Ne oldu bize, bilemiyorum. Her yanımız öfkeyle kuşatılmış. Hoşgörü, anlayış, rindlik, alçakgönüllülük, özveri falan hepsi laf. Öfkeliyiz; en çok da birbirimize, yakın olduklarımıza öfkeliyiz. Uzaktakilerle zaten aynı havayı soluduğumuzu bile kabul etmiyoruz. Öfkenin nedeni önemsiz. Nereden kaynaklandığı, kimden geldiği, kime yöneldiği mühim değil. Şiddetin kendisi mutlak ve en yüce değer oldu çoktandır, hatta kutsal. Şiddet deyince illa ki fiziki bir zorlama anlamasak da olur. Aynı ortamı paylaştıklarımıza karşı bir selamı esirgemek bile yeter.
Neyi koruyor içimizdeki şiddet, hangi korkumuzu bastırıyor? Tam bir çaresizlik hâli bu, hepimiz için.
Sıradanlaşmış şiddeti anlamanın yolu, belki de hayatlarımıza nüfuz etmiş militarizmi açığa çıkarabilmekten geçiyor. Çocuk aklımızın ermeye başladığı günlerden itibaren aile içinde tohumları atılan, okullarda kitleselleşen beyin yıkama süreçleri sayesinde, özgür insan olmak yerine kul köle ideolojisinin esiri olmuşuz bir kere. Bu yanıyla şiddetin hem nesnesiyiz hep birlikte hem de öznesi. Gönüllü jandarmalığa soyunan, kendiliğinden bekçiliğe hazır hâle getirilmiş ruhlarımızın sefaleti ise içler acısı.
Açıkça söylense: “Düşünmek, ifade etmek, öğretilmiş ve izin verilmiş olanın dışındaki fikirleri savunmak, tabulara karşı gelmek; ulu, yüce, kutsal bilinen önder, lider her kimse iman etmeden yaşam sürmek yasaktır,” dense sorun değil. Hiç değilse içinde yaşadığımız sanal demokrasiden daha acıtıcı olmaz.
İçine doğduğumuz kültürel ortam, tabuların cenderesindeki hayatı biricik özgürlükler ve demokratik işleyiş biçimi olarak durmaksızın damarlarımıza zerk ettiği için, “hayat dediğin budur, demokrasi dediğin böyledir zahir,” diye çaresizliğimizi benimsemiş haldeyiz. Öğrendiğimiz demokrasiyi hem kendi hayatlarımızda hem kurumlarımızda ayniyle yaşatıyoruz. Daha da fenası, kâbusun farkında olmak bir yana, “normal hallerdir bunlar” diye kabullenmiş gidiyoruz. Bu kültür ortamından biz fotoğrafçılar da, fotoğraflarımız da, fotoğraf kurumlarımız da arınmış değil. Yine de, hepimiz, hep birlikte, her ne kadar evcilleştirilmiş olsak bile, bazı fotoğraflar aradan sızıp ortalığı karıştırmayı başarıyor.
Fotoğraf deyince günümüzün en zararsız, bir o kadar masum ve gayet yaygınlık kazanmış merakı gelmesin akla. Fotoğraf, memleketimizde genel kabul görmüş hâliyle orta sınıftan insanların boş vakitlerinde becermeye çalıştıkları ince bir sanat değildir aslında. Başka bir şeydir. Üstelik bizde bugüne kadar pek de sık görülmeyen, gösterilmeyen bir yüzü vardır ki o yanıyla zararlı, hatta tehlikeli bir araçtır.
Nasıl olmasın? Kültür tarihimizde, geleneklerimizde, inançlarımızda zaten pek de makbul bir şey değildir suret. İster insan eliyle yapılsın ister insan yapımı makineyle fark etmez. Suretin hâlâ içselleştirilmemiş varlığı tekin değildir bu kültürde. Çağdaşlık, modernizm, batılılaşma, pozitivizm falan vız gelir tırıs gider. Memleket insanı, ister bir yaşam biçimi önermesiyle dinsel öğretiyi siyasal ortama taşımış olsun isterse modernist ideolojiyi biçimsel algıyla yaşamında var etmeye çalışsın fark etmez. Fotoğraf toplumsal hafızamızın derinliklerindeki netameli yerini korur. Bir fotoğrafın gösterdiklerinin, o fotoğrafın konu aldığı gerçeklikten daha büyük tepkiye yol açması sıradan bir olaydır. Fotoğrafla ilişkimizi tam olarak yerli yerine oturtamadığımız için, fotoğrafa yansıyan gerçekliği yaratan nedenlere duyacağımız tepkiyi fotografik görüntüye yöneltiyoruz. Ayrıca bu işin gönüllü korucuları da mevcut. Ortada bir tersliğin bulunmasına değil, onun gösterilmesine, hele fotoğrafa kaydedilerek gösterilmesine sinirleniyorlar. Hoşlanmadıkları gerçekliğin görünür olmaktan çıkınca ortadan kalktığına inanıyorlar zahir.
“Ben görmüyorsam zaten yoktur, göstermeye kalkanlar da hainlerdir,” zihniyetiyle toplumsal alana sirayet eden bir yok sayma hâli tercih ediliyor. Bazı fotoğrafların beklenmedik tepkiler almasının esas nedeni biraz da bu.
Yılmaz Güney’in filmlerinden birindeki sahneyi hatırlıyorum: Şehrin yoksul mahallesindeki çocukların fotoğrafını çeken birine çevreden tepki gösterilmesi üzerine filmin kahramanı, asıl meselenin yoksulluğun fotoğrafını çekenleri engellemek değil, yoksulluğu ortadan kaldırmak olduğunu söyler. Bir fenalığın gerçekleşmiş olmasından çok, onun fotoğraflanması tepki yaratır bizim dünyamızda. Hele orta yerde duran, kişisel değil de hepimizin bir şekilde payı bulunan toplumsal bir fenalıksa hiç dayanamayız.
“Peki, bize ne?” diye sorulacak olursa şunu söylerim: Ortak aklımızın fotoğraflara temkinli yaklaşımının, hatta “netameli meta” muamelesinin hepimizi bir şekilde etkilediğini düşünüyorum. Yoksa bizim gibi aktif genç nüfusu hayli yüksek, oldukça politize ve ateşli bir toplumda fotoğrafçılar toplumsal dinamiklere neden bu kadar sırtlarını dönsünlerki? Neden kendilerini yaşadıkları yerin, şehrin, kasabanın, ülkenin turizm tanıtım memurluğunda beleşe çalışan “fotoğraf sanatçısı” sansınlarki? Neden boynuna makineyi asan yurdum güzelliklerinin peşinde kendini heba etsinki? Neden toplumsal gerçeklerle, hayata dair şahsi gerçeklerle, insana ve tabiata dair gerçeklerle, siyasi ve kültürel gerçeklerle aralarına bu kadar büyük mesafeler koysunlar ki?
Gerçek ile aramızda hiyerarşiden ve şiddetten arınmış bir ilişki kurulabilirse ancak o zaman ifade özgürlüğünden söz edilebilir. Korumacı ve kollamacı zihniyetlerin esas korkusu aslında bu ilişkinin kurulmasıdır. Çünkü gerçek ile zihin arasındaki klişeler, kodlar, ne kadar kavi tutulursa o kadar zahmetsizce netice alınır.
Bu nedenle memleketin fotoğrafçıları da, basını da, sanatçıları da gerçeğin tanıklığını gösteren fotoğraflardan mümkün olduğu kadar uzak dururlar. Çekmezler, çekseler de ortaya çıkarmazlar; ortaya çıkarsalar bile çoğaltmaz, dağıtmazlar. Tam tersini yapmak isteyenlerin ise yerleri dardır, oynayamazlar.
Şöyle bir bakalım geçmişimize. Fotoğraflarıyla hafızamıza nakşolmuş kaç toplumsal olay mevcut?.. Fotoğrafla biraz ilgili olanlar dünya tarihinden bir dolu örnek göstererek namlı fotoğrafçıların çalışmalarını bir çırpıda sayabilir burada. Ya bizim memleketten? Toplumsal olayların, değişimlerin, sosyal gerçeklerin fotografik yansımalarına karşı bünyemizde gelişmiş güçlü tepkinin, içselleştirilmiş fotoğraf korkusunun payı nedir bu kifayetsizlikte?
Kontrast Sayı 22, Mart-Nisan 2011
Özcan YURDALAN