Nergis AKINCI | Fotoğrafın Büyüsü (18. Sayı)

Fotoğraf: Ümran Düşünsel

Hepimiz zihnimizde, ânında hatırlanmaya hazır yüzlerce kare biriktiririz. Bu anlamda her fotoğraf, bir alıntıya veya bir veciz söze, bir özdeyişe benzer. Fotoğrafın, etkileme ve derin iz bırakma gücü, belki de buradan gelir. Basitçe zamanı dondurmamızdır.

Bu hâliyle bile dehşet verici bir şeydir. Fırtınalı bir denizi, çılgın bir ırmağı isteseniz de durdurabilir misiniz? Ya da sevilen birinin gitmeden önceki son anlarını tutabilir misiniz ellerinizle? Resmine baktığınızda ırmaklar da, hayatlar da oradadır; değişseler de bizimledirler; kayıtlandıkları an gibi taptaze ve yaşam dolu… Fotoğraf, kendi başına sihirli bir yaşam kaynağıdır.

Bugün fotoğraf, dünyanın en çok kullandığı dillerden biri. Bu dil yeri geldiğinde azınlıkların, cılız seslerin, iktidarın, “ötekinin” sesi; yeri geldiğinde yeryüzünün en masum, en mahrem ya da en vahşi yüzü olur. Fotoğraf, bu duruşunu ve çabasını, gerçeği yansıttığı, özgür ve anlaşılır olması gerektiği için yapar. Belki de kitleleri bu denli etkilemesi, büyülemesi bu nedenledir.

Roland Barthes’a göre; “Fotoğraf, özünde konu edindiği nesneyi, insanı, şeyi onaylamaktadır ki serüveninde, başından beri tanık kimliğinden sıyrılamamıştır. Kendini de tanık eder, izleyiciyi de. Büyüselliği buradandır.”

Fotoğrafla yeni ilgilenmeye başlayan ve bu yolculuğu sürdürmekten kendini alamayan insanlardan, hep benzer tümcelere tanık olmuyor muyuz: “Bir gün doğada fotoğraf çekiyordum. Fark ettim ki fotoğraf çektiğim o süre içinde kendimi unutmuştum. Müthiş huzur veren bir duyguydu.”, “Baktığım bir fotoğrafta kendimi buldum… Bir kare beni tutsak aldı… O ana kadar hiçbir yerde, hiçbir biçimde böyle bir şey yaşamamıştım. Sonra dönüşsüz bir biçimde fotoğrafla ilgilenmeye başladım.”, “İçimdekileri yazarak ya da konuşurak ifade etmek bana göre değildi. Fotoğraf çektikçe, kendimi ne çok anlattığımı gördüm. Doğruymuş, her karede kendimden bir parça buluyorum.”

Aslında fotoğraf, yalnızca fotoğrafı üreten kişiden değil, birçok özneden oluşuyor; fotoğrafı çeken, fotoğrafı çekilen ve fotoğrafı izleyen. Anlamlandırmaları farklı bile olsa, bu üç kişi arasında tekil ve ortak bir duygusal deneyim yaşanıyor. İster vizörün ardındaki kişi olun, ister fotoğrafın izleyicisi, fotoğraflar sizi hüzünlendiriyor, ağlatıyor, gülümsetiyor, düşündürüyor, kimi zaman rahatsız edip kimi kez huzur veriyor…

Willem de Koonig diyor ki:

Şöyle bir görünüp kayboluveren bir şeydir içerik, şimşek çakması gibi bir karşılaşma. Küçücük bir şeydir.”

Roland Barthes da fotoğrafçıların başucu kitaplarından Camera Lucida’sında bu küçük şeyi “punctum” olarak ifade eder ve ekler:
Dâhil olduğum gerçekçiler, fotoğrafı gerçekliğin bir kopyası olarak değil, ancak geçmiş gerçekliğin bir yayılışı olarak alırlar; yani bir sanat değil, bir sihir.”

Belki de fotoğrafın tümcelerle ifade edemediğimiz tarifsiz gücü buradan geliyor. İzlediğimiz bir filmin, okuduğumuz bir kitabın ya da dinlediğimiz bir albümün içimizde yarattığı fırtınaları ya da dinginliği bir fotoğrafla karşılaşmanın kısacık ânında yaşayabiliyoruz. Fotoğraflardan insana doğru yayılan o “küçücük şey” ruh hâlimizi bir anda alt üst edebiliyor. Fotoğraf, tüm söylemek istediklerimizi ya da duymak istediklerimizi bir çırpıda söyleyiveriyor. Üstelik bunu öyle bir biçimde yapıyor ki sıradan olan her şey başkalaşıyor. Hergün karşılaştığımız cisimler dünyası, bir kadrajın içinde bambaşka bir tümceye, duyguya ya da başka bir dünyaya dönüşüyor. Üzerimizde yarattığı bu mucizevî sarsıntı, fotoğrafla karşılaşma anlarından kendi evrenimize usulca yayılıyor.

Fotoğraf: Erdal Fırat

İnsan Bakışının Yerini Alan Nesne

Fotoğraf tarihine kısaca göz atıldığında fotoğrafın, insan zihinlerini herhangi bir olgudan biraz daha fazla sarsmış olduğunu görüyoruz. Öyle ki bir nesne, insan bakışının yerini almıştı. Doğanın kopyası çıkarılabiliyordu. XIX. yüzyılın başlarında Nicephore Niepse, Louis Daguerre, daha sonra Fox Talbot, insanlara, görülen her şeyi olduğu gibi saptama, çoğaltma ve saklama sözü verdi. Sanat, tek bir sınıfın tekelindeyken kendi suretlerini bile inceleme olanağından yoksun insanlara, kendi yüzlerini, başkalarınınkini ve dünyanın bin bir çeşit yüzünü sunmuş oldular.

Bulunuşundan itibaren herkesi sarsan fotoğraf için edebiyatın önemli isimlerinden E. Zola da on beş yıllık amatör fotoğrafçılıktan sonra şöyle demişti:

Bence bir şeyin fotoğrafını çekene kadar, onu gerçekten görmüş olduğumuzu iddia edemeyiz.”

Fotoğraf, 150 yıllık tarihi boyunca hep özel bir malzeme oldu. Daha başlangıçta çekilenler, iyotlanmış ve camera obscura içinde pozlandırılmış gümüş levhalardı; üzerlerinde uçuk gri bir imaj, seçilebilmesi için uygun ışık altında sağa sola çevrilerek bakılmaları gerekiyordu. Her fotoğraf biricikti. Her levha için 25 altın frank ödeniyor ve özel kadife kılıflar içinde mücevher gibi saklanıyordu. Fotoğrafı, büyüleyici bir ritüel gibi algılamamıza neden olan bu tarihsel anekdotlar, günümüzde de çekim, basım ve saklamanın özel koşullarını fotoğraf sanatı için doğrular niteliktedir.

Dauthendey, başlangıçta insanların kendilerinin yer aldıkları fotoğraflara uzun süre bakmaya cesaret edemediklerini anlatmaktadır. Resimlerdeki insanların belirginliği, fotoğrafa bakan insanları uzun süre ürkütmekteydi. Fotoğrafa bakanlar, resimdeki o ufak yüzlerin, sağa sola hareket ettiklerinde bile kendilerini izlediğini sanıyorlardı. Bu alışılmadık doğallık, sahicilik, fotoğrafa ilk bakanları bir hayli şaşırtmıştı. Bir süre sonra benzer nedenlerle bir fotoğrafçının, “Asla makineye bakma!” ilkesini ortaya atmasıyla bir dönem, fotoğraftaki kişi ile izleyen arasında belli bir mesafe kurma eğilimi yaşanmıştır. Bazı fotoğrafçılar, modellerini mezarlıklara götürerek görüntülemekteydi. Bunun altında yatan neden ise tamamen teknikti. Eski levhaların ışık duyarlılığının az oluşu, açık havada uzun süre pozlanmasını gerekli kılıyordu. Resmi çekilecek kişilerin dikkatlerini kolay toplamaları için hiçbir şeyin engel olamayacağı bir mekân olarak düşünmüştü.

Aynı dönemlerde Leipziger Anzeiger adlı Alman gazetesinde fotoğraf, “Fransız işi şeytan hüneri” olarak yaftalanır ve fotoğraf, söz konusu haberde “gelip geçici akisleri tespit etmeye çalışmak” biçiminde tanımlanır. Bugün durduğumuz yerden baktığımızda, çok da hoş ve yerinde sayılabilecek bu deyim, o zaman için “olmayacak bir iş” olmakla kalmaz, aynı zamanda Tanrı’ya da hakarettir. İnsan, Tanrı’nın suretinde yaratılmıştır ve Tanrı’nın sureti, insan işi bir makine tarafından tespit edilemeyecektir.

Münihli fotoğrafçı Hampfstangl, 1855’de Fransa’daki sergide, aynı fotoğrafın rötuşlu hâliyle rötuşsuz hâlini yanyana sergiledi. Ve herkesi hayrete düşürdü. Artık burjuvazi için kusurları kapatmanın bir yolu vardı. Yüzdeki kusurlar, fotoğrafta sihirli bir dokunuşla düzeliyordu. Fotoğraf, daha o zamanlar zaman kavramımızı altüst ederken güzellik ölçütlerimizi de değiştirecekti. Çünkü bundan sonra hiçbir şey eskisi gibi olmayacak ve fotojenik olana ‘güzel’ denecekti.

Karanlık Odanın Büyüsü, Aydınlık Odada -Azalsa da- Devam Eder

Fotoğrafçının nefesini tuttuğu ilk ânın, parmağının denklanşöre dokunduğu an olduğunu söylersek nefesini ikinci tutulduğu an, karanlık oda deneyimi yaşayanlar bilirler, banyo küvetindeki kâğıtta usul usul görüntülerin belirmeye başlamasıdır. Fotoğraf kâğıtlarını etkilemeyen kırmızı ışıklar açıldıktan sonra karanlık odanın büyüsü, içerdeki herkesi sarmalar.

Bellekte birikmiş tüm resimler o ânın kucağında, fotoğraf kâğıdının üzerinde cisimlenir. Hayaller suretlere, düşünceler cisimlere dönüşür. Işıkla kâğıdın sonsuz oyunu yeniden başlar. Hem karanlıktan hem de heyecandan açılmış gözlerle, beliren görüntüye bakarsınız. İçiniz çığlık çığlık. Fotoğrafın büyüsü içinize karışmıştır. Bir daha bu karşılaşmayı unutamazsınız.

Bugün çoğu fotoğrafsever, doğrudan dijital makinelerle ilişkiye girdiğinden, analog makinelerin grenleriyle büyüledikleri siyah-beyazlarını ve de karanlık odanın gizemli atmosferininin tadını pek bilemiyor. Pek çok fotoğrafçı için karanlık oda zamanları, fotoğrafın en büyülü zamanlarıydı. Agrandizördeki pozlama zamanını uzatarak ya da kısaltarak, fotoğraf kartlarını kimyasalın içinde az ya da çok tutarak bir negatiften farklı duygulara sebep olabilecek çok çeşitli görüntüler elde edilirdi.

Fotoğraf: Murat Pulat

Karanlık ve aydınlık oda konusunda, Fotoğrafçı Murat Pulat şunları söylemektedir:

Karanlık odanın büyüsü gerçekten var; yalnız olarak bir odaya giriyor, saatlerce, bir rulodan iyi bir görüntü ya da görüntüler silsilesi elde etmeye çalışıyorsun ve çekim ânında yaptığın hiçbir şeyden emin değilsin. Evet, biliyorsun iyi bir şey çektiğini ama ya bir şeyi yanlış yapmışsan. Analog çekip her eve döndüğümde, başlangıçta film banyosunu başkalarına yaptırırken heyecanla filmleri almayı bekler ve iyi çektiğimi düşündüğüm kareyi arardım; karanlık odayı öğrendiğimde ise işler biraz daha çetrefilleşti. Çünkü bu sefer film banyosunda bir hata yapıp aslında iyi olabilecek bir makarayı çöpe atmak da vardı işin ucunda. Kısaca, filmi basıp büyük hâlini gördüğünde, heyecan son buluyordu. Belki de en doğrusu, karanlık odanın değil tüm bu sürecin bir büyüsü vardı demek…”

Dijital teknoloji ile aydınlık oda denen görüntü işleme süreci, sayısız programla fotoğrafçıların hizmetinde. Sürekli gelişen teknoloji, fotoğraf işleme sürecini hızlı ve pratik bir hâle getirdi. Birçok profesyonel fotoğrafçı, fotoğraf işleme programlarının, kötü çekilmiş fotoğraf için hiçbir şey yapamayacağını söylemekte oldukça haklılar kuşkusuz. Bununla birlikte, artık dijital makineyle fotoğrafta yol alanlar için aydınlık odanın, öğrenilmesi gereken bir süreç olduğu da yadsınamaz. Aslında aydınlık odanın fotoğraf işlemeyi kolaylaştırıcı yönü, fotoğrafın kısa sürede seyircisine ulaşmasını sağlamasıdır. Günümüz fotoğrafının çekim gücünün bir nedeni de bu olmalı…

Kişiler, neredeyse yarış edercesine, güzel buldukları görüntüleri paylaşıyorlar. Kimi sevdiği insanın bedenine vurgun, kimi denizin mavisine… Kimi bir gülüşü anlatmak istiyor, diğeri biçimleri, tonları. Tüm bunlar aslında varlığımızın ifadeleri, iç öyküleri hepimizin. İşte bu anlamda karanlık odanın yaramaz çocuğu “aydınlık oda”nın, fotoğrafın bugünkü büyüsüne hizmet ettiğini söyleyebiliriz.

Günümüzde Fotoğrafın Büyüsü

Fotoğrafın izleyici üzerinde yarattığı etki nasıl bir sihirdir? Bizi, hangi amansız diyarlara savurup, oradan hangi cennet bahçesine yuvarlar? Bazen bir fotoğraf karşısında dilimizin tutulması, tek kareye kitlenmemiz nedendir? Bir fotoğrafta kendi yaşantımızı bulduğumuzda mı yoksa fotoğrafçının duygularına ulaştığımızda mı büyüleniriz? Yoksa kendi duygularımızı fotoğrafçının kadrajıyla daha iyi anladığımızda mı? Ya da gözümüz vizör, yüreğimiz pusula fotoğraf çekerken, “an”ı kavramaya çalışmanın sonsuzluğu mu bizleri tutsak eden?

Fotoğrafçının birikimi, emeği ve düşünceleriyle ortaya çıkan fotoğrafla karşılaşmamız, olağanın dışında bir karşılaşmadır. Çünkü bu karşılaşmada, tanışmanın ve anlaşmanın ötesinde başka bir şey vardır. Bu karşılaşmada, izleyici sözcüklere ihtiyaç duymaz. Bu karşılaşmada, aynı geçmişten gelmek ya da aynı dili konuşmak zorunluluğu yoktur. Hiçbir zaman ifade edemeyeceğimiz bir duygunun bir fotoğrafta ifade edilmiş olması, bizde büyü etkisi yaratır.

Fotoğrafçı Murat Şen’in fotoğrafın büyüselliğine dair bize aktardıkları ise şöyle:

Mistik ihtiyaçlarını hikmet öğretileri, felsefe, kişisel gelişim kitapları ile doldurmaya çalışan insan, belki de büyü ve sihrin yerine fotoğrafı koydu biraz. Çünkü bir ortaçağ simyacısı ile fotoğraf basan bir kişi, fiilen ve şeklen hemen hemen aynı şeyi yapmaktadır. Fotoğraf dediğimizde kâğıt üzerindeki lekeden bahsetmiyor, bir bütün olarak fotoğrafı anlıyorsak fotoğraf büyülüdür şüphesiz. Büyüsü olmayan bir şeyin bu kadar çok insanı peşinden sürüklemesi zaten düşünülemez. Fotoğrafın bir özelliği de bugün teknolojinin imkânlarıyla herkes tarafından ulaşılabilir olmasıdır; tıpkı inançlarımız, büyüler, sihirler gibi. Büyü ve sihiri yapan kişi olmasa da her inanan hayatında en az bir kere sihrin, nazarın kurbanı olmamış mıdır?”

Fotoğraf: Kadir Ekinci

Barthes’ın, fotoğrafın içeriği ve anlamlandırılması açısından ele aldığı sihir meselesi, fotoğrafın 150 yıl önce ortaya çıkışından günümüze kadar farklı biçimlerde ifadelendirilmiştir. Bugün, fotoğraf üretiminin ve kullanımının bu kadar yaygınlaşmasının, sadece insanları etkileyen büyülü yönü ile değil, gelişen teknolojinin bizlere sunduğu olanaklar sonucu gerçekleştiğini çok rahat söyleyebiliriz. Bu anlamda dijital sanat adı altında üretilen çalışmalar hızla yaygınlaşıyor.

Bu ekolün ülkemizdeki başarılı temsilcilerinden Ali Alışır, fotoğrafın büyüsüne dair şunları söylüyor:

Fotoğrafın sihir ve büyüsünün, onu çeken ya da kurgulayan kişinin hayatı yorumlayış biçiminde olduğunu düşünüyorum. Bu yüzden teknolojinin, fotoğrafın büyüsünü öldürdüğüne inanmıyorum. Bu, temelde bir disiplin işi ama disiplinin ve teorilerin bittiği yerde, kişinin hayatında iz bıraktığı yaşanmışlıklar (bazen takıntılar) yön veriyor fotoğrafa. Bu da bu büyüyü ortaya koyabilecek tek güç bence.”

Fotoğrafçı için büyülü olan, kadrajın izini sürerken yansıyan algısıyla evreni yeniden kurmayı istemesi olabilir mi? Fotoğrafçı, o ünlü esrime anlarında, bir anlamda kendi büyüsünü de yaratıyor. Bunu yaparken, iki elin arasındaki fotoğraf makinesi ise yalnızca bir iletken/iletici olmaktan öteye gitmiyor.

Altan Bal ise bu konudaki görüşünü şöyle açıklıyor:

Büyü ya da sihir dediğimiz, fotoğrafın çarpıcılığı… İlla sihirli diyeceksek, bence bazı fotoğrafçılar sihirli… Fotoğraf nesnesinin sahip olduğu bütün her şey aslında fotoğrafçıda var. Bunun teknolojiyle, makineyle bir alakası yok kanımca. Mesela şu an masamın üzerinde duran kalem hiç de büyülü bir kaleme benzemiyor ama Kafka, sıradan bir kalemle yazdıklarıyla beni büyülüyor…”

Fotoğrafın daha yaygın kullanımı açısından düşünüldüğünde insanlar, ister fotoğraf makinesi üreticileri, ister kullanıcıları olsun başka bir şeye değil de örneğin resim, müzik gibi sanat dalları ile ilgili üretimlerde değil de acaba neden fotoğraf yönünde tercihlerini kullanmışlardır?

Merih Akoğul, fotoğrafçılığa başlama nedeninin altında, sergi ya da kitaplarda gördüğü, onu etkileyen fotoğrafların yattığını söylerken, fotoğraf ve büyü ilişkisini de bizim için şöyle irdeledi:

Ben de bakan kişilerde böyle farklı etkiler yaratacak, onların dünyalarına seslenenecek fotoğraflar çekmek istediğim için fotoğrafa başladım. Bence insanlığın en büyük buluşlarından biridir fotoğraf. Yaşadığı ve tanık olduğu zaman dilimini, baktığı açıdan saptayarak bir nesneye (belge ve sanat olarak anılan) dönüştürmekten daha büyük heyecan pek yok gibi. Son zamanlardaki büyülü ânı saptamadan, teknolojik kolaylığına kaymış gibi gözüküyor da olsa fotoğrafın kitleleri etkileme gücü sosyolojik anlamda ciddi tez konusudur.

Üstelik psikolojiden sanat tarihine, antropolojiden estetiğe kadar geniş bir yan disiplinler alanını da sürekli bünyesinde barındırır fotoğraf. Ama fotoğrafçılığın tüm bu naif duygu ve hisleri geride bırakan bir yanı vardır: O da önce standart fotoğrafı yakalamak, sonra çok çalışmak; kendi stilini bulmak, devamlı olmak ve diğerlerinden farklı olmaktır. Üstelik bunları yaparken, insanlığını kaybetmeyecek, hâkim görüşlerin, kolay ve ucuz yaklaşımların ve gel-geç modaların da esiri olmayacaksın.”

Fotoğraf: Bir Ölümsüzlük Büyüsü…

İnsanoğlunun doğadan büyülenip mağara duvarlarına resimler çizerek iz bırakma oyunu, evrilerek kendini fotoğrafla biçimledi. Fotoğraf; metal, soğuk bir kutudan çıkan yaşam kaynağıydı. Tüm insanlığı derinden etkiledi ve dönüştürdü. Artık onun ömrünün, ömürlerimizden çok daha uzun olduğunu biliyoruz.

Fotoğraf, yıllar sonra dönüp bakılacak, hayretlere düşürecek bir bellek, akıl defteri. Aramızdan ayrılan, kayıp giden, yok olan her şeyin kayıt defteri sanki. Fotoğrafın gücü, ilk zamanlardaki kadar ürkütücü… Hatta, Altan Bal’a göre gerçeküstü.

Fotoğraf: Altan Bal

Bal: “Fotoğraf büyülü mü bilmiyorum ama her fotoğraf gerçeküstü bence… Bizim kabaca fiziksel olarak gerçek dediğimiz her durum hareketli, üç boyutlu ve sürekli. Fotoğraf ise hareketsiz, iki boyutlu, kadrajlı… Öncesi ve sonrası yok… Her fotoğraf gerçeküstü… Takdir edersiniz ki gerçeküstü olan bazı şeyler de büyülü oluyor.” biçiminde anlatıyor düşündüklerini.

Fotoğrafı çeken için de, izleyicisi için de ölümsüzlüğün büyüsüdür fotoğraf. Yaşamın içindeki ve dışındaki büyüdür. Kendinden olmayanı içinde barındırmaz. Güzelliği, karşı konulmazlığı, vazgeçilmezliği bundandır.

Cadava’ya göre;

Görüntü şimdiden yokluğumuzu ilan eder. Ölümlü olduğumuzu bilmemiz yeterlidir. Fotoğraf bize öleceğimizi, bir gün artık burada olmayacağımızı, daha doğrusu yalnızca hep olmuş olduğumuz gibi, yani birer görüntü olarak burada olacağımızı söyler. Görüntü, fotoğraflananın ölümünü ilan eder. Bu yüzden bir fotoğrafta hayatta kalan şey, aynı zamanda ölülerin – gidenlerin, bırakanların, çekilenlerin- hayatta kalmasıdır.”

Hakikaten fotoğrafın, aramızdan gidenlerin yerini alması, alacak olması, gerçeküstü bir durum değil mi? Bir şeyin, her şeyin yerine geçme olgusu mu fotoğrafa ölümsüzlük rengini veren? Sonsuz boşlukta, bir salınma hikâyesi fotoğrafınki. Fotoğrafçı için o esrime ânı, tıpkı salıncakta sallanır gibi; kimi zaman baş döndürücü bir hızla, kimi kez uzun bırakışlarla… Algılarını yansıtarak geçmişten kendine, geleceğe…

Fotoğraf: Birol Üzmez

Dipnotlar:
1) Rolland Barthes, Camera Lucida, sf. 100
2) Walter Benjamin, Fotoğrafın Küçük Tarihi
3) Walter Benjamin, Fotoğrafın Küçük Tarihi, sf. 6
4) Satkın M. Bilge, Karanlık Oda’nın Sırları
5) Cadava E., Işık Sözcükleri

Nergis AKINCI

Kontrast Sayı 18, Temmuz-Ağustos 2010

Bizi paylaşın..