriye’de muhalefetin silahlanması ve ayaklanmanın bir iç savaşa dönüşmesiyle sığınmacı sayısı katlanarak arttı. Yaklaşık son bir buçuk yıldır ise, IŞİD ve benzeri selefi, cihatçı örgütlerin kontrolü altındaki bölgelerden kaçan Suriyelilerin Türkiye’ye geldiklerini görüyoruz.

Suriyeli sığınmacıların Türkiye’ye gelmeye başlamasından itibaren, bu mesele hak temelli bir anlayışla değil, Türkiye’deki mevcut siyasi kutuplaşma çerçevesinde tartışıldı. Genelleme yapacak olursak, AKP’nin Suriye siyasetini destekleyen kişi ve kurumlar Suriyeli sığınmacılarla “Müslüman kardeşlerimiz, misafirlerimiz” söylemi üzerinden dayanışırken, AKP siyasetine eleştirel kesimler ise, sığınmacıları AKP’nin dış politikasının doğrudan bir sonucu olarak tanımlayıp, sığınmacılarla dayanışmanın “AKP yandaşlığı” olarak algılanabileceğinden çekinerek, bu meseleden uzak durmayı tercih ettiler. Bunun yanı sıra, Suriyeli sığınmacıların daha yoğun olarak yaşamaya başladığı Hatay, Gaziantep gibi bazı sınır illerinde sınıfsal ve kültürel farklılıklar üzerinden ırkçı ve sığınmacı karşıtı ayrımcı söylemler yükselmeye başladı. “Suriyeliler oturmayı kalkmayı bilmiyor”, “cahil, eğitimsiz Suriyeliler” gibi cümleler ve sığınmacılara yönelik şehir efsaneleri yaygın bir şekilde duyulmaya başlandı. Özetle, ilk dönemde sığınmacılara yönelik iki ana söylem hâkim oldu: mezhepsel ve dini kimlik üzerinden sığınmacılarla dayanışan bir söylem ve sığınmacı karşıtı, ırkçı, ayrımcı söylem. Bu iki söylemi de eleştirebilecek, hak temelli bir duruş ise ne yazık ki çok geç oluşmaya başladı. Hak temelli dayanışma söylemi ve pratikleri, Suriyeli sığınmacılara karşı nefret söyleminin ve linç girişimlerinin yükselmesiyle başladı.

Türkiye’de hükümetin ilk dönemde Suriyelilere yönelik yaygın bir şekilde kullandığı “mülteci değil, misafir” söylemi, devletin sığınmacılara yönelik sorumluluklarını ve sığınmacıların sahip oldukları hakları düzenleyecek yasal bir çerçevenin çok uzun bir süre oluşturulmamış olması; Gaziantep, Kahramanmaraş, Ankara ve İstanbul gibi birçok ilde Suriyelilere yönelik sokak saldırıları ve ev kundaklama girişimlerinin ve genel olarak halk arasında gitgide yaygınlaşan sığınmacı karşıtı duruşun arka planını hazırladı. “Mülteci değil, misafir” söylemi “Misafirse misafirliğini bilsin”, “Misafir dediğin bu kadar uzun süre kalmaz”, “Misafir dediğin yatak odasına kadar girmez” söylemlerine dönüştü. Bu cümleleri dile getiren sığınmacı karşıtı kesimlerin hükümetten talebi, ya sığınmacıların sınır dışı edilmesi ya da en iyi ihtimalle kamusal hayattan uzak, şehir dışında kamplara hapis edilmeleridir. Sığınmacıların Türk kültürünü bozduğunu, vatandaşların hayatını ve yaşam koşullarını tehdit ettiklerini dillendiren birçok eylem gerçekleştirildi. Bu eylemlerin sonrasında, Gaziantep ve İstanbul’da birçok sığınmacı zorla kamplara götürülürken, bazı şehirlerde Arapça tabelalar belediye kararıyla indirildi. Yetkililerin bu meseleyi, Suriyelileri daha fazla görünmez kılarak çözme siyasetleri, sığınmacı karşıtı ırkçı eylemlere yeşil ışık yakmış oldu.

Sığınmacı karşıtı, ırkçı nefret söyleminin bir ayağını milliyetçi ve yabancı düşmanı kimlik siyaseti oluştururken, diğer ayağını ise Türkiye’nin yapısal sorunlarının kaynağını irdelemek yerine, bu sorunların sorumluluğunu Suriyeli sığınmacılara yüklemek oluşturdu. Dünyanın birçok yerinde olduğu gibi, Türkiye’de de işsizlik, konut sorunu, sağlık hizmetlerinin yetersiz kalması gibi meselelerden sığınmacılar sorumlu tutuldu. Sığınmacı karşıtlığına karşı, insan hakları örgütlerinin ve bazı emekçi örgütlerin düzenlediği eylemler gerçekleşti. Bu eylemler arasında benim en çok önemsediklerim, karşımıza almamız gerekenin Suriyeli sığınmacılar değil, hem Türkiyeli hem de sığınmacı emekçileri sömüren kapitalist düzenin olduğunu vurgulayan emekçi eylemleriydi. Bu eylemler, vatandaşlık ve bir devlete aidiyet üzerinden oluşmuş eşitsiz ilişkiyi sorgulayan en etkili eylemlerdi. Bir devletin sığınmacılarla kurduğu ilişkinin, yine aynı devletin vatandaşıyla kurduğu ilişkiden çok farklı olmadığını, yapısal ve sınıfsal eşitsizlikleri göz önüne almadan sığınmacılarla dayanışma pratiklerinin oluşturulamayacağını göstermesi açısından bu eylemler çok önem taşımaktadır.

Türkiye’de hükümetin mezhep ve etnik kimlik üzerinden belirlediği sığınmacı siyasetine tepki ve cevap olarak, muhalif hareketler de genel bir sığınmacı hakkı savunuculuğundan ziyade, kimlik üzerinden savunuculuk yapmaktadır. Dolayısıyla, Türkiye’de her siyasi ve toplumsal kesimin kendi sığınmacı grubu oluşmuştur. Hükümetin, Sünni sığınmacıları, Kürt hareketinin Kürt sığınmacıları, milliyetçilerin Türkmen sığınmacıları, Alevilerin Alevi sığınmacıları oluşmuştur. Bu durum, Türkiye’de göçmen ve sığınmacı meselesini kimlik siyasetine indirgeyerek, hak temelli bir savunuculuk yapılmasını engellemekle birlikte, Suriyelileri de mezhepsel kimlikler edinmeye itmiştir.

Türkiye’de Kobanili sığınmacılarla dayanışma, Kobanilileri siyasi özneler ve aktörler olarak gören bir dayanışmayken, özellikle Arap Suriyelilere yönelik algı “dilenci” ve savaştan kaçmış “zavallı” Suriyeliler imgeleri üzerine dayalıdır. Bu sığınmacılarla dayanışma pratikleri büyük ölçüde, Suriyelilerle birlikte, sığınmacıları vatandaşla eşit, siyasi ve toplumsal özneler olarak kurgulayan, vatandaşla sığınmacının arasındaki farkı silen pratikler olarak değil, vatandaşın sığınmacının hakkını savunmaya soyunduğu, sığınmacının sesi olduğu, zaman zaman Suriyeli sığınmacıları “çocuklaştıran”, Türkiye’ye gelmeden önceki siyasi ve toplumsal özneliklerini yok sayan hiyerarşik ilişkiler olarak ortaya çıkmıştır. Dolayısı ile şimdiye kadar, hak savunucularla Suriyeli sığınmacıların birlikte örgütlediği dayanışma pratikleri çok cılız kalmıştır. Suriyeli sığınmacılar, kültürel, fikirsel ve siyasi anlamda üretim yapan kişiler olarak algılanmamaktadır. Türkiye’de artık yapılması gereken, sığınmacıların şehirde ve kamusal hayatta vatandaşlar kadar hak sahibi olmaları gerektiğini savunan, sığınmacıların hem siyasi hem kültürel özneler olarak yer aldığı, insani yardım üzerinden değil, hak temelli dayanışma eylemlerinin örgütlenmesidir.

Şenay ÖZDEN
Hamiş Suriye Kültür Evi
[email protected]

Kontrast Sayı 45, Ocak-Şubat 2015

Bizi paylaşın..