Geçmiş zaman olur ki…
Okula başladığımdaydı ilk resmi tokadı yemem. Sınavlar, ödevler, vazifeler, otorite, belgeler, belgeler, belgeler… Kafa kâğıdımı kaybetmiştim bir sınav öncesi; yenisine sahip olmak, ne büyük bir çaba gerektirmişti. Sonra ehliyet. Sağlığım, sabıkam, bilgim, yeteneklerim… Hepsi itina ile kontrol edildi. İktisat okumuştum; gönlüm gazetecilikten yanaydı. Birkaç toplumsal olay, mekân fotoğrafı çekeyim dedim. Basın kartım olmadığından gözaltına alındım. Makinemi de kendimi de zor kurtardım.
En iyi becerdiğim şey, fotoğraf çekmekti; askere, polise bulaşmayıp, bazı yerlerden uzak durunca kimse karışmıyor, ehliyet sormuyordu. Birkaç para getirecek iş yapmıştım; tabii sonuç pek iyi değildi ama hızlı öğreniyordum. Işıklar, makineler, yeni müşteriler… Artık fotoğrafçı olmuştum. Şahane bir şeydi bu; hemen daha büyük ve yeni işler yapmalı, büyümeli, büyümeli, büyümeliydim.
Kendisi için fotoğraf çekmeyi çok istediğim bir kurum benden portfolyomu isteyinceye kadar, o sabun köpüğünün içinde mutlu günler, haftalar geçirdim. İşte o zaman anladım diploma, karne, ehliyet sahibi olmanın, rüştünü ispatın en kolay yolu olduğunu. Önümdeki sistem, tüm denetim makamlarından daha acımasızdı. “Hani nerede portfolyo?” diyordu. Elbette durum ümitsiz değildi; her konuda olduğu gibi çalışma, imkânlar, zaman ve şans ile bu sorun da çözülebilirdi.
Satranca çok benzettiğim hayatı da sondan başa doğru öğreniyordum. Virtüözite ve portfolyo zamanla olgunlaşırken, bir şeylerin eksik olduğunu anladım. Fotoğrafa dair neredeyse hiçbir şey bilmiyordum ve hatta neden fotoğraf çektiğimi… Neden fotoğrafın da bir felsefesi olmasındı? Vardı da… Daha iyi bir fotoğrafçı olmak için sadece makine ve filmler ile boğuşmak, bir köpeğin kuyruğunu deli gibi kovalamasından farksızdı. Okumalı, yeni bakış açıları kazanmalı, üretmeli, üretmeliydi. Gün geldi fotoğrafçılığımı sorgulamaktan vazgeçtim. Bakıyor, görüyor, istediğim gibi kaydedip, hayatımı bu işten kazandığım para ile idame ettirebiliyordum. Kısacası, artık ehliyet sahibiydim.
İnsan, aydınlandığını zannettiğinde başkalarını irşat etmeye de heves ediyor; ben de ettim tabii. Herkesin bir doktora, avukata ve fotoğrafçıya soracak sorusu vardır bu ülkede. Bana da herkes fotoğraf, fotoğrafçılık ve malzemeler ile ilgili soru soruyordu. Çevremdeki pek çok insan, kısa zamanda makine sahibi olup kendini sokaklara vurdu. Şehrin tüm sümüklü bebelerini, sarman, tekir, benekli, boz kedilerini belgelediler. İçlerinden bir teki bile fotoğrafa dair bir şeyler okumadı ama kedileri ve bebeleri çekmeye devam ettiler. Hiç bıkmadan, usanmadan… En uzun ve geniş objektifleri aldılar. Zaman zaman kıskanmadım değil. En hafif tripodları, en pahalı çantaları aldılar; fotoğraf kitabı almadılar ama. Kediler çok sıkılmıştı ve içlerinden bazıları bu kameralı insanları tırmalamak istiyordu. Çocuklar büyüyordu ama arkadan yenileri geliyordu.
Tarih tekerrür ediyordu. İcat edildiği tarihte, bir bakıma selefi resim zanaatının seri üretimi olan fotoğraf ürünü, önce film ve makine enflasyonu, daha sonra dijital evrim ile seri ötesi bir hızda üretiliyordu artık. Bir firmanın 19. yüzyıldaki “Siz düğmeye basın, gerisini biz hallederiz” sloganı gerçek olmuş; her şeyi halleden, sahibinden hızlı ve yetenekli makineler ile kuşatılmıştık.
Ben hâlâ, başka başka insanların aynı kedileri ve çocukları çektiğini görüp hiç şaşıramıyordum. Beni şaşırtsınlar diye kitaplar önerip, o kitapları okumadıklarını görüp şaşırıyordum.
Maymunların 1-0 gerisindeydik. Teorik olarak çok sayıda maymunu, bir o kadar daktilonun başına oturtup, rastgele tuşlara basmalarını beklersek, bir gün elimizde Nobel Ödüllü bir romanın kopyası olması işten bile değildi. Oysa bir şehrin yarısı, her hafta sonu, eski ustaların en iyi fotoğraflarını çektiği mekânlarda, oldukça uzun bir zamanı, fotoğraf makinelerinin deklanşörüne basarak geçiriyorlardı.
Bazıları kedilerden ve sümüklü bebelerden sıkıldı. Kediler onlardan sıkılalı çok olmuş, çocuklar ise büyümüştü. O kadar zaman boş yere kurslara, toplantılara gitmiş olmamak için kendilerine sevgililer, eşler buldular; belki de aradıkları hep buydu.
Önemli bir müzik adamı, müzik endüstrisinden bahsederken, “İçerik, tarihin hiç bir döneminde tekniğin bu kadar gerisinde kalmadı.” demişti. Aynı şeyin bugün fotoğraf için de gerçek olduğunu görmek çok üzücü.
Ben bu kadar ehliyetsiz fotoğrafçının arasında şimdilik, trafiğe çıkmadan yoluma devam ediyorum.
Murat ŞEN
Kontrast Sayı 15, Ocak 2010