Egemen kültür yüzyıllardır kadına etkin, özerk bir özne olma hakkını tanımamaktadır. Bu egemen kültür içerisinde, kadının simgeleyen ve temsil eden olması çok zordur. Çünkü kendisi bir simge olarak değer bulur. Kadınlık sosyal yaşantı içerisinde biyolojik olmaktan çok kültürel olarak üretilen bir durumdur ve bu durum içerisinde kadının “ben” diyebilmesi ve saf kendi varlığından bahsedebilmesi zordur. Erkek egemenliğinde olan dünyada kadınların var olma çabaları bu güne dek birçok hikâyenin ilham kaynağı olmuştur. Bu egemen dünyada kendine yer açmak için sayısız manevra kabiliyeti geliştirmiş olan kadın yine de rahat bir hareket alanı oluşturamamıştır denebilir.
Tüm bakışlar kadının üzerindedir ve sürekli gözetlenmektedir. John Berger’e göre, “Kadın içindeki gözleyen ve gözlenen kişilikleri, kadın olarak onun kimliğini oluşturan ama birbirinden ayrı iki öğe olarak görmeye başlar.” Böyle bir ortamda gözetlenmenin etkisinden kurtulamayan kadının davranışları da çocukluğunun ilk yıllarından itibaren kendini seyretme alışkanlıklarıyla donanır.
Bu ikilik özellikle kadın fotoğrafçılar için çoğu zaman kendi varoluşunu yeniden yorumlama sürecini başlatmıştır. Özellikle 1970’lerden beri birçok kadın fotoğrafçı kadınlık durumuyla ilgili kodlanmış bilgilere dikkat çekmeye çalışarak kadınların öteki’liğini fotoğrafları aracılığıyla tartışmıştır. Eril dilin özellikle feminist yaklaşımların hedefi haline gelmesi ise kadın fotoğrafçıların bakış açılarının şekillenmesine katkı sağlamış, çevresindeki olaylar ve nesnelerle ilişkisini yeniden kurmaya yönelen kadın egemenlik durumunu da yeniden sorgulamaya başlamıştır.
Virginia Woolf’a göre “Kadınlar yüzyıllardır, erkek görüntüsünü gerçek boyutlarının iki katında gösterebilen enfes bir güce sahip büyülü bir ayna görevini yerine getirmişlerdir.” Ancak bu epik betimlemeyle ifade edilen durum, kadının fotoğraf aracılığıyla benliğinin derinliklerine yönelmesi ve aynı zamanda kendi yansımasıyla da karşılaşma anını keşfetmesiyle birlikte değişmeye başlamıştır. O güne dek egemen olanı yansıtan bir araç gibi görülebilecek olan kadın, artık yöneldiği konular ve nesneler üzerinden öteki hikâyeleri yansıtabileceği bir ayna tutmaktadır elinde. Bunu yaparken tıpkı bir günlük tutar gibi yaşantısına dair özel ve genel ayrıntıları kaydeder. Bazen de kendi bedenini boş bir tuval gibi kullanarak, ilişki kurduğu hikâyeleri bu beden üzerinden betimleyerek anlatır. Kendi bedenini ortaya koyarak aslında öteki ile kurduğu ilişkide kendini tanımayı hedeflemektir denebilir. Belki de bu nedenle, yani hem etken hem de edilgen olabildiği için, kadının bakış açısı biyografik değil otobiyografiktir.
28-30 Kasım 2013 tarihleri arasında düzenlenen Semiha Es Uluslararası Kadın Fotoğrafçılar Sempozyumu kapsamında açılan İkinci Göz: Türkiye’den Kadın Fotoğrafçılar sergisi bu anlamda otobiyografik bir seçki niteliğindedir denebilir. Küratörlüğünü Ahu Antmen ve Laleper Aytek’in üstlendiği serginin kitabı, bugün aynı zamanda Türkiye’deki kadın fotoğrafçılarla ilgili bir arşiv niteliği de taşımaktadır. Fotoğrafçılık kariyerlerinin başlangıcına göre 1980’lerden başlayarak günümüze kadar uzanan seçkiye dâhil olan sanatçıları aslında temelde bir tek ortak özellik birleştirir; kadın olmak. Bu birleştirici yapı dışında sergi ve kitapta yer alan 26 kadının birbirinden farklı hikâyeleri ve bakış açıları olduğunu vurgulamak gerekir. Projenin ve seçkinin çekici olan tarafı da budur. Belgesel ve kişisel birçok hikâyenin yer aldığı bu seçki, konu ve bakış açısı çeşitliliğine karşın bir karışıklık algısı yaratmaz. Asıl önemli olan ise özelden genele ya da genelden özele gibi klasik kanona dâhil olabilecek bir seçki mantığına da dâhil olmaz. Bu mantığı şaşırtarak hepsinin özel olduğuna, kendi başına olduğuna ve kendi başına özel olan şeylerin bir araya gelip yine de bir kaos yaratmayacağına ikna eder izleyiciyi. Bu nasıl mümkün olur?
Daha önce de belirttiğim gibi erkek egemen yapının içerisinde varlığını sürdüren kadın için bu kendiliğinden olur belki de. Baskı altındayken olayları, durumları, nesneleri ve kişileri özlemleme kabiliyetini geliştirmeye çalışan kadın, eline bir ifade aracı geçtiğinde onu hâkim olan dilin sınırları içine dâhil etmeme refleksiyle hareket eder. Bu davranış aynı zamanda özgürlüğe kaçış/özgürleşme adına kaçış olarak tanımlanabilir. Küçük karanlık bir odacık olan fotoğraf makinası bu anlamda kadının kendine ait odasıdır. Woolf’un “Para kazanın, kendinize ait ayrı bir oda ve boş zaman yaratın. Ve yazın, erkekler ne der diye düşünmeden yazın!..” öğretisi, fotoğraflar aracılığıyla kendini ifade eden kadın için hem geçimini sağladığı, hem boş vakitlerini işlevsel hale getirdiği hem de erkek egemenliğinin sınırlarından dışarı çıkabildiği bir öykü yazım alanının keşfi ile örtüşmektedir. Bu nedenle bu öykülerin hepsi başka yaşamları, durumları ve kişileri anlatıyor olsalar bile aynı zamanda otobiyografiktirler. Bu kadınlar düşlerini, içseliyle ve sosyal çevreyle olan ilişkilerini, ilkelliği, modernliği, -mış gibi yapmayı, iletişim problemlerini büyük puntolarla yazmaktadırlar. Birbirinden farklı bakış açılarına sahip olmalarına karşın temelde tek bir İkinci Göz olma durumunu imleyen kadın fotoğrafçılar bir araya getirildiklerinde birbirine benzemez biyografik fragmanlar algısı yaratmamaktadır. Hikâyelerin içerikleri ortak olmasa da özgürleşmeye doğru kat edilen yol ortaktır ve bu da kadınlık adına kapsamlı bir otobiyografi yazımıdır. Bu kadının yükselen fotoğraf şarkısıdır.
Bir anlamda kendi varoluşunu etkin kılmak için yeni hikâyeler yaratan kadın fotoğrafçılara karşı en belirgin eleştiriler çoğunlukla kendilerine olan hayranlığı dışa vurdukları yönündedir. Belki de kadının erkek egemen yapı içerisinde fetişleştirilmiş olan varlığına karşı duyduğu tepkiyi fotoğraf aracılığıyla dile getiriyor olması çoğu durumda bir tehdit olarak algılanmaktadır. 20. yy.’ın en güçlü ifade araçlarından biri olan ve kadının yalnızca seyredilen değil seyreden olmasına da olanak sağlayan fotoğraf belki de egemen yapıyı bu yönde sarsmaktadır.
Woolf’a göre “…kadın gerçeği söylemeye başlarsa erkeğin aynadaki görüntüsü küçülmeye başlar; yaşam karşısındaki uyumluluğu yok olur. Erkek sabah kahvaltısında ve akşam yemeğinde kendini gerçek boyutlarının en az iki katında göremezse, kararlar vermeyi, … nasıl sürdürecektir?”
İFSAK Sinema ve Fotoğraf Dergisi’nin 152. sayısında Gültekin Çizgen bu durumun yeniden gündeme gelmesini kaçınılmaz kılan bir yazı yazmıştır. Kadınları çok iyi tanıdığı üzerine biçimlendirdiği yazısında “Kadının yükselen bir fotoğraf şarkısı var mıdır?” sorusu Gültekin Çizgen’in cevaplanma ihtiyacı duyduğunu gösterir ya da soru sorma biçiminden dolayı okuyucu tarafından bu şekilde algılanabilir. Bu nedenle bu yazıyı Gültekin Çizgen kadının yükselen şarkısı (ne demekse?) olarak okuyabilir. Bu arada fotoğraflar ile daha yakın benzerliklerin şarkılarla değil öykülerle sağlandığını da akılda tutmak gerekebilir. Bu nedenle de erkeklerin, kadınların, çocukların, farklı etnik ve kültürel çevrelere mensup olan, farklı ülkelerde yaşayan insanların, duyamayanların, konuşamayanların, zihinsel sorunlar yaşayanların ve hatta göremeyenlerin bile anlatabileceği fotografik öyküler olduğu ve bu öyküleri anlatanların da kendi aidiyetlerine göre şekillenebilecek bir betimleme diline sahip olabilecekleri Gültekin Çizgen’e şaşırtıcı görünmemelidir.
Sonuç olarak ‘kadının yükselen bir fotoğraf şarkısı var mıdır?’ bilmiyor ve ilgilenmiyorum. İlgilendiğim ve belki de hepimizin ilgilenmesi gereken, kadının yükselen bir görme ve anlatma biçiminin var olduğudur. İkinci Göz bunun var olduğuna dair iyi bir örnektir. Ancak bu bir öncelik, büyüklük, farklılık, seçkincilik ifadesi gibi algılanıp tehdit olarak görüldüğü sürece kadınlara olan saldırı devam edecek gibi gözükmektedir. Oysa kadının yükselen bir görme ve anlatma biçimi vardır demek son derece olağan bir önermedir. Bunun anlamı şöyle açılabilir: Kadınlar fotoğraf çekme konusunda her geçen gün etkinleşmektedirler ve anlattıkları öyküler her durumda gözle görülür biçimde belirgin olmasa da kadınlık durumuna dair izler taşımaktadır. Ayrıca tekrarlamak gerekirse bu sadece kadına özgü olmadığı gibi etnik, kültürel, bedensel, zihinsel farklılıkları da kapsamaktadır. Bu anlatım adına bir olanaktır, çeşitliliklerin zenginliğidir, olumludur ve çoğulcudur. Belki de kadın fotoğrafçılar özelinde hem negatif hem de pozitif ayrımcılığın son bulması bir süreçtir ve bu sürecin doğru işlemesi için yapılması gereken kadınların daha çok fotoğraf çekmesi, izletmesi ve fikirlerini paylaşmasıdır.
Kaynaklar
1- John Berger, Görme Biçimleri, Çev:Yurdanur Salman, İstanbul, Metis Yayınları, 2002.
2- Virginia Woolf, Kendine Ait Bir Oda, Çev: Suğra Öncü, İstanbul, İletişim Yayınları, 2010.
3- Virginia Woolf, Kendine Ait Bir Oda, Çev: Suğra Öncü, İstanbul, İletişim Yayınları, 2010.
4- Gültekin Çizgen’in İFSAK Sinema ve Fotoğraf dergisinde yazdığı Sanat ve Kadınlara Dair isimli yazıya atıf olarak…
5- Virginia Woolf, Kendine Ait Bir Oda, Çev: Suğra Öncü, İstanbul, İletişim Yayınları, 2010.
6- Gültekin Çizgen, Sanat ve Kadınlara Dair, İstanbul, İFSAK Fotograf ve Sinema Dergisi, sayı. 152, 2014.
Kontrast Sayı 46, Mart-Nisan 2015
Sebla Selin OK
Öğretim Görevlisi
Marmara Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi Fotoğraf Bölümü