Türkiye’de fotoğraf meraklılarının çoğaldığı 70’li yılların ikinci yarısında önemli bir toplumsal hareketlilik yaşanıyordu. 50’lerde başlayan ve giderek hızlanarak 60’larda yapısal hâle gelen kırdan kente göç, şehirlerin ekonomik, sosyo-kültürel dokusunda kalıcı dönüşümler yaratmaya başlamıştı. Fikir ve sanat ortamları bu hareketlilikten az ya da çok, mutlaka etkileniyordu; hararetli tartışmalar sürüyordu.
Darbelere zemin hazırlayan karanlık planların tezgâhlandığı bu dönemde, politize olan orta sınıf mensupları arasında fotoğrafçılık yaygınlaşıyordu. Fotoğraf dükkanları çoğalmış, taksitle makine satılmaya başlamıştı. İstanbul’da yıllardır faaliyet gösteren İFSAK’ın yanı sıra Ankara’da kurulan AFSAD, ilk yılında “Türkiye’de Fotoğraf Sanatının Toplumsal İşlevi” başlıklı bir sempozyum düzenlemişti. Fotoğrafı toplumsal amaca yönelik bir medium, bir iletişim ve tanıklık aracı olarak değerlendiren kadrolar, fotografik görüntünün kültürel kökenlerini ve toplumsal değişime etkilerini merak ediyordu; bu konudaki farklı görüşleri değerlendirmek istiyordu. Fotoğraf ortamı bugünkünden farklıydı; düşünceye, fikre, yoruma, mânâlı tartışmaya önem verilen zamanlardı…
Yazıya yukarıdaki cümlelerle girmemin nedeni, ne geçmişi yüceltmektir tahmin edersiniz ne de ham nostaljik duygulara kapılmış olmamdır. Maksadım, günümüzde hayli yaygın biçimde uygulanan ve tabiatıyla orta sınıfın boş vakit uğraşı hâline gelen yurdum fotoğrafçılığının bir makas değişikliği yapması, fotoğrafçıların dikkatini başka bir yere çevirmesi için küçük bir öneride bulunmaktır.
Lakin bu öneriye geçmeden önce fotoğrafın yaygınlaşmaya başladığı günlerdeki zihniyet dünyasına göz atacak olursak, bu teknik kaydın “öteki hayatlara bakmak için varolduğu” anlayışının benimsendiğini söyleyebiliriz. Fotoğrafçılar, bugün olduğu gibi dün de var oluşlarını başka hayatlara tanık olmak üzere kurgulamışlardı. Memlekette de Cumhuriyetin ilk yıllarındaki durum pek farklı değildi. Halkevleri’nin organize ettiği gezilerde ressamlar ve fotoğrafçılar Anadolu’yu gezmeye, çizmeye, çekmeye başlamışlardı. Yeni merkez, yeniden tanımladığı topluma, adresi farklılaşmış taşraya, taşradaki öteki hayatlara bakıyordu. Lakin sonraki yıllarda bağımsız gidişler biçiminde devam eden bu tanıklık hayli yetersiz ve gerekli metodolojiden hayli yoksun olmalıydı ki o günlerden bugüne ulaşabilen kayda değer görsel bir dokümantasyon bulunmuyor. Sonraki dönemlerde de benzer tarzda çalışmaların devam ettiğini biliyoruz. Tıpkı elitlerin toplumu değiştirme misyonunun devam ettiğine dair sarsılmaz inanç gibi, fotoğrafçıların Turizm Bakanlığı afişi kıvamındaki kartpostal görüntülerinde de herhangi bir eksilme yok.
Yaygın fotoğrafçılık anlayışı, toplumun elitlerine hâkim olan zihniyetin doğal yansıması olan içselleştirilmiş oryantalist bakışla biteviye egzotik Anadolu görüntüleri oluşturdu. Olabilir, belki de farklı coğrafyalara, değişik kültürlere, başka hayatlara bakan fotoğrafçının tek dili oryantalist dildir. Bundan başkası fotoğrafın boyunu aşar, kapasitesini zorlar; pekâlâ böyle düşünülebilir, tartışmaya değer bir konudur, ben de katılırım. Hatta argümanlarımı şu zeminlerde kurarım: Fotografik görüntünün oryantalist dokusunu çözümlemek için mesela oryantalist ressamların eserlerindeki konu seçimine, yaklaşıma, ışık, renk kullanımına, dile, yoruma vs. bakarım, onlarla karşılaştırırım. Ancak fotoğrafta oryantalist bakışın, resimdeki ya da yazıdaki oryantalist dilden daha ince bir analiz ve daha farklı enstrümanlar gerektirdiğini de ihmal etmem…
Amacım, yakın dönem fotoğrafındaki oryantalist bakışı tartışmak değil. Ancak bu tartışma yapılmadığı için, hayatın gerçeğinden kopartılarak estetize edilmiş, hayali kılınmış imajlardan oluşan büyük bir sahte Türkiye görüntüleri toplamına sahibiz bugün.
Dünya değişiyor, yeni teknik imkânlarla birlikte yeni algı kanalları, görme biçimleri, yorum mekanizmaları oluşuyor. Bilginin bölünüp katmanlaşması gibi bilinç ve farkındalıklar da çoğalıyor ve yaygınlaşıyor. Fotoğrafçıların başka hayatlara bakışı değişti, başka hayatları gösteriş biçimi de anlam değiştirdi. Fotoğraflanan hayatların sahiplerine karşı fotoğrafçının sorumluluğu büyüdü. Elbette bugüne kadar olduğu gibi bundan sonra da kent yoksulları, gecekondular, kırsal hayat, köylüler, işçiler, dezavantajlı gruplar, ezilen sınıflar, cinsel tercihler fotoğraflanacak; ama buna kalkışmadan önce fotoğraf çekmeyi bilmek kadar hayata, toplumsal yapıya, sınıflara, kültürel dokuya, fikriyata, etiğe, siyasete dair yeterli donanıma sahip olmak gerektiği de benimsenecek. Fotoğrafçı tarafından o hayatlar araçsallaştırılmadan, o insanlar nesneleştirilmeden gösterilecek, problemli alanlara adil ve hakkaniyet içinde yaklaşmak ve sorumluluk duyarak fotoğraflamak değerli bulunacak.
Lafı buraya getirdikten sonra yapacağım önerme az çok ortaya çıkmıştır sanırım. Günümüzde orta sınıfın eğlenceli uğraşlarından biri olan fotoğrafçılıkta küçük bir makas değişikliği olsa da “objektiflerini başkalarının hayatına çeviren fotoğrafçılar, biraz da kendi hayatlarına baksalar nasıl olur acaba?” diye düşünüyorum. Bugüne kadar ötekileri göstermeyi, o yaşamları estetize etmeyi ve biçimsel kaygılar içinde kalmayı tercih ettik. Ötekilerin görüntülerini üretmekle kalmadık, onları seyretmeyi de çok sevdik. Ortaya çıkan klişe görüntüler, kolay üretildiği gibi kolay tüketildi.
Orta sınıf şimdiye kadar, kendi hayatını hemen hiç fotoğraflamadı. Kendi toplumsal çevremizle, kendi hayatımızın görsel tezahürleriyle ilgilenmedik. Kendimiz gibi görünenleri çekmedik. Ya gösterecek kayda değer bir şeyimiz olmadığından ve kendi yaşam alanlarımızı ilginç saymadığımızdan, ya bir şeyler saklamak istediğimizden, ya fotoğrafa dair ezberimizi bozamadığımızdan, ya tembelliğimizden, ya da yaratıcılık eksikliğimizden…
Fotoğrafçılar bize kırları, dağları, köylüleri, kent yoksullarını gösterdikleri kadar; kendi iş ortamlarını, yaşam mekânlarını, evlerini, arkadaşlarını, sosyal alanlarını, yatak odalarını, boş vakitlerini, günlük alışkanlıklarını gösterseler…
Şimdiye kadar yaşamayı aklımızın ucundan bile geçirmediğimiz hayatlara baktık; onları fotoğraflayacak ve gösterecek kadar değerli bulduk. Ya kendi yaşadığımız hayatların fotoğraflanmaya değecek bir yanı yok mu acaba? Eğer öyleyse bakmaya, göstermeye bile değer bulmadığımız hayatı nasıl oluyor da yaşamaya değer buluyoruz? Hayatın anlamı ve değeri ile onu görünür kılmanın bir ilişkisi yoksa eğer, fotoğrafladığımız ötekilere aynı hakkı neden tanımıyoruz?
Özcan YURDALAN
Kontrast Sayı 20, Kasım-Aralık 2010