İlk fotoğrafçıların İstanbul’da görünmeleri, bu tuhaf icadın resmen ilanından hemen sonra oldu. Çok geçmeden Anadolu da fotoğrafla tanıştı. Suretleri cilveli aynada yeniden yaratma marifetine sahip kişiler, sırlarını kendi yakınlarından başlayarak bonkör sayılabilecek bir cömertlikle paylaştılar. Fotoğrafçılık hızla Osmanlı mülküne yayıldı. Sadece payitahtta kalmadı yani, irili ufaklı şehirler bütün bakımsızlıklarıyla, Anadolu insanı ise olanca pejmürdeliğiyle objektiflere maruz kaldı.
Fotoğraf doğumuyla birlikte hayatımıza girdi. Gelişip serpilmesi ise olağandan farklı gelgitler içinde oldu. Düştüğü girdaplar hiç eksilmedi. Belki de bu yüzden ergenlikten kurtulması, çiçeklenip meyveye dönmesi biraz daha zaman alacağa benzer.
Kolay değil. Hiç bir zihinsel, duygusal, bilimsel, teknolojik, teorik, hayali ya da zahiri katkıda bulunmadan, fotoğraf denilen görünüm kayıtçısını hayatının orta yerinde buluvermek bir toplum için hiç de kolay değil. Neyse ki her kalıba girebilen esnek bir karaktere sahibiz ki fotoğraf da toplumsal hayatımızda iyi kötü bir yer edinebildi. Sağlam bir yer değil bu ama daha çok eğreti bir ilişme şeklinde bir yer bulma hali.
Fotografik görüntü, ilk günden itibaren toplumda egemen olan kültürel kodlarla çatışmalar yaşadı. Değişen geleneksel değerlere, yenilenen kanaatlere tutunarak dik durmaya çalışan fotoğrafçılığın ve fotoğrafların işlevini anlama gayreti, toplumdaki karşılığını anlamlandırma çabası dün olduğu gibi bugün de eksilmedi (kimliklere, tapulara, diplomalara yapıştırılan vesikalıkları, polis kayıtlarındaki fotoğrafları, her biri birbirinden daha değerli olan ve son derece önemli işleve sahip hatıra fotoğraflarını bu meselenin dışında tutuyorum elbet).
Malum, günümüz toplumsallığına damgasını vurmuş kültürel formatları belirleyen zihnimizin derinliklerindeki inanç katmanları, suretle pek de barışık kodlara sahip değil. Mesele barışıklık ya da küskünlükle sınırlı kalsa iyi. “Suret” denilen netameli alan sadece görsel ilişki kurmakla yetinilen bir süsleme ögesi olmaktan öte başlı başına bir iletişim mecrası, haber, bilgi ve tanıklık membası olduğu için pek de masum sayılmaz. Ortalıkta sere serpe salınması pek hoş karşılanmaz. Bu nedenle fotoğraf, hem devlet hem millet nezdinde makbul bir yere sahip değil. Kültürel katmanlar içinde nereye konulacağı, genel kabul görmüş hangi kavramlarla izah edileceği, geleneksel iletişim biçimlerinden hangisine tekabül edeceği kestirilemediği için ne işe yarayacağı bilinmeyenlerin arasına itelenir ya da her işe yaratılmaya çalışılan lüzumsuzlukların arasına.
Fotografik görüntünün toplumsal anlamlandırması her zaman gelgitler yaşadı bu coğrafyada demiştim. Fotoğraftan beklenen işlev, her dönemde, o dönemin kültürel mirasla kurduğu ilişkiye koşut biçimde kendini inşa etti. Ancak suret okumaya, görüntülerden hikâyeler çıkarmaya alışkın olmayan, mesela dini akideleri, terbiyevi kıssaları, resimlerden destek almadan sadece sözel anlatılardan öğrenen bir toplum, elbet fotoğrafı da yabancılayacak, yadırgayacaktı, nitekim öyle de oldu. Daha doğrusu olup bitmiş bir şey yok. Fotoğraf da tıpkı toplumsal kimliğimiz gibi kendini tanımlamaya çalışıyor hâlâ.
Bazı hallerde fotoğraflar gerçek kimliğin kanıtı sayılır malum. Belki de biz, geçmişimizle birlikte günümüzün de dürüst bir fotoğrafını çıkarıp orta yere koyabilirsek eğer, toplumsal kimliğimizi de tereddütsüz tanımlayabileceğiz. Üstümüze geçirilmiş yalan gömleklerinden birer ikişer soyunarak ruhumuzu sükûna kavuşturabileceğiz, olgun ve dingin bir toplum haline gelebileceğiz. Neyse ki günümüzde bu fotoğrafı çekmeye çalışan fotoğrafçılar var. Sadece bizim memlekette değil dünyada da “concerned photographer” diye tanımlanan “farkındalık sahibi fotoğrafçılar” bu işin peşindeler.
Fotoğrafın “foetikası” fikriyatı, felsefesi, etiği, estetiği, hakikat arayıcılığı, gerçekle kurduğu ilişki, haberleşme aracı olarak işlevi, toplumsal bellek oluşturmadaki rolü, tanıklık aktarmadaki etkisi, iletişim aracı olarak imkânları, hemen hiç bir dönemde dikkatle değerlendirilmedi bu ülkede.
Cumhuriyetin ilk dönemlerinden itibaren toplumsal güç odakları gibi irili ufaklı iktidarların tamamı fotoğrafı propaganda maksadıyla, “tanıtım” amacıyla kullandı. Bugün hâlâ Anadolu’nun bağrında yaşayan fotoğraf meraklıları, fotoğraf dernekleri, o kentin görsel tanıtımıyla vazifeli sayarlar kendilerini. Yerel idare de memleketin gönüllü reklam fotoğrafçısı gibi görür onları. Devletin ve toplumun fotoğrafla ve fotoğrafçıyla kurduğu tek organik ilişki böyle bir beklentiyle vücut bulur belki de. Anadolu’nun herhangi bir kasabasındaki kamu yöneticisinin aklıyla mesela fotoğrafçılara devlet ödülü veren aklın işleyişi pek de farklı değildir bu anlamda.
Öte yandan medya da fotoğrafın haber/bilgi/tanıklık değerini hiç bir dönemde hakkıyla değerlendiremedi, ne işe yarayacağını tam olarak bilemedi. Günümüzde medya içeriğini belirleyenlerin zihninde fotoğrafın bir sayfa süsü olmaktan öte ancak grafik öge olarak kıymet bulduğunu her sabah elimize aldığımız gazete sayfalarında, internet sitelerinin ekranlarında açıkça görüyoruz. Alternatif medyanın karar vericilerinin fotoğrafa ve fotoğrafçıya yaklaşımı daha farklı değil ne yazık ki.
Her şeye rağmen fotoğrafçılar yaptıkları işin toplumsal hayattaki işlev arayışını sürdürüyorlar. Süslemeye yönelik popüler fotoğrafçılık, üretildiği gibi çabuk ve kolayca tüketilen görüntüler, fotoğrafın enerjik evreninde kifayetsiz kalıyor. Belki de bu nedenle çok sayıda fotoğrafçı son yıllarda hareketlenen toplumsal süreçlere daha fazla ilgi göstermeye başladı. Gelişen teknolojinin imkânlarından yararlanarak ürettikleri görüntüleri hemen paylaşıyor, toplumdaki karşılığını pratik içinde arıyorlar. Bu sürecin ilk alametleri Ankara’daki Tekel Direnişi sırasında, sürece yakından tanık olan fotoğrafçılarla birlikte kendini gösterdi. Ardından Gezi İsyanı, Soma Madeni’ndeki toplu iş cinayeti ve Suriye’den zorunlu göç olayı fotoğrafçıların ilgi alanına girdi.
Gezi İsyanı’nın hemen ardından sayıları hızla artan, giderek daha görünür hale gelen fotoğraf kolektifleri belgeselciler ve bağımsız fotoğrafçılar bu süreçlerle yakından ilgilendiler. Gel gör ki sıcak olay görüntülerinin ötesine geçip kendilerinden beklenen derinlikli hikâyeleri ortaya çıkaramadılar. Görsel iletişim, neredeyse arkaik sayılabilecek tek görüntü formatına indirgendi. Gayet başarılı tek fotoğraflar üretirken meselenin derinliklerine ışık tutabilecek kapsamlı hikâyelerden bizi mahrum bıraktılar.
Aslında her biri tarihsel önemdeki bu olaylar sırasında bağımsız fotoğrafçıların, fotoğraf kolektiflerinin ve belgeselcilerin sıcak haber görüntüsü peşinde koşmaları, AFSAD’ın 1978 yılında topladığı sempozyumun konusu olan Türkiye’de fotoğraf sanatının işlevine, fotografik görüntünün toplumsal zihniyetteki yerine dair soruya verilecek anlamlı cevabı biraz daha geciktirdi sanırım.
Özcan YURDALAN
Fotoğrafçı, Yazar
[email protected]
Kontrast Sayı 45, Ocak-Şubat 2015