Yıl 1965, Münih’te bira içen gurbetçiler ve Almanlardan oluşan bir arkadaş grubu, yorucu bir iş gününün sonunda gürültülü bir meyhanede yuvarlak bir masanın etrafında toplanmış, yılın en uzun gecesinde yeni yıla bir hafta kala koskoca bira bardaklarını sıkıca kavrayarak yorgunluk atıyorlardı. O zaman bekar ve sevdiklerinden binlerce kilometre uzaktalardı. İçkinin verdiği rehavetle belki de dertlerini, özlemlerini masaya yatırarak bir nebze rahatlıyorlardı. Fotoğrafı çeken bu keyifli anı ölümsüzleştirmiş, gözlerdeki umudu yakalamış sanki. Umut olmadan yaşayamazsın değil mi? Umut, birlik ve beraberlikten doğar derler ya, işte bu fotoğrafa bakan, gözlerdeki ışıltıdan hayata sımsıkı bağlanmış cesur yürekleri, sevgiyi ama aynı zamanda hasreti de okuyabilir.
Peki, Sümerlerin M.Ö. 3000 yılında yaşadığı topraklardan M.S. 1960lı yıllarda Almanya’ya göç edip, Almanlarla aynı masanın etrafında toplanıp “saf” bira içmeleri nasıl oldu?
Göçün birçok adı var. Ama bunun sebebi çaresizlikse eğer, huzuru dışarda aramaya başlarsın. Hep daha iyisini istemez miyiz, hem kendimiz hem de sevdiklerimiz için? Mutluluğu bazen doğduğun yerden çok uzaklarda da ararsın, hatta aramak zorunda kalırsın. Onlar da memleketlerinden, ailelerinden binlerce kilometre uzakta ekmek parası kazanmak için hiç tanımadıkları bir kültürün içinde bulmuşlardı kendilerini. O kültür ki din, dil, ırk ayrımı yapan Neonazileri de barındırıyorsa, hayat daha da zorlaşıyor mutlaka. Düşlediklerinin hayal kırıklıklarına dönüştüğünü de görebiliyorsun o zaman.
Şaşkın Max Frisch demişti ya hani, “Biz işgücü çağırdık, ama insanlar geldi” diye.
Evet, insanlar gelmişti… Masa yuvarlaktı ve herkes tabii ki eşit olmalıydı. Onlar birer “Gastarbeiter” (misafir işçi) olarak hudut kapısından giriş yapmıştı. Para biriktirip bir iki yıl içinde memleketlerine dönüp iyi şartlar altında yaşamak istiyorlardı.
Oysa görüntü orada donup kalmıştı. Yuvarlak masaya daha sonra eşleri ve çocukları da eklenmişti. Seneler geçmiş ve torunlarını da kucaklamışlardı. Artık entegre olmuş çift vatandaşlı ve hatta “saf” Alman vatandaşı olarak göçmen statüsü engelini aşmış, yerleşik hayata geçerek, döner salonları, Türk bakkal zincirleri ve hatta firmalarıyla Alman ekonomisini şaha kaldırmış, dört nala koşup Marklara Mark katmaya başlamışlardı. Başlamışlardı da ne kadar Almanlardı? Alman mıydılar? Alman olmak istiyorlar mıydı?
Aslında iki kültür arasında sıkışıp kalmışlardı. Türken Viertel [1] dedikleri gettolarda yaşayarak kültürlerine olan bağlılıklarını, örf ve adetlerini, dinlerini yaşatmaya ant içmiş, Almanlar için “Kanacke”[2], “Knoblauchfresser”[3], “Scheiss Türken”[4], “Ausländer”[5], Aliler ve Ayşeler; Türkiye’de de Türkçesi bozuk, sonradan görme “Almancılar”[6] diye adlandırılıyorlardı. Ve bu durum çok da değişmeyecekti.
İki arada bir derede, çift karakterli, flu görüntüler: biranın arpa suyu, şerbetçi otu ve suyu bile daha saf değil miydi? Aslında ruhsal bir travmanın pençesinde hapsolmuşluğun resmedilmiş haliydi her biri. Sebebi yurt içinde yurtsuzluk, komün hayatın içinde aidiyetsizlik, yalnızlık, yalnız bırakılmış üvey evlatlık durumuydu.
Ortaya çıkansa, asimile benlikler, alt olan kültür üst, üst olan kültür de alt olmuş hayali kahramanlar, reform edilmiş gibi görünen yasalara umut bağlayan sığıntılar ve bazılarıysa dindar olan dinciler ve dürüst sendikacılardan türeyen ikiyüzlü politikacılar.
Ve doğal olarak anlaşılmadığını düşündüğün için başlarsın senin gibilerle kendi dilini konuşmaya. Söylediğin şarkılar bile zaman aşımına uğrar: acılı, hasret kokan arabesk, metamorfoz geçirip bol küfürlü, kin ve nefret kusan, teknoloji çağına yakışır mekanik, metalik, robotik, uzun nefesli, sesli sessiz, nefes kesen, bol tekerlemeli, makinalı tüfeğin şarjöründen boşalan mermi tadında sözlerle insanı transa sokar, ait olduğun sokakları hakimiyet altına alırsın. Derdini, öfkeni, hatta aşkını bile bu şekilde haykırırsın. Uyuşturur, uyuşur, unutursun…
Birahanedeki yuvarlak masaya kim bilir daha niceleri oturmuştur. Hala dev bira bardakları havada arkadaşça tokuşturularak yudumlanıyordur belki de. Hasret gideriliyor, dertler masaya yatırılıyordur. Çok şey değişmiş ve de değişmeye devam edecektir.
Bira mı? O hep aynı. Çünkü onun “saflığı”[7] hiç değişmez.
[1]. Türken Viertel: Türklerin yaşadığı bir yerleşim, getto[2]. Kanacke: “kanaka” kelimesinden türemiş, asıl anlamı insan, fakat bazı sağ görüşlü Almanlar bu kelimeyi yabancıları aşağılamak için küfür olarak kullanırlar (“Nigger” gibi).
[3]. Knoblauchfresser: Sarmısak yiyici (“fressen” normal yemek değil, hayvanın yeme biçimidir yalnız)
[4]. Scheiss Türken: Pis (Kaka) Türkler
[5]. Ausländer: Yabancılar
[6]. Almancı: Aslında Almanya’da yaşayan veya Almanya’da doğmuş olan Türkler için kullanılan bir kelime değildir. Almanya’da yaşayan veya oradan gelen, ne o, ne bu kültürden almış; has Türk takılan, hafif saf, gösteriş meraklısı, giyimi kuşamıyla dikkat çeken, sadece Almanlara değil, Türkiye’de yaşayanlara da itici gelen vb. kriterlere uyan kişilere Almancı denir – ve küfür olarak algılanır.
[7]. Alman Bira Saflık Yasası’nın aslında en önemli özelliği bira yapımında kullanılan hammaddeleri tanımlıyor ve bir standarda bağlıyor olmasıdır. Alman Bira Saflık Yasası kabulünden sonra bira üretiminde sadece malt, şerbetçiotu ve su kullanılıyordu.
Nihal MAVİ