“Dijital teknoloji ‘normal’ fotoğrafı yıkmaz çünkü ‘normal’ fotoğraf hiç var olmamıştır” [1]
Lev Manovich
Gerçeklik kavramının dijital imgelerle ilişkisi tartışıldığında temel problem; tutarlı ve sabit bir gerçeklik kavramını modellediğimize inandığımız analog ortam ile akışkan bir enformasyonun temsili olarak ortaya çıkan dijital ortam arasındaki kıyaslamadır. Bu kıyaslama analog medyayı yeniden tanımlamamıza yarayarak oldukça olumlu bir işlev görmesine karşın, analog aygıtlar üzerinden gelişen teoriler günümüz için çoğu zaman “bir şeylerin kaybı” noktasından öteye gidemez. Gerçeklik tek bir model üzerinden okunduğunda, hipergerçek imgeler sıklıkla analog bir dünyanın yitimi olarak yorumlanır. Benzer bir biçimde fotoğraf bir gerçeklik temsili olarak kabul edildiğinde de, sinemanın fotogerçekçi grafikler kullanarak ürettiği efektlerin hipergerçek olarak anılması doğaldır.
İmgenin çıplak gözle görünür bir materyalden yoksun oluşu, kolaylıkla manipüle edilebilir olması, bir ortamdan diğerine hızlı bir biçimde aktarılması ve en önemlisi programlanabilir olması, sayısal olmanın getirdiği bir yeniliktir. Dijital imgeye yönelik tartışmaların temelinde de bu sayısal yapı yatar. İmgenin “çıplak gözle görünür bir materyale sahip olmaması”, maddesellik üzerine temellenmiş gerçeklik anlayışları ile ele alındığında sorunlu bir durum olarak gözükür. Bu hem analog (örneksel) ortamlardan dijital ortama aktarılan, hem de doğrudan dijital ortamda üretilen imgeler için geçerlidir. Temel problem, dijital imgenin kendinden önceki medyayı taklit ediyor olmasının, bu medya üzerinden oluşturulmuş dünya modellerini çökertiyor olmasıdır. Bu medya içinde ise en temel rollerden birini fotoğraf oynar. Bunun nedeni fotoğrafın uzun bir süredir kültürel dinamikleri belirleyen birincil medyum olmasıdır. Fotoğraf üzerinden gelişmiş bir gerçeklik anlayışı dijital imgenin fotoğrafı taklit edebilme kabiliyeti ile sekteye uğradığından, dijital imgenin gerçekliği yok ettiği varsayımları ortaya atılır. Oysaki temel neden ne dijitalin teknolojik yapısı, ne de fotoğrafı taklit yeteneğidir. Sorun fotoğrafla birlikte gelişen gerçeklik anlayışıdır.
Dijital ortamda imgelerin sayısallaştırılmasının yarattığı öncelikli sorunlardan biri, imgenin materyali ile olan bağının kopmasının yarattığı temsil sorunudur. Bu tartışma sıklıkla kendisini analog/dijital ayrımı üzerinden şekillendirir ve Charles Sanders Peirce’in “Belirtisel Gösterge” (İng. Indexical Sign) [2] kavramı temel bir önem taşır.
İmgenin kazındığı madde onun gerçekliği “doğru” bir biçimde yansıtmasının ön koşulu olarak görülür. Zeynep Sayın, ortaçağda imge (imago) ve iz (vestigium) kavramlarının birbirinden ayrı ele alındığına değinir ve Aquinolu Thomas’ın şu sözlerini vurgular:
“İmge türsel bir benzeşime göre temsil eder. Oysa iz, nedenin yol açtığı sonucu öyle bir şekilde temsil eder ki, türsel bir benzeşime uzanmaz. İz, hayvanlara özgü hareketlerin bıraktığı izlenimlerdir (impressiones); külün, ateşin izi ya da harap olmuş bir toprak parçasının, düşman bir ordunun izi olması gibi.” [3]
W.J.T. Mitchell imgeleri madde olarak tanımlar. İmgeler her zaman taş, metal ya da tuval olsun nesnelerin materyallerinde cisimleşmiştir.
“Şu açık olmalıdır ki nesneler olmadan imgeler olmayacağı gibi imgeler olmadan nesneler de yoktur.” [4]
İmgeler, sayısallaştırılmaya başladıklarında ise bu tanım sorunlu görünmeye başlar, çünkü ortada gözün görebileceği bir materyal yoktur.
Analog materyal, varoluşu gereği temsil ettiği nesnenin izini taşır. Materyal bir medyumdan diğerine taşınır. İmge de bu maddesellikle iç içe geçmiştir. Işık fotonlarının ya da ses titreşimlerinin fiziksel ve kimyasal etkilerini analog mecralarda görmek mümkündür. Aynı şekilde bir plak üzerinde sesin kayıt izini gözle görmek mümkündür. Bu durum Peirce’in belirtisel gösterge tanımına uyar, çünkü gerçekleşen temsilin nesnesi ile varoluşsal bir bağı vardır. Topraktaki toynak izi, atın oradan geçmiş olduğunun kanıtıdır.
Bir şeyin belirtiselliğinden bahsetmek bir “temas”tan, bir “iz”den veya bir “aşınma”dan söz etmek demektir. Fotoğraf (ışığın izi) ele alınacak olursa, analog fotoğraf, objeden yansıyan radyasyonun lensin içinden geçip, emülsiyonla kimyasal bir etkileşime girmesi ve kameranın negatif bir analogon üretmesi sonucudur. Analog fotoğrafta, “Fiziksel objeler ışığın optik ve kimyasal eylemi ile kendi kendilerinin imgelerini basarlar.” [5]
Bu durum halihazırda fotoğrafın gerçekliği temsil etmesi için yeterli görünür: “Örneğin, bir fotoğraf yalnızca bir imgeyi tahrik etmez, bir görüntüsü vardır, ancak obje ile olan optik bağından dolayı bu görüntünün gerçekliğe tezahür ettiğinin kanıtıdır.” [6]
Dijital kamerada ise ışık sensör tarafından kodlanarak sayı dizileri ile temsil edilir. Bu tip bir temsil, gerek ses, gerek görüntü olsun, sayısallaştırılmış her türlü verinin gerçekliğe verdiği referans konusunda temel tartışmayı oluşturur. Bu tartışmanın asıl nedeni sayısallaştırma gerçekleşirken yukarda da sözünü etmiş olduğumuz örnekleme aşaması ve onun yarattığı referans sorunudur.
Hèlio Godoy, örnekleme teorisi ve Peirce göstergebilimi ile ilgili makalesinde, dijital işaretlerin belirtisel gösterge olma özelliklerinin onların fiziksel-teknolojik karakteristiklerinden yadsınmasının teknik olarak mümkün olmadığını belirtir. [7] Sayısallaştırma sürecinin her aşamasında gösteren ve onun nesnesini birbirine bağlayan zorunlu bir fiziksel temas vardır.
Laura U. Marks’ da günümüz bilgisayarlarında kullanılan silikon yongalarda (çip), elektronların analog yollarla var olmaya devam ettiğini ve burada mikro düzeyde de olsa bir belirtisel gösterge olma durumundan söz edilebileceğini söyler. Ancak Marks oldukça önemli bir durumun altını çizer: Her devrede bulunan flip-flop denilen elemanlar, “0” ve “1” arasındaki değerlere tolerans göstermez ve zayıf sinyalleri eler. Sadece yüksek yükte elektrona sahip güçlü sinyallerin işlenmesi elektronların doğal akışını bozar. Bu nedenle nesne ve temsilinin analojik bağı kırılmış olur. [8] Buna karşın Marks’ın öngörüsüne göre gelecekte atom altı parçacıklar karşılıklı olarak fiziksel bağlar kurduklarında, elektronik mimesisten söz etmek mümkün olacaktır. [9]
Görüldüğü gibi, aslında elektrik akımı var olduğu sürece sayısallaştırma işlemi ile analog sürecin ayrıştırılmasının mümkün olmadığı açıktır. Ayrıca dijital bilginin ancak monitörler, yazıcılar ya da hoparlörler gibi analog yollarla, çeşitli temsillere çevrilerek deneyimlendiği unutulmamalıdır. Fiziksellik zorunlu olarak mevcuttur.
Fotoğrafa yüklenen gerçeklik aslında tarih boyunca gelişmiş ve zamanla kültürel bir sözleşme haline gelmiş bir olaydır. Zira bir imge ile tarih ya da gerçeklik arasında zorunlu bir ilişki yoktur. Fotografik imgelerin tarihsel gerçeği yansıttığı fikri, genel bir kabuldür. “Tarihsel enformasyon, imgeler tarafından sağlanan çerçeveye uyacak bir biçimde yeniden şekillendirilebilir.” [10] Bu anlamda imgelerin tarihi göstermekten çok inşa ettiğini söylemek yanlış olmaz.
Fotoğrafın belirtisel özellikler taşıması onun nesnel bir gerçekliği yansıtması için yeterli değildir. Çünkü belirtisellik aşamasında dahi izleyicinin öznelliği devreye girer. Fotoğrafın her şeyden önce belirtisel değil “ikonik” olduğunu söyleyen Göran Sonneson’a göre fotoğrafın belirtisel özellikleri sonradan ona eklemlenir. Örneğin bir toynak izi bize atın daha önce burada olduğunu kesin olarak söyler fakat bir at fotoğrafında, fotoğraf bize sadece “bir at vardı” der. Zamanı ve mekânı izleyici sonradan inşa etmeye başlar. [11]
Buradaki asıl nokta, pozitivist bakış açılarında yatan, nesnel bir gerçekliğin var olduğu inancıdır. John Berger, pozitivizm ile fotoğrafın aynı tarihlerde belirginleşmeye başladığına işaret eder. [12] Fotoğraf makinasının bulunuşu ile Auguste Comte’un “Pozitivist Felsefe Notları”nı yazması aynı döneme rastlar. Pozitivist için fotoğraf makinası doğanın gerçekliğini anlamak ve çözümlemek etmek için mükemmel bir aygıttır. Mitchell de fotoğraf makinesinin ideal bir Kartezyen cihaz olduğunu söyler. Fotografik işlem tıpkı bilimsel işlemler gibi, öznelliğin üstesinden gelip, nesnel gerçeğe ulaşma için garantili bir yöntem gibi görünür. [13]
“Gerçekçiliğin öteki yüzüdür fotoğraf-gerçekliği kanıtlaması ve bilgiyi göstermesi istendiğinde bile, bilimin ve sanatın bütün alanlarının gerçekliği yansıladığını kurgulayan bir çağda, bilinmeyenin muştalanmasıdır. Index olma özelliğiyle göndergeyle göstergeyi, gösterilenle göstereni benzeştirmesi olanaksız olsa da, 19. yüzyıl Avrupası fotoğrafın yine de gösterileni doğa olan bir gösterge, doğal tarih göndergesiyle benzeşen bir imge olmasını arzulamıştır; bu da tamamen 19. yüzyıl Avrupası’nın varoluşsal duruşuyla ilintilidir.” [14]
Postman, “gerçek” ile “sahte” sözcüklerinin kaynağının dil evreni olduğunu söyler. Postman’a göre “Bu gerçek midir?” sorusu fotoğrafa uygulandığında yalnızca şu anlama gelir: Bu gerçek bir mekân-zaman kesitinin yeniden üretimi midir? Fotoğrafın kendisi tartışılabilir önermeler ortaya atmadığı gibi kapsamlı ve kesin yorumlarda da bulunmaz. Çürütecek bir iddiası olmadığından kendisi de çürütülemez. [15]
Fotoğraf üzerinden bir gerçeklik yaklaşımı tartışıldığında, tartışılanın gerçeklik değil, bir durumu açıklamak üzerine kurulmuş bir model olduğu gözden çıkarılmamalıdır. Fotoğraf bilgisayar ile simüle edilir hale geldiğinde bu durum daha çok önem kazanır çünkü temsil edilen şey bir gerçeklik değil bir dilin gerçeklik yaklaşımı olur. Asıl sorun ise fotoğrafta olduğu gibi imgelerin neden sürekli gerçek kılınmak istendiğidir. Bir imge anlamsızdır. İmgeye yüklenen anlam, imgenin ister bir iz, ister bir simülasyon olarak varlığa gelme sürecinden “zorunlu” olarak çıkmaz.
Bu yazının daha kapsamlı bir versiyonu için: http://apofani.org/2012/08/02/iz-ve-gerceklikbaglaminda-fotografin-sayisallastirilmasi/
Kaynakça
[1] Lev Manovich, “The Parodoxes of Digital Photography”, Erişim: http://manovich.net/TEXT/digital_photo.html (2012, Mayıs 25).
[2] Charles Sanders Peirce göstergeleri “ikon”, “belirti” ve “simge” olarak sınıflandırır. “Belirti”, varlığına işaret ettiği nesneyle yakınlık ilişkisi kuran bir göstergedir. Örneğin duman bir ateşin belirtisidir. Belirti, nesnesi ortadan kalktığında kendisini gösterge yapan özelliği yitirir fakat yorumlayan bulunmadığında bu özelliğini yitirmez. Thomas Lloyd Short, Peirce’s Theory of Signs, Cambridge: Cambridge University Press, 2007, s.214-225.
[3] Aquinolu Thomas’ dan aktaran: Zeynep Sayın, İmgenin Pornografisi, İstanbul: Metis Yayınları, 2003, s.19.
[4] W. J. T. Mitchell, What Do Pictures Want? :The Lives and Loves of Images, Chicago: University of Chicago Press, 2005, s.108.
[5] Rudolf Arnheim, “On the Nature of Photography”, Critical Inquiry, 1974, Vol.1 s.149, Erişim: http://www.journals.uchicago.edu/doi/abs/10.1086/447782 (2012, Mayıs 25).
[6] Vincent Michael Colapietro ve Thomas M. Olshewsky, Peirce’s Doctrine of Signs : Theory, Applications and Connections, Berlin: de Gruyter, 1996, s.305.
[7] Hèlio Godoy, s.107-117.
[8] Laura U. Marks, “How Electrons Remember, “Nonorganic Subjectivity, or Our Friend the Electron””, Millenium Film Journal, vol.34, 1999.
[9] Laura U. Marks.
[10] Ron Burnett, İmgeler Nasıl Düşünür, Türkçesi: Pusar Güçsal, İstanbul: Metis Yayınları, 2007, s.65.
[11] Göran Sonesson, “Post-photography and Beyond. From. Mechanical Reproduction to Digital Production”, Visio, vol.4(1), 1999, s. 11-36.
[12] John Berger ve Jean Mohr, Another Way of Telling, Londra: Writers and Readers, 1982, s.99.
[13] William J. Mitchell, The Reconfigured Eye : Visual Truth in the Post-Photographic Era, Cambridge, The MIT Press, 1992, s.27.
[14] Zeynep Sayın, İmgenin pornografisi. İstanbul, Metis, 2003, s.79.
[15] Neil Postman, Televizyon Öldüren Eğlence; Gösteri Çağında Kamusal Söylem, Türkçesi: Osman Akınhay, İstanbul: Ayrıntı Yayınları, 2010, s.86-87.
Kontrast Sayı 38, Kasım-Aralık 2013
Kerem Ozan BAYRAKTAR