I
Yüz yıl sonra dönüp bugüne bakanlar, Türkiye’de orta sınıfın hobileri arasında fotoğrafın önemli bir yer tuttuğunu görmekte zorlanmayacaklar.
80’lerden itibaren yaygınlık kazanan ve dijital devrimin ardından geniş kitlelere ulaşan fotoğrafçılık, sanat ve iletişim başlıkları altında incelenmekle birlikte sosyal psikolojinin alanına girmeyi de hak ediyor. Fotoğrafçılığa ilk adımı bir kurumdan aldıkları temel eğitimle atanlar, aynı zamanda bir grup aidiyeti kazanıyor ve yeni bir sosyal kimlik edinebiliyor. Bu kimliği geliştirecek bir çok rol modeliyle karşılaşıyor, her çapta ustalarla, hocalarla, hatta idollerle ve kahramanlarla bir araya gelme fırsatı yakalayabiliyor. Yaygın bir örgütlenmeye sahip fotoğraf camiasının iç dili, hiyerarşisi, yarıştırma/ ödüllendirme/ cezalandırma mekanizmaları da eksik değil.
Öte yandan oldukça esnek bir yapı söz konusu bu alanda ve tüketim toplumu insanının ihtiyaçlarına uygun başka vasıfları sayesinde çağımızın en yaygın kolektif eğlence araçlarından biri olarak tanımlanıyor.
Bu haliyle gayet masum bir meşgale sayılabilecek fotoğrafçılığın bir başka yeteneği daha var ki o da stereotipler oluşturarak toplumlar ve topluluklar hakkında klişe yorumlar ve yargılar yaratabilmesi, var olan yargıları pekiştirebilmesi. Bu yetenek sayesinde kanaat ve davranışları etkileyebildiği gibi, estetik algıları ve görme biçimlerini de şekillendirebiliyor.
II
Fotoğraf makineleriyle sokaklarda dolaşan insanlar ilk defa modern sınıfların doğuşuyla birlikte görülmeye başladı. Endüstri çağı bitti, post endüstriyel devir kapandı, yapay zeka ve gen teknolojisiyle birlikte bildiğimiz ve öngörebildiğimiz devirlerden farklı bir çağa giriyoruz. Fotoğrafçılar o gün bu gündür sokaktalar. Aradan geçen neredeyse iki asırda fotoğrafların hayatımızdaki yeri genişledi, derinleşti, kökleri kişisel ve toplumsal tarihin köklerine bağlandı…
Aslına bakarsanız bu süslü lafların altındaki manzara şu: Fotoğrafçılar sınır, mekan, ortam tanımadan ona-buna bakmaya, olur-olmazları göstermeye devam ediyorlar. Çektikleri fotoğraflarla doğru-yanlış savlar ile sürerken, en güçlü yalanları söylüyor, bir taraftan da hakikati aramaktan vazgeçmiyorlar. Kimi fotoğrafçı kendi dışındaki dünyaya bakarak oradan hikayeler anlatıyor, tanıklıklar aktararak bir anlam arıyor, kimi fotoğrafçı kendi içine bakarak olan biteni yansıtmaya, kendisiyle birlikte alemi anlamaya çalışıyor… Rivayet muhtelif.
III
Hal böyleyken yüz yıl sonra günümüzün fotoğraflarıyla ilgilenenler ellerindeki toplama biraz daha dikkatli bakacak olurlarsa, boş vakitlerinde “fotoğraf sanatı” yaparak hoşça vakit geçiren insanların ilginç bir merakıyla daha karşılaşacaklar: Özellikle alt gelir gruplarının, dezavantajlı kesimlerin fotoğraflarını çekmeye ayrı bir değer biçtiklerini görecekler. Bir fotoğraf makinesinin bedeliyle aylarca karınlarını doyurabilecek çocukların, kadınların, yaşlı, genç insanların mutlu, kederli, düşünceli, mahzun, neşeli halleriyle fotoğraflarını çekerek aynı zamanda bir görev yerine getirmiş olmanın hazzını yaşadıklarını fark edecekler. Bu fotoğrafların bir çoğunda, ocağına ateş düştüğü için yurdunu terk etmek zorunda kalmış insanlar da yer alacak. 29 Nisan 2011 tarihinde başlayan sığınma amaçlı o büyük nüfus hareketliliği içinde zorla yerinden edilmiş 2 milyon 200 bin savaş mağduru, özellikle yoksullar, perişan halleriyle görünecek. O zaman bazılarının aklına şöyle bir soru takılacak: Neden? Neden çekildi bu fotoğraflar? Bunlara bakanlar ne anladı, ne hissetti, nasıl bir çıkarım yaptı? Daha da önemlisi, bu fotoğraflar ne derece sahih, ne kadar otantik, durumun gerçekliğini temsil etmekte ne kadar yeterliler?
IV
Bölgemizdeki savaş nedeniyle yaşanan göç, çok sayıda sığınmacıya geleceklerini yabancı topraklarda aramaktan başka bir çare bırakmadı. Türkiye’ye çeşitli yollardan gelerek yeni bir hayat kurma derdine düşen bu insanların serencamına haber ve belgesel hikayeler üreten az sayıdaki fotoğrafçı ve fotoğraf kolektifi derinlemesine bakmaya çalıştı. Bu çalışmaların yanı sıra boş vakitlerini fotoğraf çekerek değerlendiren meraklılar da konuyla ilgilendiler. Kuşkusuz toplumsal bir probleme, acılara, yoksunluklara elindeki imkan neyse onunla eğilmek, yaşananları görünür kılmaya çalışmak gayet saygın bir davranıştır. Bu insani hasletin, fotoğraf gibi yaratıcılığa imkan veren bir ifade aracılığıyla hayata geçirilmesi ayrıca özenilecek bir hassasiyet olarak değerlendirilebilir. Ancak fotoğraf denilen netameli medyum, o marazlı dil, her türden iyi niyeti aynı hüsnüniyetle kabullenip yansıtacak bir mecra değil.
Başkalarının acısına bakmak, toplumsal bir hassasiyetten ötürü, siyasi bir duruş gereği olabileceği gibi, dizginlenemez bir içgüdüyle alevlenmiş bir dürtü de olabilir. Ancak başkalarının acısını başkalarına göstermek meselesine gelince durum değişir. O iş mühimdir, birtakım başka vasıflar, değerler, ilkeler ister. Fotoğraf makinesiyle görüntü yaratmanın temel bilgisi yetmez, bunun ötesinde bir yola yordama ihtiyaç vardır; fikri bir altyapı, gerekçelendirilmiş bir sebep, istikrarlı bir tutum, politik bir yaklaşım ve etik değerlerin dikkate alındığı zihinsel bir donanım gerekir.
Ötekinin acısı elbette tarih boyunca berikini de ilgilendirmiştir. Vicdan sahibi ve duyarlı kişiler, toplumcu ideolojiye yakın olanlar, siyasi tutum icabı eşitlik, adalet, barış gibi ilkeleri savunanlar, özel olarak başkalarının acısıyla ilgilenmişlerdir. Geçmişte de bu gün de, yurt içinde de yurt dışında da bu değerlere sahip bir çok fotoğrafçının adını sayabiliriz. Gel gör ki bu duyarlılığın, acıyı yaşayanlara sağladığı fayda konusunda ciddi şüphelerim olduğunu eklemem gerek.
V
Fotoğrafı teknik bir kayıt, grafik bir düzenleme ve hayatı estetize ederek yeniden üretme vasıtası olarak değerlendiren yaklaşımla başkalarının acısına bakmaya kalkışmak sadece fotoğrafçısına fayda sağlar. Bir hafta sonu doğaya çıkıp kelebek fotoğraflamak, sonraki hafta tarihi mahallelerin sokaklarında koşturan çocukları, kentin duvarlarına yansıyan gölgeleri çekmek, ardından mültecilerin topluca yaşadıkları kamplara, sığındıkları varoşlara giderek onları da fotoğraflamak, aynı fotoğrafçılık fiili içinde tanımlanmamalı kanaatindeyim. Doğanın güzelliklerine bakmak, ışık ve gölgenin yarattığı güçlü kontrastları fotoğraflamak elbette iyi bir şeydir ancak sığındığı çardakta beş çocuğuyla yaşayan savaş mağduru kadının çamaşır yıkarken fotoğrafını çekmekle arasında önemli farklar vardır.
Nasıl bir fark olabilir ki? Başkalarının acısını görünür kılmak nasıl bir şeydir, şiddeti, mağduriyeti fotoğraflamak hakkı kimindir ve yetkisi kimden alınır ki?… Fotoğrafçılığın bu kadar yaygınlaştığı ve görüntülerin kolayca ulaşılabilir olduğu günümüzde cevapsız kalmaya mahkum sorular bunlar. Çünkü doğru dürüst bir cevabı olmadığı gibi konuya hak ve yetkiler üstünden yaklaşmak da abes.
Şiddeti, mağduriyeti kimin görüntülediğini değil nasıl görüntülediğini konuşmamız gerek. Acıyı fotoğraflayanı değil, acıyı gösterme biçimini tartışmak gerek. Mağduriyetin/ şiddetin bir haberci/ belgeselci ya da bir amatör tarafından temsil edilmesinde değil mesele, bu temsilin ilettiği mesaj ve taşıdığı değerler hakkında konuşmak gerek. Eğer niyet buysa başkalarının acısını göstermek konusundaki etik ilkelere/ değerlere, haberci ve belgeselcilerin pratiklerinden, deneyimlerinden yola çıkarak ulaşabiliriz diye düşünüyorum.
Fotoğraf en sade tanımıyla görülenleri gösterme tekniğidir. Her fotoğraf bir temsildir. Fotoğrafçı ise gördüklerinin temsilini elindeki alet sayesinde çıkararak başkaları tarafından görülmesini sağlayan kişidir.
Fotoğrafçının gördüklerini zihinsel donanımıyla değerlendirdiği, yorumu ve yaratıcılığıyla inşa ettiği görsel tanıklık, haber fotoğrafı olarak başkalarına ulaşır. Benzer saiklerle üretilen ve bir haber iletmekle yetinmeyip meselenin derinliklerine de bakabilen çoklu görsel anlatıma da belgesel hikayeler deriz. İletişim alanına dahil edilen, gazetecilik mesleğiyle vücut bulan bu pratik, aynı zamanda sorumluluk, güvenilirlik, duyarlılık, mesleki etik gibi birtakım soyut değerleri de öne çıkaran fikri bir faaliyetin ürünüdür.
VI
Savaşların, şiddetin, sığınmacıların, mağduriyetin nasıl temsil edilmesi gerektiği haber ve belgesel fotoğraf alanında uzun süredir tartışılıyor. Susan Sontag’ın “Başkalarının Acısına Bakmak” kitabı Türkiye’de de ilgi toplayan ve meseleye derinlemesine bakan bir eser. Aynı alanda yazan Susie Liensfield’in “Acımasız Aydınlık” kitabı ise Sontag’ın tersine söyledikleriyle ayrı bir değere sahip.
Okumakta olduğunuz yazının temelinde şiddetin temsilini haber ve belgesel fotoğraf pratiği içinde ve bu alanın değerleri çerçevesinde tartışmaya çalıştığım ortada olduğuna göre, Liensfield’in önsözde yazdıklarını ayrıca önemsediğimi belirtmem gerekir. Şöyle diyor yazar: “Bunları yazmamın sebebi, Sontag’ın postmodern ve postyapısalcı varislerinin belgesel fotoğrafçılığın gelenek, pratik ve ideallerine yönelik küstah nefretlerine karşı bir duruştur”.
“Fotoğrafın Krizi-Vahşeti Fotoğraflamak” adlı ortak kitapta ise editörlerden Jay Prosser “Vahşeti gösteren fotoğraflar bizden bir tepki bekler, bir cevap ister. Vahşet fotoğraflarına aile fotoğrafları, resmi fotoğraflar ya da çeşitli gazete fotoğraflarına baktığımız gibi bakmayız. Kendini bir anda gösteren ve çoğunlukla iç organlarımızda hissettiğimiz bir bağdır bu. Fotoğraf bizden cevap bekler, hatta gördüğümüz şeyi ve gerçekleştiğini çoktandır bildiğimiz olayı engellemek için çaba göstermemizi ister….”
Prosser’in bu tespitini fotoğrafa içkin bir durum, fotoğrafların doğasından kaynaklanan bir soru sorma ve müdahaleye çağrı yeteneği olarak değerlendirmemek gerektiğini düşünüyorum. Bir fotoğrafın bu vasıfları taşıyabilmesi ancak fotoğrafçının marifetiyle olabilir; şiddete-mağduriyete yaklaşımı, öne çıkardığı etik değerler ve yaratıcılığın formüle edilemez dokunuşları sayesinde mümkün olabilir. Bir fotoğrafın izleyen üstünde sorgulama, ya da engelleme amacıyla doğrudan müdahale etme arzusu uyandırabilmesi ancak fotoğrafçının böyle bir içeriği yüklemesiyle gerçekleşebilir. (Fotoğrafçılıkta bir “foetika” tanımlaması yapmak gerekirse tam da buradan başlayabiliriz konuşmaya.)
Sontag ile Liensfield’in önemli değerlendirmeler barındıran iki farklı yaklaşımı bize Prosser’in öngördüğü, “fotoğrafların bakanı aktive etme hali” ile birlikte değerlendirildiği zaman üç kanal açılıyor önümüze.
VII
Bu kanallardan ilerleyince Johan Galtung’un “Barış Gazeteciliği” kavramsallaştırmasıyla yaptığı önermeler çıkıyor karşımıza. Barış gazeteciliği alanında eğitim çalışmaları yapan Anabel Mc Goldrick ve Jake Lynch’ten yola çıkarak savaşın, şiddetin, mağduriyetin, yoksunluğun fotografik temsilindeki kriterlerden başlıcalarını şöyle sıralayabiliriz:
*
Bir anlaşmazlığın ikiden fazla tarafı olduğunu dikkate almalı. Bir çatışmada yaşanan mağduriyetlerin temsilinde, tarafların çokluğunu göstermeye ve bu sayede çözüm imkanlarını çoğaltmaya çalışmalı.
*
“Biz” ve “öteki” ayrımında sadece bir yanda saf tutmak yerine “bizdeki öteki” ve “ötekindeki biz”i aramalı ve görünür hale getirmenin yollarını bulmalı.
*
Ötekinin yaptığı “kötü” ile bizim yaptığımız “kötü” arasında gerçekten bir fark var mı sorusu önemsenmeli, görünümleri aranmalı ve fotoğraflanmalı.
*
Şiddeti, mağduriyeti, yoksunluğu, gerçekleştiği yerde ve gerçekleştiği anda fotoğraflamak yetmez. O anın / durumun öncesi ve sonrasıyla olan bağ ve ilişkilerini araştırmalı ve göstermeli.
*
İhlal, çatışma, şiddet sonucu meydana gelen mağduriyetlerin fotoğrafına sadece taraflar ya da olaydan haberdar olanlar baktığında ne anlayacağını değil, konu hakkında hiç bir bilgisi olmayanlar baktığında ne anlayacağını da düşünmeli.
*
Şiddetin ve mağduriyetin sadece görünür sonuçlarını değil, görünmeyen etkilerini de görünür kılmaya çalışmalı. Problemin gündelik yaşama yansımaları gösterilmeli.
*
Mağdurların hayatlarını nasıl sürdürdüklerini göstermekle yetinmemeli onlardan gelecek çözüm önerilerine de kulak vermeli, anlamaya çalışmalı ve görünür kılmalı.
*
Teknik görüntüler canlılar alemini nesneleştirir. Görüntülerimizdeki insanları birer özne olarak temsil etmeli, onları mutlaka adları ve soyadlarıyla birlikte anmalı.
*
Şiddetin pornografik temsilini üretmekten kaçınmalı. Pornografik görüntülerin izleyicide yaratacağı cazibeden istifade etmemeli.
*
Fotoğrafçı tanık olduğu acıyı estetize etmemeli ya da aza indirgememeli,
*
İzleyiciyi şiddetin nedenlerinden uzaklaştıran yüzeysel bakıştan kaçınmalı.
*
Güçsüzleştirilmiş insanların kurbanlaştırılmış temsillerinin değişim imkanlarını azalttığı bilinmeli.
*
Şiddete, haksızlığa, gadre uğramış kişileri zavallı, çaresiz, harap, savunmasız gösteren kurbanlaştırıcı temsiller yerine her zaman görünür olmayabilen dayanma gücü, direnme iradesi ve dayanışma davranışını da gösterebilmenin yolları aranmalı.
Çok genel hatlarıyla sıralamaya çalıştığım bu kriterler de gösteriyor ki, başkalarının hayatına bakan fotoğrafçının acıları, şiddeti, mağduriyeti fotoğraflarken ustalığı, artistik yetenekleri, kamerasının teknik imkanları yetmez; bunlar iyi niyetini suiistimal edecek derecede aldatıcıdır. Başkalarının acısını temsil ederken fotoğrafçının entelektüel donanımı, etik değerleri ve yukarıda sözü edilen fotografik yaklaşım konusundaki yaratıcı denemeleri ile birikimi önem kazanır. Bu alanda yapılacak her çalışmada meseleye odaklanmış fikri faaliyet ile emek esastır.